Posts Tagged ‘Kafir’

ÖMER HAYYAM

Cuma, Haziran 20th, 2014

ÖMER HAYYAM – RUBAİLER

– Mutlu olmak için ya elindekini kullanacaksın ya da elindekileri çoğaltacaksın.
-Tanrı hepimizi affedip cennetine alacak, kötü olana kötülükle karşılık verirse, ne farkı kalır bizden?

***

 Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar

Güneş yalnız da olsa etrafına ışık saçar

Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık

Kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar

Var mı dünyada günah işlemeyen söyle
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle
Bana kötü deyip, kötülük edeceksen
Yüce tanrım, ne farkın kalır benden söyle
*
Bir elde kadeh bir elde Kuran
Bir helaldir işimiz bir haram
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz ne de Müslüman
*
Cennette huriler varmış, kara gözlü
İçkinin de ordaymış en güzeli
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz
Bak bir yanda şarap, bir yanda sevgili
*
“Irmaklarından şarap akacak” diyorsun
Cennet-i âla meyhane midir?
“Her mümine iki huri” diyorsun
Cennet-i âla kerhane midir?
*
Kim senin yasanı çiğnemedi ki, söyle?
Günahsız bir ömrün tadı ne ki, söyle?
Yaptığım kötülüğü, kötülükle ödetirsen,
Sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle?
*
Şarap testimi kırdın tanrım
Zevk yolumu tıkadın tanrım
Nar rengi şarabımı yere çaldın tanrım
Tövbeler olsun, yoksa sarhoş musun tanrım?
*
Beni sana getiren yoksulluk muydu?
İstekleri basitse, kimse yoksul değil.
Dürüstü ve özgürü onurlandırabiliyorsan
Beklediğim onur vermen, başka birşey değil.
*
Cennette cehennem de senin içinde
*
Denizde boğulan su damlacığı,
Toprakta eriyen toz zerreciği,
Bu dünyadan geçişimiz nedir ki?
Değersiz bir böcek! Bir göründü bir yok oldu.
*
Oyunu oynayan tanrı, bizlerse dama taşı!
İşin doğrusu bu, gerisi laf-ı güzaf
Onun için dünya dama tahtası, bizler birer oyuncak
Bıkar sonunda, salıverir hiçliğin kuyusuna
*
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde
Senden ayığız bu sarhoş halimizde
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı
İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde?
*
Bu dünyadan başka bir dünya yok, arama
Senden benden başka düşünen yok, arama!
Vazgeç ötelerden, yorma kendini
O var sandığın şey yok mu, o yok arama!
*
Şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
Nedir bu dükkanlar, bu konaklar?
Ev mi dayanır, bu sel yatağına?
Bu rüzgarlı yerde mum mu yanar?
*
Ben ne camiye yararım, ne hayvana!
Bir başka hamur benim ki, başka maya.
Yoksul gavur, çirkin orospu gibiyim:
Ne din umrumda, ne cennet, ne dünya!
*
Bir su, bir damla suymuşuz, bele düşmüşüz
Şehvet ateşiyle dışarı savrulmuşuz
Yarın yel savuracak toprağımızı
İçelim, hoş geçsin üç nefeslik ömrümü
*
Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi?
*
Dinle dinsizliğin arası bir tek soluk
Düşle gerçeğin arası bir tek soluk.
Aldığın her soluğun değerini bil
Bütün yaşamak macerası bir tek soluk
*
Bir put demiş ki kendine tapana
Bilir misin niçin taparsın bana?
Sen kendi güzelliğine vurgunsun
Ben ayna tutar gibiyim sana
*
Biz aşka tapanlarız, müslüman değil
Cılız karıncalarız, Süleyman değil
Biz eskiler giyen benzi soluklarız
Pazarda sırma satan bezirgan değil
*
