Posts Tagged ‘Aydın’

SOSYOLOJİ TARİHİ-5

Salı, Ekim 20th, 2009

 MAX WEBER :

 

 Çağdaş toplumsal düşüncede özellikle Amerika’da, toplumbilimlerin gelişimi üzerinde derin etkiler bırakmıştır.

 Ekonomi ve Toplum’ adlı eserinde toplumbilimin konusunu, yöntemini, işlevini incelemiştir.

 Weber’e göre, sosyolojinin nesnel olabilmesi için her şeyden önce değer yargılarından arınmış olması gerekir. Toplumbilimcinin, toplumsal ve siyasi amaçlar güdebileceğini kabul eder. Ancak araştırma sırasında bunlardan sıyrılması gerektiğini vurgular.

 Bu yaklaşımla Weber, gerçekte varolanla, olması gereken arasında yeterince ayrım gözetmeyen; Comte ve Marx’ı değer yargılı bulmuştur.

 Yine Weber’e göre, toplumbilim aynı zamanda genelleştirici bilimdir. Buradan hareketle toplumbilim ile onun önemli bir veri kaynağı olan tarih arasında kesin bir ayrım gözetmiştir.

 Ona göre, bireylerin toplumsal eylemi, toplumbilimin konusunu oluşturur.            Toplumbilimin amacı; toplumsal davranışları açıkça anlamak ve bunların oluşumu ve sonuçlarını nedensel olarak açıklamaktır.

 Bu toplumsal eylem, güdülerle açıklanabileceğine göre bu güdüler niteliğini ve işleyişini araştırmak toplumbilimin görevidir. Öte yandan bireyin eylem güdülerini başkalarının güdü ve eylemleriyle karşılarak etkileşir. Böylece toplumsal ilişkiler düzeyi başlar.

 Bu ilişkilerin tekrarlanarak düzenlilik kazanmasıyla, kurumlaşmasıyla, toplumsal oluşumlara ve toplumsal düzene ulaşılır. Toplumbilim, bu düzenlilikler temeli üzerinde yasalarını geliştirir. O halde bir toplumbilim yasası, toplumsal düzenlilikleri dile getiren genelliklerdir.

 Buna göre toplumbilimin son görevi; toplumsal oluşumların genel tiplerine dayanarak, toplumsal yaşamda yinelenen düzenlilikleri bulmak ve toplumsal oluşumların karşılıklı etkileşimini yöneten yasalara varmaktır.

 Weber’de ‘ideal tip’ kavramı vardır. Bu olması gerekenle ilişkili bir kavram değildir. Tersine, mantıksal bir anlamı olan zihinsel bir kuruluşu dile getirir.

 İdeal tip, toplumsal oluşun ana ögelerini soyutlayıp vurgulayarak gerçeğe bir düzen vermek amacındadır. Kısaca, ideal tipler bir toplumsal oluşumun en belirgin ve genel niteliklerine dayanarak varılan soylu biçimlerdir. Hemen her somut tarihsel ve toplumsal olay, çeşitli ideal tiplerden pay almış karmaşık bir yapıdır.

 Örneğin belli bir tarihsel olay taşıdığı özellikler itibariyle aynı zamanda feodal düzen, bürokrasi ve karizma gibi ayrı ideal tiplerin bir karışımı olabilir.

 Toplumbilimin görevi, karmaşık toplumsal olaylarda neyin hangi tipe ait olduğunu ayırt ederek bu soyut tipleri kurmaktır.

 Örneğin, insanlar arasında kurumlaşmış ilişki olan ve tarih boyunca çeşitlilikler gösteren egemenlik ilişkisi, ari biçimiyle çözümlendiğinde üç ideal tip içinde ele alınabilir:

1-Dayanağını süregelen düzen ve geleneklerde bulan gelenekçi egemenler.

2-Kaynağını egemenin varsayılan üstün veya kutsal niteliklerinden alan karizmatik egemenlik.

3-Nesnel kurallar sistemine dayanan yasal egemenlik tipleridir.

 

 Şimdi Weber, olgular arasındaki ilişkiyi nasıl ele alıyor ona bakalım:

 Toplumsal yapıyı eşdeğer ögeler arasındaki ilişkilerin bir işlevi sayan Weber, örneğin “Protestan ahlakı ve Kapitalist Anlayış” adlı eserinde, din ile ekonomik sistem gibi iki toplumsal olgu arasındaki işlevsel ilişkiyi şöyle incelemiştir:

 Weber’e göre özgür emeğin rasyonel örgütlenmesi biçiminde tanımlanabilecek olan kapitalizmin doğuşunu rasyonel anlayışta aramak gerekir.

 İşte bu rasyonel anlayışı yaratan protestanlık olmuştur. Weber’e göre, her ekonomik sistem gibi çağdaş kapitalizm de belli insan niteliklerinden, belli ilişki biçimlerinden kaynaklanır. Kapitalizmin dayandığı nitelikse rasyonel anlayıştır. Ancak bu anlayış yaygınlaştıktan sonradır ki, kapitalist sistem geçerlik kazanır.

 Bu anlayışın başlıca ögeleri, günlük meslek uğraşılarının değerli bir yaşam içeriği sayılması, dünya başarısının özellikle ekonomik başarının onurlandırılması, öte yandan rasyonel iş yöntemlerinin geliştirilmesidir.

 Her din, ekonomik ve toplumsal ahlak geliştirir. İşte kapitalizmin önkoşulu olan rasyonel anlayış Batı ve orta Avrupa’da protestanlıkla birlikte doğmuş ve başlangıçta, ekonomik kurallarla ilişkisiz bir kaynaktan gelmiştir.

