Posts Tagged ‘Ordu’

NAPOLYON

Perşembe, Ağustos 14th, 2014

 – Acı çekmek, ölmekten daha çok cesaret ister.

-Yenile yenile yenmesini de öğreneceğiz.

– Siz istediğim parayı verin, ben her savaşı kazanayım.

– Her ordu, dolu mideyle yol alır.

– Savaşarak ölmek kahramanların, intahar etmekse korkakların imtiyazıdır.

Zafer; savaşta kovalayan, aşk da ise kaçan erkeğindir.

– Zafer geçici, belirsizlik ise ebedidir.

– Bana Türklerden kurulu bir ordu verin, size dünyayı esir alayım.

– “Türkler öldürülebilir” fakat mağlup edilemezler.

– Eğer dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.

– Kadınlar savaş için, bize gerekli olandan daha fazlasını üretebilirler.

Bana iyi analar verin, size iyi vatandaşlar vereyim.

– Bir toplumun gelişmişliğini görmek için, o toplumdaki kadınlara bakınız.

Güzel kadın göze, iyi kadın kalbe hoş görünür. Birincisi pırlanta, ikincisi hazinedir.

– Budalalar geçmişten, akıllılar şimdiki zamandan, deliler de gelecekten bahseder.

Büyük felaketler, büyük insanların yetiştiği okuldur.

– Diplomat, iyi giyinmiş polis kuvvetidir.

– Dünyada taklit edilemeyen tek şey, cesarettir.

En büyük suç, umutsuzluktur.

– En iyi lider, en iyi umut taciridir.

– En kısa yol, bilinen yoldur.

Fırsat çıkmadıkça, kabiliyetler çok az işe yarar.

– Devlet, yalnız mahmuzlar ve çizmelerle yönetilir.

Güç ortaya çıkınca, kanunlar zayıflar.

Günah çıkarmanın en kestirme yolu, intahar etmektir. Zaten intahar da itirafın ta kendisidir.

– Hafızasız baş, bekçisiz kaleye benzer.

Herşeyi konuşabilen insanlar, herşeyin üstesinden gelebilir.

– Herkesi dinlerim ama kendi doğru bildiğimi yaparım.

İnsanı yaralayan tek şey, gerçektir.

İnsanı yücelten iki şey vardır; korku ve merak.

– İnsanın dostu yoktur, saadetin dostu vardır.

Üstün insan, kimsenin yolu üstünde değildir.

– Sizin asaletiniz, sizinle birlikte toprak olacak ancak benim asaletim, benimle birlikte başlıyor.

En tahammül edilemez zorbalık, küçük adamlarınkidir.

– Devlet adamının kalbi, beynidir.

– Bu kadar şey yaptım ama geriye kala kala, bir medeni kanun kaldı. Bu kadar zaferlerimi, bir Waterloo mahvetti ama geriye kala kala, elimde şeref duyduğum bir “Fransız Medeni Kanunu” kalmıştır.

– Sadece kaba güçle hiçbirşey kurulamaz. İki şey dünyayı egemenliğinde tutar; biri kılıç diğeriyse düşüncedir. Kılıç eninde sonunda düşünceye yenilir.

Şans, detaylara özel dikkat etmekten geçer.

Tarih, herkesin üzerinde anlaştığı yalanlar bütünüdür.

– Aşk kadın için, para sizin için, şeref benim için.

 

MEHMET ALTAN “KÜRTLER ŞEYTAN SOYUNDAN MI?”

Pazar, Ocak 13th, 2013

MEHMET ALTAN  “KÜRTLER ŞEYTAN SOYUNDAN MI?”

“Garnizon kültürü”, resmi tezlerin itirazsız tekrarlanmasını ister.

– Türkiye’nin entelektüel tarihi unutturulmuş, parasızlığa mahkum edilmiş, mahkeme kapılarında çile çektirilmiş, hapishanelerde çürütülmüş, öldürülmüş değerli insanlarla dolu. Onlardan biri de düşündüğü için unutturulan rahmetli profesör, İdris Küçükömer’dir.

İdris Küçükömer, Milli Kurtuluş Savaşının bize söylendiği gibi “anti-emperyalist” bir nitelik taşımadığını, yunanlılara karşı bir savaş olduğunu söylüyor.