Nerdesin? Sana baş kaldırmışım işte
Karanlık içindeyim, ışığın nerde?
Cenneti ibadetle kazanacaksam
Senin ne cömertliğin kalır bu iş de?
*
Dert de neymiş? O mu bizi ağlatacak?
O mu sevinç bayrağımızı yırtacak?
Gelin, atalım şunu gönül yurdundan
Yoksa içimizde fitne çıkartacak
*
Sensiz camide, namazda işim ne?
Seninle buluşma yerim meyhane.
Benim sevmem de böyle, yüce Tanrı
İstersen kaldır at cehennemine
*
Hep bir çember, dolanıp durduğumuz!
Ne önümüz belli, ne sonumuz.
Kim varsa bilen, çıksın söylesin
Nerden geldik? Nereye gidiyoruz?
*
Bir rint gördüm, binmiş dünya denen kır ata
Aldırmıyor dine, islama, şeriata
Ne hak dinliyor, ne hakikat, ne marifet
Gelmiş mi böylesi kahraman kainata?
*
Kimi gizlenir, kimselere görünmezsin
Kimi renk renk dünyalarda görünür yüzün
Kendi kendinle sevişmek bu seninki
Çünkü seyreden sen, seyredilen de sensin
*
Seni kuru sofraların softası seni!
Seni cehenneme kömür olası seni!
Sen mi Hak’ tan rahmet dileyeceksin bana?
Hakka akıl öğretmek senin haddine mi?
*
Önce kendine gel, sonra meyhaneye
Kalender ol da gir kalenderhaneye
Bu yol kendini yenmişlerin yoludur
Çiğsen başka bir yere git eğlenmeye
*
Dileğin Tanrı dileği değil ki senin
Muradına ermeyi nasıl beklersin?
Doğru olan Tanrının dilekleriyse
Yanlış demek senin bütün dileklerin
*
Tanrım, hayır şer kaygısından kurtar beni
Kendimden geçir, seninle doldur içimi
Aklım ayıramıyor iyiyi kötüden
Sarhoş et bari ne kötü kalsın, ne iyi
*
Putların, Kabenin istediği; kölelik
Çanların, ezanın dilediği; kölelik
Mihraptı, kiliseydi, tespihti, salipti
Nedir hepsinin özlediği? Kölelik
*
Benim yasam artık şarap, çalgı, eğlenti
Dinim dinsizlik, bıraktım her ibadeti
Nişanlım dünyaya ne çeyiz istersin, dedim
Çeyizim, senin gamsız yüreğindir, dedi
*
Benden Muhammet Mustafa’ ya saygı ve selam
Deyin ki, hoş görürse, bir şey soracak Hayyam
Neden Yüce Efendimizin buyruklarında
Ekşi ayran helal da güzelim şarap haram?
*
Benden Hayyam’a selam söyleyin demiş peygamber
Sözlerimi yanlış anlamışsa çiğlik eder
Ben şarabı herkese haram etmiş değilim ki,
Hamlara haramdır, doğru, ama olgunlar içer
*
Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam?
Ben haramı helalı karıştırmam
Seninle içilen şarap helaldir,
Sensiz içtiğimiz su bile haram
*
Dünya yıldıramazsın beni ne yapsan
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan.
Ölmemek elimizde değil ki bizim
İyi yaşamamak beni korkutan
*
Yerin üstüne baktım, uykuya dalmışlar
Altına baktım, çürüyüp toprak olmuşlar
Yokluk ovasında başka ne var ki zaten
Daha gelmemişler var, gelip gitmişler var
*
Bilge, yüce varlığın seyrine dalar
Gafil ise onda dostluk düşmanlık arar
Deniz, deniz olduğu için dalgalanır
Çöpe sor, hep onun içindir dalgalar
*
Ben kendimden geçtikçe kendime gelirim
Yücelere çıkar, alçalmayı bilirim
Daha da garibi, varlığın şarabıyla
Ne kadar ayık da olsam, sarhoş gibiyim
*
Kalk, kalk, çalgılara çalgı katalım gitsin
Adımızı kötüye çıkartalım gitsin.
Sofuluk şişesini çalalım taşa,
Seccadeyi bir kadehe satalım gitsin
*
Şarabın adı kötüye çıkmış, kendi hoş
Hele bir güzelle içersen daha bir hoş
Harammış şarap, olsun, bana göre hava hoş
Hem, bana sorarsan, haram olan herşey hoş
*
Can bir şaraptır, insan onun destisi