 İnsanın bu dünyadaki başarısını küçümseyen katolik teologların ahlak ilkelerine karşı çıkan Luter ve Calvin gibi protestan reformcular, insanın dünyaya karşı durumunu değiştiren yeni bir öğreti geliştirmişlerdir.

 Her şeyden önce insanın çalışma ve iş ilişkileri konusunda yeni bir ahlak anlayışı getiren protestanlık mesleki uğraşıları kutsayarak bu dünyadaki başarıyı tanrısal değerlendirmenin temel ölçüsü saymıştır.

 İşte dinsel çerçeve içinde beliren bu ahlak değerlerinin yaygınlaşmasıyla kapitalist ekonominin önkoşulu olan rasyonel anlayış doğmuştur.

 Görüldüğü gibi toplumsal yapıyı eşdeğer ögelerin bir işlevi sayan Weber, belirleyici ögenin bağlamdan bağlama değişebileceği kanısındadır.

 

 Sınıf görüşü; Weber, sınıfları karakterlerine göre üç gruba ayırmaktadır:

 1-Toplumsal sınıflar

 2-Sosyal sınıflar hiyerarşisi

 3-Siyasal iktidar hiyerarşisi

 

 Toplumsal sınıflar:

 Weber, sosyal sınıfların temelde ekonomiye bağlı olarak meydana geldiklerini kabul etmektedir. Ona göre, herkesin sıfını sermaye gibi sahip olduğu bireysel imkanlar tayin eder. Bu değişkenlerin bileşkesi durumunda ekonomik ürünlerden faydalanmak bakımından kişiler arası farklılıklar vardır.

 Bir sosyal sınıf aynı durumda olan bireylerden meydana gelir. Ancak bireylerin aynı durumda olduklarının bilincine varmaları gerekir.

 Sermaye, bir yerde sınıfları yapan unsurdur. Sosyal eşitsizliklerin doğmasını, bir yerde bu unsur sağlar.

 Sınıflar arasında farklılıkları doğuran şey, mülkiyetin şekline ve piyasaya sürülen mala bağlıdır. Weber, sınıfların varlığını kabul etmekle birlikte hangi sınıfların bulunduğunu açık bir şekilde belirtmemiştir. Yine işçi sınıfını kabul etmekle birlikte bunların yapmış oldukları iş ve almış oldukları ücret itibariyle büyük farklılıklar gösterdiğini kabul etmiştir.

 Mülkiyet ve eğitim nedeniyle imtiyazlı durumda olanları yönetici sınıfları olarak kabul etmiştir. Aydınları da bir sınıf olarak görmekte ve özel mülkiyet araçlarına sahip olmamalarına rağmen “aydınlar bağımsızdır” demektedir.

 Weber’e göre, sınıflar arasında çatışma da vardır. Ancak bu çatışma, çoğul durumdadır. Yani tüm sınıfların birbiriyle çatışması sözkonusudur.

 Burjuvazi, bürokrasi ve işçi sınıfı birbiriyle çatışmaktadır. Weber’e göre asıl çatışma sermayeyi elinde bulunduran burjuvazi ile işçi sınıfı arasında değil, bürokratlarla işçi sınıfı arasındadır.

 Weber’e göre bilinç yoksa sınıf teşekkül etmemiştir. Çünkü, bilinç yoksa kadercilik vardır. Kaderciliğin ortadan kalkması sınıf bilincinin doğmasına bağlıdır.

 

 Sosyal sınıflar hiyerarşisi:

 

 Weber’e göre sosyal statü, toplumsal itibar hiyerarşisinde önemli bir yeri ifade eder. Ona göre, statüyü belirleyen en geniş anlamıyla, insanların eğitim ve yaşama biçimleridir.

 Statü grubu ile gelir grubu aynı şey değildir. İnsanların fazla gelir sahibi olmaları onların statülerini yukarıda gösterir.

 Weber’e göre modayı belirleyenler belli bir statü grubudur. Ancak aynı modayı taklit edenler aynı sosyal statü grubuna girmezler.

 Ona göre herkes kendi statüsünde olanla evlenebilir ve belli yerlerde çalışabilmek için de belli bir statü grubundan olmak gerekir.

 Bazı sosyal statüler, etnik özellikler gösterir. Mesela, ABD’de en yüksek statüye sahip olanlar sırasıyla; Anglo-Saksonlar sonra İtalyanlar, Portekizliler, Meksikalılar ve en altta zenciler bulunmaktadır. Weber, bu durumu göç olayına bağlıyor.

 Sosyal statü ve sınıflar arasında herhangi bir ilişki var mıdır?

 Sorusuna aynı sınıftan olan kişiler aynı aynı statüden sayılabilirler. Ancak sosyal statü zaman zaman sınıftan daha önemli olabilir. Mesela, bir zenci işadamı ile bir İngiliz işadamı, aynı gelire sahip olsalar bile İngiliz işadamı statü itibariyle daha itibarlıdır.

 Sosyal sınıflar hiyerarşisi her yerde aynı mıdır?

 Sorusuna Weber, “aynı değil” diye cevap verir. Mesela Batı toplumlarında el emeğine dayanan işçiler sosyal sınıf statüsünde alt sıraları işgal ederken, kafa işçiliği ise dah üst sıraları teşekkül eder.

 Rusya’da ise el emeği Batıya göre daha önemli kabul edilir. Osmanlılarda da ticaretle uğraşanlar alt statüde kabul edilirlerdi.

 Weber’e göre üç tür sosyal sınıf vardır:

 1-Sermayeyi elinde bulunduran; ‘burjuvazi’.

 2-Yönetimi elinde bulunduran; ‘bürokratlar’.