Ömer Kürkçüoğlu’nun “Türk – İngiliz İlişkileri (1919-1926)” konulu doçentlik tezinin 138. Sayfasında, İngiltere’nin Büyük Taarruzdan önce “14 Nisan 1921’de, Türk – Yunan savaşında kesin tarafsızlığını belirten notasını Yunan hükümetine bildirdiği” belirtiliyor.

– Pozitivizm öldüğü halde “yanlışlanabilir bilim anlayışından” devlet ve toplum olarak çok uzağız.

 Halka güvenilmiyor. Onun için ordu gözetimindeki Kemalist laiklik, demokratik laiklikle yer değiştiremiyor.

– Türkiye’de bir referandum yapılacaksa “cumhuriyet ile şeriat” arasında değil, “Kemalizm ile demokrasi” arasında yapılmalı…

– Paranın sınır tanımayan rahat dolaşımı, insanların haberleşme olanaklarının sürekli gelişmesi sınırlara ve yerel devletlere ihtiyacı çok azalıyor. Devletler idari birimlere dönüşüyor.

-…Seçkinlere dayalı Kemalist anlayış, bir üretim devrimine dönüşemedi.

– Türkiye’de insanların “bölücülük ve şeriata” karşı çıktıkları kadar, “militarizme” karşı çıkmadıklarını görürsünüz. Çünkü, “militarizm” kendisinin “demokrasiyle uyuşmayan” egemenliğini saklamak için, bu iki tehlikeyi abartır ve bunların ardına gizlenir.

– Siyasi tarihimizin en kıvrak figürlerinden, Süleyman Demirel 35 yıllık politik yaşamında, muhalefetteyken “milleti”, iktidardayken “devleti” gözetmiştir…

 

İttihat ve Terakki’nin en ürkütücü yanı, 1908 Nizamnamesinde “adam öldürme”yi disiplin cezası olarak kabul etmiş olmasıydı…Bir başka kurnazlığı da kendine muhalif olan herkesi “şeriatçı” olarak damgalamasıydı…İlericiler sosyalizmi de yasak ilan etmişlerdi.

– Kemalizm, İttihat ve Terakki geleneğini olduğu gibi devam sürdürdü.

– Kendi içinde entegrasyon sorununu çözemeyen Türkiye’nin, dünya ile entegrasyonu sorun olacaktır.

– Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi, kendini “Birinci Cumhuriyet”in sahibi ilan etmiş olanların en nefret ettiği öneridir.

– Bundan 72 yıl önce “egemenlik” Osmanlı Hanedanı’ndan alındı ama “halka” verilmedi. Araya ordu destekli “tek parti diktatörlüğü” girdi.

– “Rejim” yüzünden “devlet” çökerten son ülke olacağız.

– Diyanet İşleri Başkanlığı’nın katkılarıyla yayınlanan bir kitapta, Kürt vatandaşlarımız “şeytan soyundan gelme” ilan ediliyor.

– 1924’te, Meclis’te Mustafa Kemal’in kişisel yetkisini denetlemeyi ve sınırlamayı, tek başına iktidar olma eğilimini önlemini amaçlayan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştu. Bu parti, kuvvetler ayrılığını ve Meclis’in hükümet üzerindeki kontrolünün artmasını savunuyor, İstiklal Mahkemeleri’nin temsil ettiği keyfi yargılama yetkisine son vermesini istiyordu. Kemalist kanat, Kürt isyanını fırsat bilerek bu partiyi kapattı ve milliyetçi hareketin eski kahramanları olan önde gelen üyelerini yargı önüne çıkardı…Böylece, İttihatçılardan Kemalist gruba girmemiş olanlar tasfiye edildi.

– Sovyet modeli ciddi bir örnek olarak ortalıkta durmaktaydı. Ancak 1980’lerin sonuna doğru “insan iradesine” dayalı “planlama modeli”nin, “piyasaya” oranla daha başarılı olmadığı ortaya çıktı.

– “Tek parti faşizminin” ideolojisi Kemalizm, rahatlıkla ve pişkinlikle kendisini “sol” diye yutturulabiliyor.