Beden bir ney gibidir, kan o neyin sesi.
Hayyam, bilir misin nedir bu ölümlü varlık
Hayal fenerinde bir ışık pırıltısı
*
Tekkede, medresede, manastırda, kilisede,
Bir cennet cehennem kaygısıdır sürüp gitmede.
Oysa yüce varlığın sırlarına eren kişi
Bunların tohumunu uğratmaz düşüncesine
*
Seccadeye tapanlar eşek değil de nedirler?
Küfelerle riya çamuru yüklenirler gezerler.
İşin kötüsü, din perdesi arkasında bunlar,
Müslüman geçinirken gavurdan beterdirler
*
Ben kendiliğimden var değilim bu varlığımla
Kendim çıkmış değilim elbet bu karanlık yola
Bir başka varlıktan gelmiş bendeki varlık
Ben dediğin kim ola, nerde, ne zaman var ola?
*
Ben hangi şarapla sarhoş olursam olurum,
Ateşe, puta, neye taparsam taparım
Herkes bir türlü görmek istiyor beni
Ben kendimi ne türlü yaparsam yaparım
*
Hayyam, şarap iç, sarhoş olmak ne hoş
Sevgilin de varsa, sarılmak ne hoş
Er geç sonu yokluk madem bu dünyanın,
Yok say kendini, bak var olmak ne hoş
*
Gören göze güzel, çirkin hepsi bir
Aşıklara cennet, cehennem, hepsi bir
Ermiş ha çul giymiş, ha atlas
Yün yastık, taş yastık, seven başa hepsi bir
*
Yüreğim, kimselerden ihsan dileme
Bu amansız felekten aman dileme
Bil ki, derman aradıkça artar derdin
Derdinle haldaş ol, derman dileme
*
Tanrı gülüşünle öfkeni almış senin,
Birinden cennet yapmış, birinden cehennem
Sen cennetimsin benim, ben senin uslu kulun
Açılsın kapıları bana cennetimin!
*
Feleğin çarkı dönmeyecek madem muradımca
Gökler ha yedi kat olmuş, ha sekiz, bana ne?
Ölüm bütün isteklerimi yok ettikten sonra
Ha dağda kurt yemiş beni, ha mezarda karınca
*
Sevenlerinden yer yok ben garibe
Derdine düşenlerle başım dertte
Sarmışlar seni kum bulutu gibi
Gül yüzünden ışık mı düşer bize
*
Yoksula, yoksulluğa yakın ettin beni
Dertlere, gurbetlere alıştırdın beni
Yakınların ancak ere bu mertebeye
Tanrım, ne hizmet gördüm de kayırdın beni?
*
Ben şarabı eskimiş acı acı severim
En çok da ramazanda cumaları içerim
Helal üzümünü ezdim doldurdum küpe
Ne olur, içinceye dek ekşitme Tanrım
*
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok
*
Bilmem, Tanrım, beni yaratırken neydi niyetin
Bana cenneti mi, cehennemi mi nasip ettin
Bir kadeh, bir güzel, bir çalgı bir de yeşil çimen
Bunlar benim olsun, veresiye cennet de senin
*
Tanrı evrenin canı, evrense tek bir beden
Melekler bu bedenin duyuları hep birden
Yerde gökte canlı, cansız ne varsa birer uzuv
Budur Tanrı birliği, boştur başka her söylenen
*
İki günde bir somun geçiyorsa eline
Soğuk suyu da olursa bir kırık testide
Niçin kendinden kötüsüne kul olur insan,
Ne diye girer kendi gibisinin hizmetine?
*
Bu varlık denizi nerden gelmiş bilen yok
Öyle bir inci ki bu büyük sır delen yok
Herkes aklına eseni söylemiş durmuş
İşin kaynağına giden yolu bulan yok
*
Ezel avcısı bir yem koydu oltasına
Bir canlı avladı “Adem” dedi adına
İyi kötü ne varsa yapan kendisiyken
Tutar suçu yükler kendinden başkasına
*
Bu dünyada nedir payıma düşen, hiç
Nedir ömrümün kazancı felekten, hiç
Bir sevinç mumuyum, sönüversem hiçim
Bir kadehim kırılsam, ne kalır benden hiç
*
Kendi çarkını döndürmeye bak döndükçe dünya
Keyfinin tahtına çık kadehle dudak dudağa
Tanrının umrunda mı senin günahın sevabın
Sen kendi muradını kendi güzelinde ara
*