 3-Ürün ortaya koyan; ‘işçiler’.

    Her sınıf içinde statü farkları da vardır.

 Sosyal iktidar hiyerarşisi:

 Weber’e göre siyasal iktidarlar, isteklerini zorla da olsa kabul ettirebilme gücüne sahiptirler. İktidarın kaynağında ekonominin büyülü rolü vardır. Ancak siyasal iktidarın kaynağı sadece para değildir.

 Siyasal iktidarlar; üyelerine maddi avantaj ve sosyal prestij sağlamak amacıyla bir yöneticiler grubunu iktidara getirmek için kurulmuş siyasi derneklerdir. Weber’e göre partiler sınıf partisi olabileceği gibi olmayabilir de.

 

 KARL MARX ( 1818 – 1883 ) :

 

 Sonradan Protestanlığı kabul etmiş, Yahudi kökenli Alman bir avukatın oğludur. Çok iyi öğrenim görmüş; tarih, felsefe ve hukuk eğitimi almıştır.

 Hegel’in tesiri altında kalmış, ilk tezini Epiküros üzerine vermiş daha sonra da gazeteciliğe başlamıştır.

 1844 de Engels ile tanışmış ve öğretilerini de bu tarihten sonra daha fazla geliştirmiştir.

 Yetişmesi, yolculukları, dostlukları onu üç düşünce akımının kavşağına getirmiştir:

 Bunlar; Alman felsefesi, Fransız sosyolojisi ve İngiliz ekonomi bilimidir. Bunların etkisi ve sentez çabası ile Marx, kendi öğretisiyle ‘bilimsel sosyalizm’in başladığı görüşündedir.

 Ona göre insan, sadece düşünen varlık değil aynı zamanda eylemde bulunan (praxis) bir varlıktır. Çalışmalarının başlangıcında, insanın faaliyet alanının ekonomi olduğunu, bunun aynı zamanda filozofların da faaliyet alanı olduğunu söyler.

 Diyalektik sayesinde ekonomiyi somut bir felsefe olarak ele aldı. Marxsizm hem bir ideoloji hem de bir analiz metodu kurdu.

 Marxist öğretinin birbirine derinden bağlı üç ana yönü vardır:

 1-Felsefe, 2-Tarih felsefesi, 3-İktisat kuramı.

 

 Marxizmin Felsefesi:

 

 Felsefesi, “diyalektik materyalizm”dir. Marx, her gerçeği maddi sayan ve ruhun, zihnin, kutsal varlıkların ayrı gerçekler olduğunu reddeder.

 Bu konuda klasik maddecilikten (Demokritos, Epiküros vs.) hareket eder. Ancak klasik maddeciliğin durağan olmasına karşılık, Marx’ın ki, dinamiktir. Marx, evreni sürekli bir oluşum halinde görür. Bu görüşünü açıklamak için, Hegel’in; tez, antitez, sentez diyalektiğini kullanır.

 Dünyanın gelişmesini, kimi anlarda zamanla birikmiş belli belirsiz nicel değişmelerin ortaya koyduğu gerilimle ve denge bozukluklarıyla kaçınılmaz biçimde meydana gelen nitel sıçramalarla yani devrimlerle açıklar. Her devrimi yeni ve geçici bir denge izler. Ancak bu denge zamanla, kendi iç çatışmalarını doğurur ve sonuçta yeni bir nitel sıçramaya sebep olur.

 Hegel diyalektiği, idenin tabiatta kendini gerçekleştirmesini göstermek için kullandığı halde Marx, diyalektikten sadece maddi bir evreni otrtaya koymak için yararlanmıştır.

 Marx’a göre, “Hegel’in diyalektiği, başı üzerinde yürümektedir. Bu diyalektiğin akla uygun olabilmesi için, onun ayaklarını yere bastırmak gerekir”, der.

 

 Marx’ın Tarih Felsefesi:

 

 Kendi diyalektik materyalist felsefesinden türemiştir. Ona göre, her tarihi olay, bütün iktisadi üst yapı etkenlerinin tesiri ve tepkisinin bir sonucudur. Toplum bu etkenlerin zoruyla sonunda kendi yolunu bulur.

 Marx’a göre tarih; yani insanların geçmişini ve bugününü belirleyen, sömüren sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki mücadeledir.

 Bu mücadele sonunda bitecektir. Çünkü, proleterya kendini sömüren sınıftan yani burjuvaziden kurtulabilmek için aynı zamanda toplumu, insanın insanı sömürmesinden ve sınıf mücadelesinden kesinlikle kurtarabilmek için, kendi iktidarını kuracaktır.

 Marx’a göre bu yine sınıf mücadelesinden doğan bir sınıf mücadelesidir. Proleterya, kapitalizmi yıkarak hakkını gaspedenlerden, gaspederek alacaktır.

 Toplumların gelişme yönünü, olayları gözlemleyerek bilimsel yoldan belirlemek isteyen Marx, proleteryanın zaferiyle kurulacak olan sınıfsız toplumun (komünizm) yapısı hakkında berrak açıklamalarda bulunmaktan kaçınmıştır. Sadece sömürülmekten kurtulan insanın, kendi faaliyetine düşen gerçek paya hak kazanacağını ve kendi üretiminin tam karşılığını alabileceğini dolayısıyla da toplumun, insanın insanı sömürmesinden büsbütün kurtulacağını ileri sürer.

 

 Marx’ın ekonomi kuramı:

 

 Kapitalist ekonomiyi eleştirmek bir yerde Marx’a, bir ekonomi teorisi geliştirmek fırsatı vermiştir. Bu kuram, işçi sınıfını kurtaracak mücadelenin sürecini bilimsel yoldan açıklamak içindir.