– Komünist Parti Genel Sekreteri Mustafa Suphi’yi Kemalizm’in iktidarı uğruna boğdurtmuş, liberalizmin en yetkin isimlerinden Cavit Bey’i gene aynı amaçla düzmece bir dava sonucu idam ettirmişiz…

– Türkiye’de “gerçek bir sol” alternatif olacaksa, bu sol reddi miras ederek kemalizle ilişkisini keserek, evrensel sol değer yargılarını taşıyan ve Türkiye kimliği ile harmanlanmış bir yeni terkibi nasıl yaratacağını düşünmelidir…

– Her türlü sorun ancak “halka güvenerek” ve özgürlük sınırlarını evrensel demokrasi standardına getirerek etkisizleştirilebilir…

– Milliyetçilik, sanayi devriminin bir ürünü olan ulus-devlet ideolojisidir.

– Türkiye’de siyasi elitler ile ordunun devlet anlayışı arasında hiçbir zaman büyük fark olmamıştır…Devlet eliti kendi iktidarı için bir “korku atmosferi” yaratıyor. Parya olarak gördükleri halk korksun ve onların iktidarını sorgulamasın diye. Anlayacağınız halktan korktukları için, halkı korkutmaya uğraşıyorlar.

Devletçilik, sanayi devriminin bir kuralıydı ama şimdi sanayi devrimi artık yok.

– Bilgisayar devrimiyle başlayan dönemin üç altın ilkesi var; “piyasa ekonomis, demokrasi ve insan hakları…”

– “Din devleti yanlıları” da “Kemalist devlet yanlıları” da “devletin ideolojisi” olmasını savunuyor. Birinciler bunu Kuran’a, ikincilerse “altı ok”a dayandırmaktan yana. Hiçbiri, devletin vatandaşlardan aldığı vergilerle ayakta durduğunu, farklı din, ırk, mezhep, dil ve düşünceden olan insanlarına eşit mesafede hizmet etmesi gerektiğini savunmuyor.

 Kemalistlere göre şeriatçıları, şeriatçılara göre de Kemalistleri yok etmek gerek. Halbuki demokrasi, “zorbalık” etmedikçe ve oyunun kurallarını bozmadıkça hepsini rahatlıkla içinde barındırır. Ama onlar hem devlete hem de topluma hakim olmak istedikleri için, demokrasiden nefret etmekteler…

–  Murat Belge’ye göre Kemalizm, Türkiye’de devleti kuran ideoloji, dolayısıyla düzenin ta kendisi. Emekçi kitlelerle de hiçbir alakası yok. Zaten sosyalizme de hiçbir zaman sempati duymadılar.

 Yine Belge’ye göre “batılılaşma hareketi” diye bir şey başlamış ki, Kemalizm bunun bire basamağı, yani “ilerleme” yolunda solun, Kemalizm’le oradan bir akrabalığı var.

– Sol, devrimcilik demek sürekli gelişen makinelere ve aletlere “doğaya karşı zafer kazanmak” demekti. Onun için solcuların amacı, insanın sömürülmesini önleyip, özgürleşmesini sağlayacak olan “üretim tarzında” sürekli değişimin peşinde olmaktı.

– İlericilik ve sol devrimcilik amaçlarını “halka karşı” değil “doğaya karşı” gerçekleştirir. Bunun içinde yaşam tarzını değil öncelikle üretim tarzını değiştirmeyi hedefler.

Altı oklu CHP, fiilen ve hukuken Türkiye’deki tek parti diktatörlüğünü yaşatan parti, Marksizme, liberalizme, Kürt kimliğine ve Müslümanlığa kan kusturan parti…

Düzenin avantasını yiyenleri “solcu” diye yutturmak ise büyük harflerle yazılmış bir maskaralıktır.

– Müslümanlığın, Türk toplumundaki “kültürel ve sosyolojik” rolü görmezden gelinmiş. Bilim dinin yerine ikame edilmeye çalışılmış. Toplumda “din ile bilimin” çok farklı roller oynadığı algılanmamış…

– İnsanların ırkı, dini, giyimi, müziği ve giyip içmesi ile uğraşacağımıza toplumsal üretim, bilimsel bilgi yaratımıyla uğraşsaydık ve Türkiye’nin “yaşam tarzını” modernleştirmek yerine “üretim biçimini” modernleştirmeyi aklımıza taksaydık bugün çok daha başka noktalardaydık…

 Kürtlere ve Müslümanlara kızdıkça, askerleri çağırmaz teknolojide de böylesine şapa oturmazdık…

– Aklımızla değil, ırkımızla övünmeye şartlandırılmış bir toplumuz.