Meyhane rintlerinin sergerdesi benim
Yersiz sözlerle günaha giren benim
Gecesini kızıl şaraba kurban eden
Ciğerinin kanıyla dua eden benim
*
Yetmiş iki ayrı millet, bir o kadar da din!
Tek kaygısı seni sevmek benim milletimin
Kafirlik, Müslümanlık neymiş, sevap günah ne?
Maksat sensin, araya dolambaçlar girmesin
*
Şarap beden gücüdür, can gücüdür bana
Çözülmedik ne sırları çözdürür bana
İstemem dünyayı ahreti şarap varken
Bir damlası iki dünyadan yeğdir bana
*
Akılla bir konuşmam oldu dün gece
Sana soracaklarım var, dedim
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.
Evi barkı olmak nedir dedim
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek, dedi.
Bu zorbalar ne biçim adamlar dedim
Kurt, köpek, çakal, makal, dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
Benim bu deli gönlüm, dedim
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
Hayyam’ ın bu sözlerine ne dersin, dedim
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.

MEHMET ALTAN “MARKSİST LİBERAL”

Pazar, Kasım 25th, 2012

MEHMET ALTAN

– Neyi yapamıyorsan, onun esirisindir.

– Eleştiremediğin şeyi övme!

‘Siyasetçi’, övünmek ve övülmek istiyor, eleştiriye tahammülü yok. Oysa eleştiri ona karşı olan düşmanca bir tutum değil, ona dünyanın gelişmişliği açısından geldiği yeri göstermek, oraya taşımaktır.

– ‘Vicdan’; yerel değil küreseldir, empati yapmaktır. Vicdanın, kendine başka ötekine başka çifte standardı olmaz. Dindarım diyen insan, herkese karşı vicdanlı olacağı için saygıyı hakeder, aksi halde o da etmez.

‘Din’ sadece başkasına ‘ayar verme’ değil, çok önemli manevi bir tarafı vardır; bir iç yolculuktur, derinliktir, hakikati aramak, varlığına bir mana katmaktır.

– Bilimadamıyla, entellektüellerle, siyasetçi arasında çıkar çatışması vardır. Bilimadamı, olana bakarak olacak olanı okur ve geleceğe bakar. Siyasetçi ise seçildiği süreyle sınırlı olarak, olandan nasıl nemalanacağına bakar.

– Biz padişahlık kültüründen geldiğimiz için, hep “padişah kim olacak” diye bakıyoruz. Dünyanın gelişmişlik açısından gelmiş olduğu insani parametrelerle hiç ilgilenmiyoruz. Oysa önemli olan; işsizlikte, gelir dağılımında, insan haklarında, kadın-erkek eşitliğinde… dünyada nerede olduğumuzdur.

– Siyasetçiler iktidarı kaybetmekten korktukları için, kendilerini dünyanın gelişmiş insani parametreleriyle değil, iç siyasetteki başarılarla mukayese ederler.