 Marx’ın, iktisat teorisinin temellerini; “sermaye, değer, emek ve artı değer” kavramlarına verdiği anlamlar oluşturur.

 Sermaye; yalnız sahiplerinin dışında başkaları tarafından işletilen üretim ve mübadele araçlarıdır.

 Bu araçların sahibince, işçilere emekleri karşılığında ödenen ücret toplamı, o malın değerini oluşturmaktadır. Bu fiyata bir de ‘kâr’ eklenmektedir.

 İşte bu kâr, ‘artı değer’i oluşturmaktadır.

 Marx’a göre kapitalist üretim biçimi, üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistlerle, emeğini kapitalistler için kullanan proleteryayı karşı karşıya getirmiştir. Bütün çelişki bu durumdan kaynaklanmaktadır. Müteşebbis, artı değerin büyük bir kısmını, yeni bir artı değer alabilmek için kullanır.

 Ona göre, artı değerin yeniden sermaye haline dönüştürülmesi, sermaye birikimini ve eşitsizliği meydana getiren en önemli olaydır.

 Başlangıçta, çok sayıda yeni el emeğine iş alanı sağlayan kapitalist birikim daha sonra işsizlerin, yoksulların, sınıf dışı kalmış işçilerin meydana gelmesiyle nispi bir nüfus farklılığına yol açmıştır. Bu da sınıflar arası farklılıkları daha da fazlalaştırmaktadır.

 Marx’a göre iktisadi krizler, sermaye birikiminin bir sonucu olmaktadır. Bu krizler üretici kesiminin yeni olanaklarıyla tüketicilerin azalan satın alma gücü arasındaki oransızlıktan meydana gelir ve küçük üreticileri iflasa sürükleyerek onların da proleterleşmesine yol açar.

 Kapitalizmin başka bir iç çelişkisi de üretim ve mübadele araçlarının özel mülkiyette toplanması, üretim sürecinin toplumsal niteliğine aykırı olacaktır. Diğer kuruluşlarda onbinlerce işçiyi bir araya getirmekle kapitalist rejim, üretim sürecine toplumsal bir nitelik verecektir. Bu da üretim ve mübadele araçlarının ister istemez kolektif mülkiyet konusu haline getirecektir.

 Şiddetli bir ekonomik kriz anındaki, genel grev ve eylemler işçi sınıfının devlet yönetimini ele geçirmesine olanak sağlayacaktır.

 Marx’a göre devrimle birlikte proleterya sermayeyi tümüyle burjuvazinin elinden alacak, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplayacaktır.

 Tek hakim sınıf olarak örgütlenmiş olan proleterya, devlete de hakim olacaktır.

 Marxist teoeriye göre, bu çeşit bir kolektifleşme hemen hemen bütün ekonomik faaliyetler birkaç büyük anonim şirketin elinde olduğundan dolayı kolayca gerçekleşecektir.

 

 Marx’ın sosyal sınıflara dair görüşleri:

 

 İlk bilimsel sınıf görüşü Marxist görüşle kurulmuştur. Ancak Marx, sanıldığının aksine sınıf konusunda çok açık değildir. Üstelik sınıf görüşünde zaman zaman çelişkiler de görülmektedir. Bu görüşler çerçevesinde İki Marx’tan sözetmek mümkündür; ‘tarihçi Marx’ ve ‘teorici Marx’.

 Tarihçi Marx, toplumları incelerken, pek çok sınıfın varlığından sözeder.

 Teorisyen Marx ise iki sınıf üzerinde durur; kapitalist sınıf ve proleterya.

 Marx’a göre insanın sınıfını, mesleği, geliri veya sınıf bilinci değil bu durumu tayin eden düşüncenin olmasıdır.(Bu görüş materyalizmle çelişmektedir) Belirli durumda olan kişiler yavaş yavaş içinde bulundukları durumda ortam nedeniyle belirli tarzda düşünmeye başlarlar. Eğer bir sınıfta, sınıf bilinci doğuyorsa, bu da o sınıfa bağlı kişilerin belirli koşulların etkisinde kalmalarındandır.

 

Marx, yapmış olduğu tarih incelemeleri neticesinde, toplumların genellikle beş açşamalı bir gelişme gösterdiğini belirtmiştir. Bunlar sırasıyla:

 “İlkel-komünal toplum, antik-köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve gerçekleşecek olan, komünist toplum”.

 

 Fiyat = ücret + masraf + kâr (artı değer)

 

 Marx, “fiyat, ücret ve masrafın toplamına eşit olsaydı, sınıf olmazdı”, der. Bir şeyin fiyatını belirlerken, o şey için yapmış olduğumuz masrafa ve işçiye emeği karşısında ödenen ücrete bir de kâr eklenmektedir. Bu kârı yani artı değeri, işçi emeğiyle yaratır ama cebine indiren patron olur.

 İşte bu durum, sınıfların meydan gelmesinde en önemli etkendir.

 

 Marx’a göre devrimin gerçekleşmesi:

 

 Kapitalizm ilerledikçe ve güçlendikçe rekabet piyasası da büyümektedir. Bu piyasa içinde büyük ve küçük işletmeler vardır. Ancak rekabet piyasasında, serbest rekabet şartları olmadığı için küçük işletmeler zor durumda kalırlar. Rekabetin daha da artmasıyla küçük işletmeler, işyerlerini kapatarak başka bir sermayedarın hizmetinde çalışmaya başlarlar. Yani proleterleşirler.

 Sermaye birikiminin hızlanması sonucu, işçi sınıfı genişlerken, sermayedar sınıfı daralmaya başlar.