– Dışkıyı binbaşıya köylüler yedirseydi, aynı mahkemeler tecilli altı ay mı verirdi?

MEHMET ALTAN “MARKSİST LİBERAL”

Pazar, Kasım 25th, 2012

MEHMET ALTAN

– Neyi yapamıyorsan, onun esirisindir.

– Eleştiremediğin şeyi övme!

‘Siyasetçi’, övünmek ve övülmek istiyor, eleştiriye tahammülü yok. Oysa eleştiri ona karşı olan düşmanca bir tutum değil, ona dünyanın gelişmişliği açısından geldiği yeri göstermek, oraya taşımaktır.

– ‘Vicdan’; yerel değil küreseldir, empati yapmaktır. Vicdanın, kendine başka ötekine başka çifte standardı olmaz. Dindarım diyen insan, herkese karşı vicdanlı olacağı için saygıyı hakeder, aksi halde o da etmez.

‘Din’ sadece başkasına ‘ayar verme’ değil, çok önemli manevi bir tarafı vardır; bir iç yolculuktur, derinliktir, hakikati aramak, varlığına bir mana katmaktır.

– Bilimadamıyla, entellektüellerle, siyasetçi arasında çıkar çatışması vardır. Bilimadamı, olana bakarak olacak olanı okur ve geleceğe bakar. Siyasetçi ise seçildiği süreyle sınırlı olarak, olandan nasıl nemalanacağına bakar.

– Biz padişahlık kültüründen geldiğimiz için, hep “padişah kim olacak” diye bakıyoruz. Dünyanın gelişmişlik açısından gelmiş olduğu insani parametrelerle hiç ilgilenmiyoruz. Oysa önemli olan; işsizlikte, gelir dağılımında, insan haklarında, kadın-erkek eşitliğinde… dünyada nerede olduğumuzdur.

– Siyasetçiler iktidarı kaybetmekten korktukları için, kendilerini dünyanın gelişmiş insani parametreleriyle değil, iç siyasetteki başarılarla mukayese ederler.

– Mukayese olmadan, toplumların gelişmişliği anlaşılamaz. Toplumlar, devletler kendilerini kendisiyle değil, dış dinamiklerle yani gelişmişlik açısından dünya nerelere gelmiş onunla kıyaslarsa gelişir. Ülkenin gelişmişliğini görmek için, yedi milyonun yetmiş milyon içindeki yerine değil, yetmiş milyonun yedi milyar içindeki yerine bakmak gerekir.

– Farklı olana karşı olmak, onu yoketmeye çalışmak, kişinin değişen dünya koşullarına uyum sağlayamayıp, rekabet edememesinden kaynaklanır.

– Kişiler, işini koruyabilmek adına, “tükenmekte olan milliyetçi” söylemlere sığınırlar.

– İnsanlar; bilmediğine, anlamadığına karşı her zaman hamasi bir siyasetle karşı durup savunmaya geçerler.

Ordu; milletin değil, diğer kurumlar gibi devletin bir parçasıdır. “Milletin bir parçasıdır” dediğinizde, milletin her yapılanı meşru kabul edip, sahip çıkmasını sağlarsınız. “Devletin bir parçasıdır” dediğiniz de ise ‘vatan haini’ olmadan her yapılanın hesabını sorabilir, herşeyiyle eleştirebilirsiniz.

Her türlü vesayetten, hem ordu hem de sivil/siyasi vesayetten kurtulmak lazım. Hiçbir vesayet altında olmayan Avrupa Birliği standardında bir demokrasi istiyorum. Bunun için, AB görüşmelerinin devamını çok önemsiyorum. Böyle tam bir demokrasi için de mecburi askerliğin kalkması lazım.

“MARKSİST LİBERAL” ADLI ESERİNDEN:

– 1980 darbesi islamcılığı, sola karşı örgütledi ve kışkırttı.

– Devletçilik, toplumların zenginleşmesini sağlayamıyor aksine bürokrasinin ve devletin bir soygun batağına düşmesine yol açıyordu.