– Mukayese olmadan, toplumların gelişmişliği anlaşılamaz. Toplumlar, devletler kendilerini kendisiyle değil, dış dinamiklerle yani gelişmişlik açısından dünya nerelere gelmiş onunla kıyaslarsa gelişir. Ülkenin gelişmişliğini görmek için, yedi milyonun yetmiş milyon içindeki yerine değil, yetmiş milyonun yedi milyar içindeki yerine bakmak gerekir.

– Farklı olana karşı olmak, onu yoketmeye çalışmak, kişinin değişen dünya koşullarına uyum sağlayamayıp, rekabet edememesinden kaynaklanır.

– Kişiler, işini koruyabilmek adına, “tükenmekte olan milliyetçi” söylemlere sığınırlar.

– İnsanlar; bilmediğine, anlamadığına karşı her zaman hamasi bir siyasetle karşı durup savunmaya geçerler.

Ordu; milletin değil, diğer kurumlar gibi devletin bir parçasıdır. “Milletin bir parçasıdır” dediğinizde, milletin her yapılanı meşru kabul edip, sahip çıkmasını sağlarsınız. “Devletin bir parçasıdır” dediğiniz de ise ‘vatan haini’ olmadan her yapılanın hesabını sorabilir, herşeyiyle eleştirebilirsiniz.

Her türlü vesayetten, hem ordu hem de sivil/siyasi vesayetten kurtulmak lazım. Hiçbir vesayet altında olmayan Avrupa Birliği standardında bir demokrasi istiyorum. Bunun için, AB görüşmelerinin devamını çok önemsiyorum. Böyle tam bir demokrasi için de mecburi askerliğin kalkması lazım.

“MARKSİST LİBERAL” ADLI ESERİNDEN:

– 1980 darbesi islamcılığı, sola karşı örgütledi ve kışkırttı.

– Devletçilik, toplumların zenginleşmesini sağlayamıyor aksine bürokrasinin ve devletin bir soygun batağına düşmesine yol açıyordu.

Anglo-Sakson firmaları ‘kâr artışı’ gözetir. Japon firmaları ‘stratejik yarış’ diye bilinen oyunu oynarlar. Amerikalılar ‘tüketim ekonomisine’ inanır, Japonlar ‘üretim ekonomisine’…

– Sermaye sınıfının boy atmadığı, proleteryanın güldür güldür çağlamadığı yerde de ister istemez ‘solculuk’ adına binbir türlü sahtekarlık yaşanabiliyor…

– Bizde hiçbir zaman ‘üretim ilişkileri’ sözkonusu edilmedi. Demokrasiyi bir yana koyarak halkı ordu sopası ile modernleştirmeye kalkmak, ‘ilericilik’ olarak yutturuldu.

Solculuk, en ileri üretim biçimlerine sahip çıkmaktır. En ileri üretim biçimi, insanın refahını ve özgürlüğünü pekiştirir.

– Fransız faşist lider; J.Marie Lepen, ‘evrenselliği’ en büyük düşman ilan ediyor, küçülen dünyayı tehlikeli buluyordu. Bildirgelerinde; sınırları kaldırıp, ulusal farklılıkları azaltacak her türlü girişime karşı çıkılıyordu.

Fransa’da yabancılara tanınan hakların geri alınacağı kanbağı ile oluşmayan ‘vatandaşlığın’ kaldırılacağı, kürtaja son verileceği ilan edilmekteydi…İktidar olunması halinde, Avrupa Birliği’nin temel antlaşması Maastrich’e son verileceği de haber verilmekteydi.

– Sol, ırka değil bizatihi insana, ulus-devlet anlayışına değil, ‘evrenselleşmeye’, kültürlerin zıtlaşmasına değil küreselleşmeye sahip çıkan bir kimliğe bürünüyor. Ayrıca ‘içe kapalı anlayış’; ekonomide dünyaya kapalılık, bölgesel ekonomik ittifaklara karşı çıkmak da ‘faşizmin yeni yüzü’ olarak görülüyor.

Sol, serbest değişimi, ekonomik ittifakları, dünyaya açılmayı savunuyor.

Leninizm ölürken,  Marksizm kendi anlayışını yeniden gözden geçiriyor.