 Marx, ihtilalin sebebleri üzerinde dururken, en önemli nedenlerden birinin, sermayedar sınıfının zenginleşmesi, işçi sınıfının ise fakirleşmesi olduğunu söyler.

 Arz ve talep kanunlarından dolayı, işçiler çoğalır ve bu yüzden de ücretler düşer. Sonunda devamlı fakirleşen işçi sınıfında patlama olur ve devrim gerçekleşir.

 

 Marx, ideolojilerle sınıflar arasında ilişkiler görmüştür:

 

 Ona göre her sınıfın bir ideolojisi vardır. Örneğin, feodal düzenin hakim sınıfı; ‘toprak burjuvazisi’nin ideolojisi; ‘muhafazakarlık’tır.

 Kapitalist sınıfın ideolojisi; ‘liberalizm’, işçi sınıfının ki ise ‘sosyalizm’dir.

 Bir ülkede hakim sınıf hangisi ise onun ideolojisi hakimdir.

 

  İdeolojik oluşum (alt yapı ve üst yapı):

 

 Ortam (toplumsal çevre) à Kişi (belli bir nedenle incelemeler, araştırmalar, buluşlar) à İdeoloji àPropaganda àToplum / sınıf  àEylem à Ortam (toplumsal çevre) àKişi à Geliştirilmiş ideoloji…

 

 Bir ideoloji toplumun ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa, toplum tarafından benimsenir. Bu benimsenme bir bilinçlenmeye yol açar. Toplumun bilinçlenmesiyle de eylem meydana gelir. Eylemle sosyal ortam değiştirilmeye başlanır. İkinci safhada toplumsal sınıfın kişiyi etkileyen faktörleri, belirli nedenler sonucunda, toplumsal bir çözüm bir ideoloji meydana getirmesine yol açar. Bu durum propaganda yoluyla topluma aktarılır ve bilinçlenmenin sonucunda eylem meydana gelir.

 Şartlar değiştiğinde, ideolojide de değişiklik yapmak gerekir. Aksi halde ideolojiler yok olup giderler. İdeolojide yapılan değişiklikler bir helezon şeklinde devam eder gider.

 

 Marxizmin eleştirisi:

 

 Marx, işçi sınıfı ile burjuva arasında kalan sınıfı ihmal etmiştir. ‘Orta sınıf’ olarak nitelendirilen sınıf, Marx’da gereği gibi incelenmemiştir.

 Örneğin, doktorlar kendi artı değerini kendileri yaratmakta ve kendileri almaktadır.

 Yine çağdaş marxistlerin, küçük burjuva olarak niteledikleri memurlar ve bürokratların sermayedar sınıfa mı yoksa işçi sınıfına mı sokulacakları belli değildir.

 

 Marx’ın sınıf görüşünün sistemleştirilmesi:

 

 Sınıf ayrımının temeli, üretim araçlarının mülkiyet biçimidir. Yani özel mülkiyet sınıf ayrımının temelini oluşturmaktadır. Aynı zamanda özel mülkiyet işbölümüne neden olmaktadır. Kısaca:

 İşbölümü + özel mülkiyet = sınıf ayrımı.

 

 İlkel komünal toplumlarda, işbölümü ve özel mülkiyet olmadığı için, ilkel komünist / sınıfsız toplumlardır.

 Toplumsal işbölümünün başlaması ve yaygınlaşması ile özel mülkiyet ortaya çıkmıştır. Özel mülkiyet de sınıflara yol açmıştır.

 Toplumsal evrim çelişenlerin çatışmasıyla olmaktadır. Örneğin, antik- köleci toplumda; köle ve efendisi, feodal toplumda; derebeyi ve serfler, kapitalist toplumda; işçi ve sermayedar sürekli çatışmaktadır. Toplumların tarihi, bu çatışmaların tarihidir.

 Yeni bir sınıf oluştuğu zaman bir önceki sınıf ortadan kalkmaz, gitgide önemini kaybederek devam eder.

 

 Marx’a göre sosyal tabakalar:

 

 Marx, çok açık olmamakla beraber sınıfların içinde bir takım tabakaların da bulunabileceğini söylemiştir. Ana çatışma sınıflar arası olmakla birlikte ikinci dereceden sınıf içi çeşitli tabakaların birbiriyle çatışan menfaatleri olabilir.

 Örneğin, burjuvazi içinde; endüstriyel burjuvazi, ticari burjuvazi, toprak burjuvazisi gibi tabakalar vardır. Zaman zaman bunların menfaatleri birbiriyle çatışır. Yine işçi sınıfı içinde; kafa işçisi, kol işçisi. Kol işçileri içinde teknisyenler, ustabaşılar gibi sınıf içi tabaka mücadeleleri görülebilir.

   Her sınıf, diğer sınıfla yapmış olduğu mücadele de sınıfın kendi içindeki tabakalar arasındaki çatışmadan yararlanmaya çalışır.

 

 Weber ve Marx’ın karşılaştırması:

 

 1-Marx konulara makrososyoloji, Weber ise mikrososyoloji açıdan bakar.

 2-Marx; topluma, toplumlara önem verir, Weber ise birey ve gruplara.

 3-Marx’a göre ekonomik koşullar üretim araçlarının mülkiyetine bağlıdır. Weber ise ekonomik koşullara önem verir. Ancak mülkiyet konusunda bir açıklık getirmemiştir.

 4-Marx’a sosyal sınıfları doğuran bilinç değil kişilerin içinde bulundukları ortamdır. Yani üretim araçlarına sahip olup olmadıklarıdır.

 Weber’e göre ise sosyal sınıfları doğuran bilinçtir.