Anglo-Sakson firmaları ‘kâr artışı’ gözetir. Japon firmaları ‘stratejik yarış’ diye bilinen oyunu oynarlar. Amerikalılar ‘tüketim ekonomisine’ inanır, Japonlar ‘üretim ekonomisine’…

– Sermaye sınıfının boy atmadığı, proleteryanın güldür güldür çağlamadığı yerde de ister istemez ‘solculuk’ adına binbir türlü sahtekarlık yaşanabiliyor…

– Bizde hiçbir zaman ‘üretim ilişkileri’ sözkonusu edilmedi. Demokrasiyi bir yana koyarak halkı ordu sopası ile modernleştirmeye kalkmak, ‘ilericilik’ olarak yutturuldu.

Solculuk, en ileri üretim biçimlerine sahip çıkmaktır. En ileri üretim biçimi, insanın refahını ve özgürlüğünü pekiştirir.

– Fransız faşist lider; J.Marie Lepen, ‘evrenselliği’ en büyük düşman ilan ediyor, küçülen dünyayı tehlikeli buluyordu. Bildirgelerinde; sınırları kaldırıp, ulusal farklılıkları azaltacak her türlü girişime karşı çıkılıyordu.

Fransa’da yabancılara tanınan hakların geri alınacağı kanbağı ile oluşmayan ‘vatandaşlığın’ kaldırılacağı, kürtaja son verileceği ilan edilmekteydi…İktidar olunması halinde, Avrupa Birliği’nin temel antlaşması Maastrich’e son verileceği de haber verilmekteydi.

– Sol, ırka değil bizatihi insana, ulus-devlet anlayışına değil, ‘evrenselleşmeye’, kültürlerin zıtlaşmasına değil küreselleşmeye sahip çıkan bir kimliğe bürünüyor. Ayrıca ‘içe kapalı anlayış’; ekonomide dünyaya kapalılık, bölgesel ekonomik ittifaklara karşı çıkmak da ‘faşizmin yeni yüzü’ olarak görülüyor.

Sol, serbest değişimi, ekonomik ittifakları, dünyaya açılmayı savunuyor.

Leninizm ölürken,  Marksizm kendi anlayışını yeniden gözden geçiriyor.

Liberalizm, bireyin özgürlüğünü, devlet karşısında bireyin korunmasını amaçlayan bir düşünce biçimidir. Odağı bireydir, birey ve onun özgürlüğü için vardır.

Marksizm de evrenin değişimini araştıran, toplumsal dinamiklerin kaynaklarını irdeleyen bir felsefedir. Değişim bilimidir.

Osmanlı iktisadi düzenini saray ve özgür köylü ikilisi oluşturuyordu. Özgür köylü üretiyor, saray da buna el koyuyordu. Bu sistemin bozulmaması için özgür köylünün ‘küçük üretici’ olarak kalması bir zorunluluktu.

Saray, Cumhuriyet dönemiyle birlikte ruhunu daha kalabalık padişahlardan oluşan bir devlet örgütüne devretti…Köylü, birey ve vatandaş olmadı…Bireyin iktisadi ve siyasal özgürlüğünün üzerine, saray yönetiminin çağdaş yorumu olan devletçilik abandı…Saray geleneklerini devralan devletti.

– Osmanlı’da ‘yeniçeri’ ile ‘ulema’ birlikte hareket ederdi. Bu birlik ilk kez 1826’da bozuldu. Din adamlarından oluşan ‘ulema’, yeniçeri ocağının feshedilmesi için fetva verdi. Çünkü Batı kendine bağlı ‘laik bir ordu’ kurmak istiyordu. Bu başarıldı.

Modernist ordu da, hilafet kurumunu kaldırdı. Hilafetin kaldırılması, Müslüman dünyanın liderliği vasfını yok ettiği gibi, içerdeki Osmanlıdan kalma İslam geleneğini de abartılı ve demokratik olmayan bir laiklik anlayışıyla bastırdı.

Ulema camiye, yeniçeri mirasçıları kışlaya yaslandı…Aydınlar cami ile kışla arasındaki tercihlere göre düşünce ufkunu belirlediler…Cami muhafazakar gericilerin kalesi, kışla Batılı laik ilericilerin odağı sayıldı.

Bugün de liberal ve Marksist paradigma, Türk düşünce hayatını beslemiyor. O nedenle ortalıkta zavallı bir seviyesizlik var.

Cami, kendi inanç diktasını yıkacak olanlara ‘kafir’ diyor. Kışla üç asırlık liberal düşünceye ‘liboş’, Marksizme de ‘Rus uşağı’diyerek durumu idareye çalıştı. Ancak bu ucuz yaklaşımlara rağmen cami ve kışla paradigmasının da çürüdüğü ve hiçbir toplumsal talebe cevap vermediği inkar edilmeyecek kadar belirginleşiyor.