Liberalizm, bireyin özgürlüğünü, devlet karşısında bireyin korunmasını amaçlayan bir düşünce biçimidir. Odağı bireydir, birey ve onun özgürlüğü için vardır.

Marksizm de evrenin değişimini araştıran, toplumsal dinamiklerin kaynaklarını irdeleyen bir felsefedir. Değişim bilimidir.

Osmanlı iktisadi düzenini saray ve özgür köylü ikilisi oluşturuyordu. Özgür köylü üretiyor, saray da buna el koyuyordu. Bu sistemin bozulmaması için özgür köylünün ‘küçük üretici’ olarak kalması bir zorunluluktu.

Saray, Cumhuriyet dönemiyle birlikte ruhunu daha kalabalık padişahlardan oluşan bir devlet örgütüne devretti…Köylü, birey ve vatandaş olmadı…Bireyin iktisadi ve siyasal özgürlüğünün üzerine, saray yönetiminin çağdaş yorumu olan devletçilik abandı…Saray geleneklerini devralan devletti.

– Osmanlı’da ‘yeniçeri’ ile ‘ulema’ birlikte hareket ederdi. Bu birlik ilk kez 1826’da bozuldu. Din adamlarından oluşan ‘ulema’, yeniçeri ocağının feshedilmesi için fetva verdi. Çünkü Batı kendine bağlı ‘laik bir ordu’ kurmak istiyordu. Bu başarıldı.

Modernist ordu da, hilafet kurumunu kaldırdı. Hilafetin kaldırılması, Müslüman dünyanın liderliği vasfını yok ettiği gibi, içerdeki Osmanlıdan kalma İslam geleneğini de abartılı ve demokratik olmayan bir laiklik anlayışıyla bastırdı.

Ulema camiye, yeniçeri mirasçıları kışlaya yaslandı…Aydınlar cami ile kışla arasındaki tercihlere göre düşünce ufkunu belirlediler…Cami muhafazakar gericilerin kalesi, kışla Batılı laik ilericilerin odağı sayıldı.

Bugün de liberal ve Marksist paradigma, Türk düşünce hayatını beslemiyor. O nedenle ortalıkta zavallı bir seviyesizlik var.

Cami, kendi inanç diktasını yıkacak olanlara ‘kafir’ diyor. Kışla üç asırlık liberal düşünceye ‘liboş’, Marksizme de ‘Rus uşağı’diyerek durumu idareye çalıştı. Ancak bu ucuz yaklaşımlara rağmen cami ve kışla paradigmasının da çürüdüğü ve hiçbir toplumsal talebe cevap vermediği inkar edilmeyecek kadar belirginleşiyor.

– Profesör Peter Drucker’ “Kapitalizm Sonrası Toplum” adlı eserinde “ulus-devlet” kavramını hırpalayan ve gittikçe güçsüzleştiren olguları şöyle sıralar:

İlki, “paranın kontrolü”, bugün hiçbir merkez bankasının tek başına kontrol edemeyeceği bir para akımı sözkonusu…paranın vatanı yok. İkincisi, para gibi denetim dışı dolaşan “enformasyon”. O da sınırları aştı vatansız hale geldi. Üçüncüsü çevre, o da ulus-devlet sınırlarını aşarak, uluslararası bir örgütlenmeyi dayatır oldu. Çünkü insanlığın serası olarak bilinen atmosferin, gene insanların ciğeri olarak bilinen ormanların, okyanusların, su ve havanın kirlenmesi, herkesin sorunu. Dördüncüsü, terör de uluslararasılaştı. Çok küçük bir grubun, koca bir ülkeyi altüst edebileceği anlaşıldı. Beşinci olguysa silah. Silahların kontrolüyle egemenlik kavramı çelişir hale geldi. Silahlanma (nükleer silahlar) tüm dünyayı tehdit ediyor. Altıncı olgu, “bölgecilik”; yüksek teknolojili sektör klasik, neoklasik ya da Keynesyen iktisadını arz-talep dengelerini izlemez. Bu teorilerde üretim maliyeti üretim hacmiyle doğru orantılı olarak artar. Buna karşılık yüksek teknolojilerde, üretim hacmi arttıkça üretim maliyeti hızla düşer.