 5-Marx, sosyal farklılaşmada sınıflaşmayı ele alır. Hiyerarşik farklılıkları sosyal sınıflara bağlar.

 Weber ise hiyerarşiyi sınıflandırır.

 6-Marx, sınıf farkının ortadan kalkması için devrimi gerekli görür.

 Weber ise piyasa ekonomisinin olmadığı yerlerde sınıf farkının olmayacağını, piyasa ekonomisi süreceğine göre de sınıf farklılığının da olacağını ileri sürer.

 7-Marx’a göre, sınıflar arasında bir çatışma vardır. Ve bu çatışmada uzlaşma sözkonusu değildir.

 Weber’e göre ise sınıf çatışmasında uzlaşmalar olmaktadır. Bürokrasi işini iyi yaptığı sürece çatışmalar en aza inecektir.

 8-Marx devlete, Weber ise iktidara önem verir.

DENEMELER -2 (AHMET AĞI)

Pazar, Mayıs 31st, 2009

 

– Tabular, önyargılardan beslenir.

 

– Sorgulanmayan fikirler, dogmatizmin ötesine geçemez.

 

– Bilgi, kesinliği herkes açısından genel geçer olduğundan müdahaleyi, dogma ise inananları bağladığından müdahalesizliği meşru kılar.

 Ancak bu teoride böyle, gerçekte ise dogmatizm, şovenizme dönüşür ve kendisi gibi olmayana hayat hakkı tanımaz. Bilgi toplumunda ise eylemleri şiddet içermediği sürece, karşıtlarına dahi eşit hak ve özgürlükler talep eder.

 

– Bütün ihtiraslar, güç isteminden doğar.

 

– Kendisi için iyi olan (koşulsuz), başkası için iyi olandan (koşullu) daha muteberdir.

 

– Varlık; sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen, sürekli bir oluştur.

 

– Tanrı düşüncesi insanlığın gelişim sürecinde, hem en büyük engel hem de ulaşmak istediği en büyük hedef olmuştur.

 

– Bireyin en temel durumu, yalnızlık ve korkudur. Yapıp etmelerinin tümü bu durumu aşmaya yöneliktir.

 

– Başkasını yücelttikçe kendimizi küçültürüz, kendimizi yücelttikçe de komplekslerimiz belirginleşir.

 

– Etik; özgürlüğün bir paylaşımıdır.

– Etiği belirleyen özgürlük bilinci, özgürlüğü belirleyense, varlık bilincidir.

– Erdem dediğimiz şeyse tarafların birbirine eşit/adil davranmasıdır.

– Etik ve özgürlüğün sınırlarını belirleyen; ‘ben’in karşısında ‘sen’in varlığıdır.

 Benin ‘söz – eylem’ özgürlüğünü, senin ‘söz- eylem’ özgürlüğü sınırlayarak belirler.

– Etiğin ve özgürlüğün en temel ilkesi; (hiçbir şeye zarar vermeden) herkese ve herşeye karşı adaletli olmaktır.

 

– Her türlü varlığı indirgeyerek açıklama girişimi, metafiziksel bir yaklaşımdır.

 

– Bilinç ile özdek arasında, mahiyet farkı olsa da birlikteliği olgusal bir gerçekliktir.

 

– Bilgili olmak, ‘bilinçli olmak’ değildir ama bilinçli olan bilgilidir de.

 Önemli olan bilgiye sahip olmak değil, onu uygulayabilmek, değerlendirebilmek ve sentezleyebilmektir.

 

– Her türlü fanatizm, sonunda despotizme dönüşür.

 

– Kutsal bildiklerinizi, ne kadar sorgulayabiliyorsanız o kadar özgürlükçüsünüz demektir.

 Sorgulamayan itaatkar faşizm, özgürlüğü de tehdit eder.

 

– İnsanlar sahip oldukları mülkiyet oranında muhafazakar, sahip olmadıkları oranda da devrimci fikirlere sahiptirler.

  

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

 

– Felsefe, insanın içinde bulunduğu evreni tanıyabildiği kadar kendisidir.

 

– İnsanlık tarihi bir eylem olarak; kendini bilme, tanıma ve geliştirme sürecidir.

 

– İnsanlık tarihi dünya tarihinin, dünya tarihi ise evrensel tarihin bir sonucudur.

 

– Bir doğa varlığı olan insanın bilincinden bahsediyorsak, doğanın da bir tür bilince sahip olduğunu kabul etmemiz gerekir.

 Herşey birer ‘akıllı tasarım’ ürünü olarak, iyi bir usta işi görünmekte. Bu usta kimdir veya nasıl bir şeydir? 

 Tüm dünya, bizden daha gelişmiş bir medeniyette yaşayan bir çocuğun, bilgisayarında oynadığı bir ‘medeniyet kurmaca’ oyunu olabilir mi?

 Pek çok şey mümkün…Kesin olan bu konuda olanaklı bilgilerden sözedebileceğimiz ama ‘şöyledir’ ya da ‘böyledir’ diyemeyeceğimiz.

 

– Bizim samanyolumuz ve dünyamız güneşin bir parçasıysa, güneşin de başka bir ‘bing-bang’in sonucu olması muhtemeldir.

 

– İnsan zekası, evrensel oluşu kavramaya yönelik somutlaşmış bir bilinç halidir. İnsanlık tarihi ise insanın kendini ve içinde bulunduğu evreni keşfederek tanıma ve bilme sürecidir. Varolanı kavramsal olarak yeniden kurma, tümüyle kendini bilme ve yeniden üretmektir. 

 

  – Bilmek; değiştirmektir, değiştirmek; özgürlüktür.