– Profesör Peter Drucker’ “Kapitalizm Sonrası Toplum” adlı eserinde “ulus-devlet” kavramını hırpalayan ve gittikçe güçsüzleştiren olguları şöyle sıralar:

İlki, “paranın kontrolü”, bugün hiçbir merkez bankasının tek başına kontrol edemeyeceği bir para akımı sözkonusu…paranın vatanı yok. İkincisi, para gibi denetim dışı dolaşan “enformasyon”. O da sınırları aştı vatansız hale geldi. Üçüncüsü çevre, o da ulus-devlet sınırlarını aşarak, uluslararası bir örgütlenmeyi dayatır oldu. Çünkü insanlığın serası olarak bilinen atmosferin, gene insanların ciğeri olarak bilinen ormanların, okyanusların, su ve havanın kirlenmesi, herkesin sorunu. Dördüncüsü, terör de uluslararasılaştı. Çok küçük bir grubun, koca bir ülkeyi altüst edebileceği anlaşıldı. Beşinci olguysa silah. Silahların kontrolüyle egemenlik kavramı çelişir hale geldi. Silahlanma (nükleer silahlar) tüm dünyayı tehdit ediyor. Altıncı olgu, “bölgecilik”; yüksek teknolojili sektör klasik, neoklasik ya da Keynesyen iktisadını arz-talep dengelerini izlemez. Bu teorilerde üretim maliyeti üretim hacmiyle doğru orantılı olarak artar. Buna karşılık yüksek teknolojilerde, üretim hacmi arttıkça üretim maliyeti hızla düşer.

Ulus-devlet zayıfladıkça, ‘ulus’ kavramının yerini daha küçük birimlerin alma ihtimali artıyor. Drucker buna ‘kabilecilik’ adını veriyor.

– Lenin, “kapitalizmin ilerici tarihi rolünün” ikinci aşaması olan “emeğin toplumsallaşma” sürecini ise şöyle tanımlar:

…Kapitalizm gelişmesi ne kadar büyük olursa, üretimin kollektif niteliği ile mal edinmenin bireysel niteliği arasındaki çelişki o kadar güçlenir.

– 1870’lerde Narodnik siyasal hareketi sosyalizmin kaynağını köylülükte arıyordu. Rusya’da Batı’yı yozlaştıran kapitalizmin kötü etkilerinden böylece kurtulacağını düşünüyordu. Narodnik hareketinin muhalifi ise G.Plekhanov idi. Lenin’in de aralarında yer aldığı bir grup marksisti o yetiştirdi.

Nitekim 1890’larda Plekhanov’un öngörüleri gerçekleşti. Kapitalizm Rusya’da hızla gelişti. 1914 yılında henüz 3 milyon sanayi işçisi olmakla birlikte, devrim proletarya öncülüğünde gerçekleşti.

Joseph Schumpeter,…büyük firmaların gelişmenin en büyük motoru olduğunu belirtip, toplam üretimi uzun vadede artırıcı güç olarak tanımlamaktadır. Ona göre, bu nitelikleriyle kapitalizm insanlığın hiç tanımadığı bir biçimde ekonomik kalkınmanın en önemli ve güçlü aleti olarak kabul edilmelidir.

– Üretim biçimi değiştikçe toplum ve insan da değişir…Bilimsel bilgi, çok daha az kol gücüyle çok daha fazla üretim yapar hale geldi.

1989 yılından sonra sosyalist dünyadaki “merkezi bürokratik planlama” iflas etti. İnsan iradesiyle, ekonominin daha verimli çalıştırılabileceği iddiası sona erdi. Piyasa ekonomisi, ekonomik kaynakların en bereketli şekilde kullanıldığı mekanizma olarak ortaya çıktı.

Gorbaçov’un sözünü ettiği marksizmle liberalizm sentezini ilk yakalayan parti eski İtalyan Komünist Partisi oldu. Adını “Demokratik Sol Parti”ye dönüştürerek, “Marksistliberal” bir kimlik edindi.