Ulus-devlet zayıfladıkça, ‘ulus’ kavramının yerini daha küçük birimlerin alma ihtimali artıyor. Drucker buna ‘kabilecilik’ adını veriyor.

– Lenin, “kapitalizmin ilerici tarihi rolünün” ikinci aşaması olan “emeğin toplumsallaşma” sürecini ise şöyle tanımlar:

…Kapitalizm gelişmesi ne kadar büyük olursa, üretimin kollektif niteliği ile mal edinmenin bireysel niteliği arasındaki çelişki o kadar güçlenir.

– 1870’lerde Narodnik siyasal hareketi sosyalizmin kaynağını köylülükte arıyordu. Rusya’da Batı’yı yozlaştıran kapitalizmin kötü etkilerinden böylece kurtulacağını düşünüyordu. Narodnik hareketinin muhalifi ise G.Plekhanov idi. Lenin’in de aralarında yer aldığı bir grup marksisti o yetiştirdi.

Nitekim 1890’larda Plekhanov’un öngörüleri gerçekleşti. Kapitalizm Rusya’da hızla gelişti. 1914 yılında henüz 3 milyon sanayi işçisi olmakla birlikte, devrim proletarya öncülüğünde gerçekleşti.

Joseph Schumpeter,…büyük firmaların gelişmenin en büyük motoru olduğunu belirtip, toplam üretimi uzun vadede artırıcı güç olarak tanımlamaktadır. Ona göre, bu nitelikleriyle kapitalizm insanlığın hiç tanımadığı bir biçimde ekonomik kalkınmanın en önemli ve güçlü aleti olarak kabul edilmelidir.

– Üretim biçimi değiştikçe toplum ve insan da değişir…Bilimsel bilgi, çok daha az kol gücüyle çok daha fazla üretim yapar hale geldi.

1989 yılından sonra sosyalist dünyadaki “merkezi bürokratik planlama” iflas etti. İnsan iradesiyle, ekonominin daha verimli çalıştırılabileceği iddiası sona erdi. Piyasa ekonomisi, ekonomik kaynakların en bereketli şekilde kullanıldığı mekanizma olarak ortaya çıktı.

Gorbaçov’un sözünü ettiği marksizmle liberalizm sentezini ilk yakalayan parti eski İtalyan Komünist Partisi oldu. Adını “Demokratik Sol Parti”ye dönüştürerek, “Marksistliberal” bir kimlik edindi.

– Marx, Hegel’in düşüncesinin dış dünyayı rastgele kendi istediği gibi algılayabileceği iddiasına karşı çıkıyor. Bilincin, doğanın bir parçası olduğu için, kendi dışındaki dünyayı doğru algıladığını vurguluyor.

Marksist değer teorisine göre, emeğin sömürüsü sermayenin birikimine imkan veriyordu.

Engels, mezarı başında yaptığı konuşmada Marx’ın iki büyük keşifte bulunduğunu söylemiştir. Bunlardan biri, “insanlık tarihinin gelişme yasası”, diğeri ise “kapitalist üretim tarzının yarattığı burjuva toplumunun işleyiş yasasıdır”.

Mustafa Suphi, Türkiye Komünist Parti Genel Sekreteri idi. Ankara kendisini Türkiye’ye davet etti ve tuzağa düşürerek 15 arkadaşıyla birlikte Trabzon’da boğdurttu…Marksist bakış açısı, kısaca yeryüzündeki değişimi izleme rehberi yok edildi.

Bilgisayar devrimine bağlı olarak hayatımıza giren “iletişim devrimi” de “otoriter ve totaliter” yasakçı devlet anlayışını ve “yerel ölçüleri” tuz buz ediyor.