 

 – Çelişkiler bizim bilgi kuramlarımızda, gerçekte değil.

 

 – Doğanın yasalı oluşu, bilincin bir göstergesidir.

 

 – Dünya tarihi; üçüncü çağa doğru hızla ilerlemekte.

 Birinci çağ; İnorganik çağ (tez), canlı yaşamının henüz başlamadığı devir. Evrimsel süreçte ulaştığı en üst aşama; kimyasal oluşum (hücrenin yapı taşlarını oluşturan aminoasitler).

 İkinci çağ; organik çağ (antitez). Evrimsel süreçte, kendini en üst aşamada ‘insan’ olarak gerçekleştirmiştir.

 Üçüncü çağ; evrensel çağ (sentez). İnsanın kendisini, ‘ tekno-insanla aşarak, evren varlığına dönüşeceği çağ. Tabi bu aşamaya kadar dünya bir felaketle karşılaşmazsa.

 Her çağ evrimsel olarak, ulaştığı en üst aşamada, kendisini üreterek yeni bir çağı başlatmaktadır. İnsan da ulaşacağı en üst aşamada, kendini yeniden üretecektir.

 

– İnsan eyleminin amacı; mutlak bilgi, mutlak güçtür.

 

– Dünyanın mahvına bile olsa, insanoğlu bilme arzusundan; kendini, dünyayı, evreni… bilmek ve işleyişine müdahale etmekten vazgeçmeyecektir. En azından şimdiye kadar bu böyle oldu. Moral değerler insan egosunu ne kadar dizginlemeye çalışsa da o bir yolunu bulup kendi gelişimine devam etmekte.

 Ayn Rand’ın dediği gibi ‘ego büsbütün kötü olsaydı, iyi olanları izah edemezdik’.

 

 – Yıldızları sadece bir esin kaynağı olarak görmek isteyenlerin yanında, onlara ulaşmak isteyenler de her zaman varolacaktır. 

 

 – İnsanoğlunun yaptıklarıyla dünyayı bir felakete götürdüğü söylenebilir ama unutmamalı ki, insan etkisi olmadan da dünya her an bir felaketle karşılaşıp yok olabilir.

 İnsanlığın bu felaketi beklemek yerine, yazgısını değiştirmeye çalışması çok daha akıllıcadır. Sadece temaşa halinde şükrederek beklemek, miskinlerin işidir.  İnsan ne yapabileceğinin ve ne olabileceğinin sonuna kadar gitmeli. Her şeyin mahvına bile olsa, yazgısını değiştirebilecekse buna değer.

 Madem ki var, başına gelen ve gelebilecek olanların, bir yazgı olup olmadığını anlamak ve değiştirmek adına tüm olanaklarını sonuna kadar zorlayıp, içinde bulunduğu alemi anlamaya ve bilmeye çalışmalıdır.

 

– İnsan neyi bilirse, o kadar müdahil olur.

 

– Kötü olan liberalizm değil, toplumun bilinçsizliği ve bireylerin örgütsüz oluşudur. Liberalizm aslında tam bir sivilizasyon sürecidir. Bireylerin özgürce örgütlenmelerinin önünü açar. Devletin çekildiği alanları, Sivil Toplum Örgütleri almakta, devlet toplumun bütününe yayılmakta, devletin yaptığı işleri STK’lar yapmaktadır. Sosyal denge, tamamiyle ihtiyaç ve taleplere göre STK’lar aracılığı ile sağlanmaktadır. (Siyasi liberalizmin nihai amacı ise, toplumun devlet olduğu aşamadır.)

 Unutmamalı ki, iyi yönetilmeyen devlet de faşizm, sömürü, etnik kimlik gibi konularda her türlü terörden çok daha tehlikeli olabilmektedir.

 

– Kapalı toplumlarda kollektif örgütlenmeler, açık toplumlar da ise bireylerin özgürce girip çıktığı liberal örgütlenmeler vardır. Kapalı toplumlarda millet, devlet içindir ve ordu sadece dışarıya karşı değil, kendi halkına karşı kullanılmak için de vardır.

 Açık toplumlar, kişi hak ve özgürlüklerinin yasal güvence altına alındığı toplumlardır. Yargı bağımsızdır ve herkese açıktır.

 Dinsel cemaatçilik ile ideolojik (kollektivist) cemaatçilik arasında, ritüellerinin dışında hiçbir fark yoktur. Aynı yapısal örgütlenme biçimine sahiptirler.

 Sınıf egemenliği, toplumun diğer sınıfları üzerinde baskı kuran, diktacı bir rejimdir (proleteryanın diktatörlüğü gibi). Sınıfsız toplum ise ütopik bir yaklaşımdır.

 Mülkiyeti kontrol altında tutarak; adil, sömürmeyen, erdemli bir devlet kuralım derken, kendi ellerimizle özgürlüğümüze son veren devasa bir diktatörlük kurmaksa tercih edilecek bir durum değildir.

 Yapılacak olan; sosyal hakların yasal güvence altına alınarak, insan onurunu düşürmeden, sınıflar arasındaki makası makul ölçülerde tutmaktır.

 

– Devlet vatandaşlarının hizmetinde değilse, onlardan aldıklarını adil bir şekilde dağıtmıyorsa, kimin yönettiğinin ne önemi var?

 Aynı sömürüye tabi tutuluyorsan, sömürgeci yerli olsa ne olur, olmasa ne olur…

 

Vatandaşlarına adil davranmayan bir devletin, herkesten vatandaşlık görevlerini yerine getirmelerini (gerekirse ölmelerini) bekleme hakkı yoktur.

  Aslolan hayattır, insanların huzur ve refahıdır.

 

 – Bir ülkede, yasalarca korunan imtiyazlı sınıf ve kesimler olduğu sürece, orada tam demokrasiden bahsedilemez.

 

– Vatandaşının hak ve hukukunu gözetmeyen, kötü muamele görmesine göz yuman bir devletin, kendisini haklı gösterecek hiçbir sebebi olamaz.

 

– İnsanları ne kadar dışlarsanız, o kadar terörize edersiniz. Aslolan, herkesin sistem içine alınarak, gelişimine yardımcı olmaktır.

 

– Hak ve özgürlüklerimize ilişkin taleplerimiz kadar, onları isteme yöntemimiz de bir o kadar önemlidir.

 Terör örgütleri de  çok masum ve haklı taleplerle yola çıkabilir. Ancak  meşruiyyetlerini yitirmelerine yolaçan, taleplerini elde etme yolunda uyguladıkları yöntemlerdir.

 

– Evrensel, herkes için genel geçer doğrular vardır ancak öncelikler de vardır. Her durum ve koşulda aynı doğruları savunamazsınız.

/

 – Bir ‘ulus devlet’te, halklar arasındaki eşitsizlikleri, ‘insan hakları’ bakımından eşitlemeye çalışırken, bu hakların siyasi açıdan da değerlendirilmesi bir o kadar önemlidir. Aksi halde ‘ulusal özgürlük’, ‘ulusal birlik’ ve ‘entegrasyon’ süreci zarar görebilir.

 

 ‘İnsan hakları’ bakımından her alanda talep edilen ‘eşitlik’, siyasal olarak değerlendirilmediğinde ayrışma ve bölünmeye yolaçabilir.

 

 – Ulus devletin varlığını sürdürebilmesi için, bütün halkların eşit haklar bakımından olduğu kadar, birlik açısından da katkı vermeleri gerekir. Entegrasyon sürecinin durması, birliği parçalar.

 

 – Ulus devletin de kendine özgü birtakım kuralları vardır:

 Herkesin ‘anadili’ni konuşması, bir temel haktır. Bu dilin yasaklanması ise faşizmdir. Bir ulus devletde herkes anadilini öğrenebilir, konuşabilir, yayın yapabilir. Resmi dilin tek olması hem entegrasyon süreci hem de pragmatik açılardan zorunludur. Resmi dilin öğretilmesiyle beraber “anadilde eğitim” bir haktır. Egemen bir devlette halkların, kendi ana dillerine göre eğitim yapması kuşkusuz ayrışmayı belirgin bir hale getirecektir ancak, insanların bu haktan men edilmesi durumunda da illegal yollardan ayrılıkçı davranışlara zorlanması, yasakçı politikalar nedeniyle olacaktır. 

 

 – Ulus devletin parçalanması, diğer devletlerin varlığını tehdit eder riskler taşıyorsa, bölünmeme yönünde herkes aynı hassasiyeti göstermelidir.  

 Her egemen devletin, kendi güvenliğini tehlikeye sürükleyecek hiçbir oluşuma geçit vermek istememesi onun pek tabii hakkıdır.

 

 – Tek bir ‘etnik kimlik’e dayalı devletlerde ‘ulus devlet’ modeli ideal görülebilir fakat çok kimlikli ülkelerde bu model, halkların siyasal eşitlik talep etmesi halinde, merkezi yönetim buna izin vermeyeceği için sonuçta büyük çatışmalar ve acılar yaşanmasına da neden olabilmektedir.

 

 – ‘Eyalet’ sistemine dayalı ‘federatif’ yapılar ise halklar açısından daha özgürlükçü olmakla birlikte bölünmeye daha açıktır.

 

 – Daha çok sayıda halkın eğemenliği açısından, devlet sayısının çokluğu mantıklı gelebilir ancak bu daha çok küçük devlet demektir. Küçük devletlerin, büyüklerin uydusu olması ya da egemenlik hakkını kötüye kullanmaları halinde, denetimleri de çok büyük sorunları beraberinde getirmektedir.

 

 – Devletler ortaya çıkan durum ve ihtiyaçlara göre, çıkarları doğrultusunda resmi ideolojilerini de yönetim biçimlerini de değiştirebilirler.

 

 – Bazı ülkelerin sadece kendi vatandaşlarına karşı değil, bölgesindeki diğer ülke ve isanlara karşı da tarihten gelen görev ve sorumlulukları vardır. Bu nedenle çeşitli zamanlarda, ülkesinin güvenlik ve refahını da tehlikeye atabilirler. Bu, ‘lider ülke’ olmanın bedelidir.

 

 – Sürekli güvenlik tehdidi altında yaşayan ülkelerde, güvenliğe ayrılan payın çok fazla olması halkın refahını kısıtlayan bir unsurdur.

 

 – Bazı ülkeler birden fazla medeniyetin üyesi olabilir. Bu olağanüstü bir ayrıcalık ve zenginliktir. Bir ulusun hangi medeniyete ait olduğunu sadece dil ve din değil, tarihsel süreçleri de belirler. İki medeniyetlilik, hem o ülke hemde diğer ülkeler bakımından uzlaştırıcı yanıyla bir şanstır.

 

– Bazı ülkelerin jeopolitik konumu, iki medeniyetlilik gibi kendine özgü farklı özellikleri nedeniyle tek eksen yerine, ‘çok eksen’li olmaları  yadırganacak bir durum değildir.

 …

– Yeni oluşan oligarşiye karşı çıkarken, eskisine sarılıp savunmak da yanlışta ısrar etmektir.

 Her oligarşi, diğerlerinin egemenliğine karşı çıkarken, kendisine ise her koşulda teslimiyet ister.