Çoktan aşılmış bir Kemalist ulus-devlet anlayışında direnmeye çalışıyor. Halbuki bilgisayar devrimiyle başlayan dönemin, üç altın ilkesi var; piyasa ekonomisi, insan hakları ve demokrasi…

– Yeryüzünün çağdaş toplumlarında, teknolojik devrim sayesinde, emek-sermaye çelişkisi sona ermekte…Üretim ilişkileri hızla değişmekte…Türkiye ise hala köylü…Hala köylülükten işçiliğe bile geçemedik. Halbuki, dünya işçilik dönemini bile geride bırakıyor.

…Solculuğu, çarpık bir laikliğe indirgiyorlar. Sanki bütün laikler değişimden yanaymış gibi. Ordunun resmi ideolojisini de sosyal demokrasiye yamamaya kalkıyorlar.

– Dünyayı değiştirmek isteyen Marksistlerin hedefleriyle, bu liberal değişim çelişmiyor çakışıyor.

– Batı’da demokrasi, gelişmiş sosyal sınıflarla çok çeşitli sosyal grupların “ortak çıkarları” üzerine kuruludur. Biz de ise Batı’daki çoksesliliğin yerini resmi görüş almıştır.

Padişahlık geçimini savaşarak elde ettiği ganimetlerle sağlıyor. O nedenle üretim pek yok…Üretim olmayınca ülkede iş de yok sendika da…8 saatlik çalışma için talep de yok…

– Liberalizm ilk başta, devlete karşı bireyi koruyan bir özgürlük anlayışı olarak doğdu.

Liberalizm, bütün girişimcilere sonsuz özgürlük demek…

– …Eski bir eğitimcinin dediği gibi “bizde lise eğitiminin bilgisi altı ayda öğretilebilir. Ancak lise öğretiminin amacı eğitim değil, demokrasiden mahrum edilmiş cumhuriyete militan yetiştirmektir”.

Memur öğretmen yaratıcılıktan uzak, bürokratik zihniyeti sürdürür. ‘Büyüklerine’ karşı hal ve tavrı önemser ama patent sayısını artıracak çocuklar yetiştirmeyi amaçlamaz. Çocuk oyunlarına bile yenilerini ekleyemez. Türkiye hızla silkinecekse, memur öğretmen kitlemizi nasıl entellektüel öğretmene dönüştürebileceğimizin formülünü bulmalı.

– Türkiye, federasyon kurabilecek gelişmişlik düzeyinden çok uzak. Bizde gelinen en üst aşama; ‘laik devlet’ kavramı…Üstelik, demokrasiyi kendine tehdit olarak gören bir ‘laik devlet’ algısı bu.

Robert King Merton, bir inceleme sırasında Rovere (New Jersey) sakinlerinin belirgin bir şekilde ikiye ayrıldığını tespit etmiş. Birinci grup, “dünyaya dönük yaşayanlar” İkinci grupsa “yaşadıkları çevreye endeksli olanlar”. Birincileri, “kozmopolitler” ikincileri ise “yerliler” olarak nitelemiş.

Kozmopolitler, tüm tartışma konularını yerküre ölçeğinde ele alırken, yerliler tartışmayı kendi yaşadıkları yerle kısıtlıyormuş.

Kozmopolitler, başarılarını genel kültüre bağlarken, yerliler yakınlarına, akrabalarına bağlıyormuş.

Kozmopolitler, kendi kentlerinde herkesi tanımaya, olup bitenden haberdar olmaya yatkın değilken, yerliler tam tersi herkesi tanımak istiyormuş. Kozmopolitler, bilgi sahibi olanlarla ilgilenirken, yerliler inandıkları kişileri dinlemeye yatkın oluyormuş.

– Modern bir ekonomide, bir değişim ve yenilenme ekonomisinde kâr diye bir şey olmadığını artık biliyoruz. Yalnızca maliyetler vardır; geçmişin maliyetleri ve belirsiz bir geleceğin maliyetleri.