– Marx, Hegel’in düşüncesinin dış dünyayı rastgele kendi istediği gibi algılayabileceği iddiasına karşı çıkıyor. Bilincin, doğanın bir parçası olduğu için, kendi dışındaki dünyayı doğru algıladığını vurguluyor.

Marksist değer teorisine göre, emeğin sömürüsü sermayenin birikimine imkan veriyordu.

Engels, mezarı başında yaptığı konuşmada Marx’ın iki büyük keşifte bulunduğunu söylemiştir. Bunlardan biri, “insanlık tarihinin gelişme yasası”, diğeri ise “kapitalist üretim tarzının yarattığı burjuva toplumunun işleyiş yasasıdır”.

Mustafa Suphi, Türkiye Komünist Parti Genel Sekreteri idi. Ankara kendisini Türkiye’ye davet etti ve tuzağa düşürerek 15 arkadaşıyla birlikte Trabzon’da boğdurttu…Marksist bakış açısı, kısaca yeryüzündeki değişimi izleme rehberi yok edildi.

Bilgisayar devrimine bağlı olarak hayatımıza giren “iletişim devrimi” de “otoriter ve totaliter” yasakçı devlet anlayışını ve “yerel ölçüleri” tuz buz ediyor.

Çoktan aşılmış bir Kemalist ulus-devlet anlayışında direnmeye çalışıyor. Halbuki bilgisayar devrimiyle başlayan dönemin, üç altın ilkesi var; piyasa ekonomisi, insan hakları ve demokrasi…

– Yeryüzünün çağdaş toplumlarında, teknolojik devrim sayesinde, emek-sermaye çelişkisi sona ermekte…Üretim ilişkileri hızla değişmekte…Türkiye ise hala köylü…Hala köylülükten işçiliğe bile geçemedik. Halbuki, dünya işçilik dönemini bile geride bırakıyor.

…Solculuğu, çarpık bir laikliğe indirgiyorlar. Sanki bütün laikler değişimden yanaymış gibi. Ordunun resmi ideolojisini de sosyal demokrasiye yamamaya kalkıyorlar.

– Dünyayı değiştirmek isteyen Marksistlerin hedefleriyle, bu liberal değişim çelişmiyor çakışıyor.

– Batı’da demokrasi, gelişmiş sosyal sınıflarla çok çeşitli sosyal grupların “ortak çıkarları” üzerine kuruludur. Biz de ise Batı’daki çoksesliliğin yerini resmi görüş almıştır.

Padişahlık geçimini savaşarak elde ettiği ganimetlerle sağlıyor. O nedenle üretim pek yok…Üretim olmayınca ülkede iş de yok sendika da…8 saatlik çalışma için talep de yok…

– Liberalizm ilk başta, devlete karşı bireyi koruyan bir özgürlük anlayışı olarak doğdu.

Liberalizm, bütün girişimcilere sonsuz özgürlük demek…

– …Eski bir eğitimcinin dediği gibi “bizde lise eğitiminin bilgisi altı ayda öğretilebilir. Ancak lise öğretiminin amacı eğitim değil, demokrasiden mahrum edilmiş cumhuriyete militan yetiştirmektir”.

Memur öğretmen yaratıcılıktan uzak, bürokratik zihniyeti sürdürür. ‘Büyüklerine’ karşı hal ve tavrı önemser ama patent sayısını artıracak çocuklar yetiştirmeyi amaçlamaz. Çocuk oyunlarına bile yenilerini ekleyemez. Türkiye hızla silkinecekse, memur öğretmen kitlemizi nasıl entellektüel öğretmene dönüştürebileceğimizin formülünü bulmalı.

– Türkiye, federasyon kurabilecek gelişmişlik düzeyinden çok uzak. Bizde gelinen en üst aşama; ‘laik devlet’ kavramı…Üstelik, demokrasiyi kendine tehdit olarak gören bir ‘laik devlet’ algısı bu.

Robert King Merton, bir inceleme sırasında Rovere (New Jersey) sakinlerinin belirgin bir şekilde ikiye ayrıldığını tespit etmiş. Birinci grup, “dünyaya dönük yaşayanlar” İkinci grupsa “yaşadıkları çevreye endeksli olanlar”. Birincileri, “kozmopolitler” ikincileri ise “yerliler” olarak nitelemiş.

Kozmopolitler, tüm tartışma konularını yerküre ölçeğinde ele alırken, yerliler tartışmayı kendi yaşadıkları yerle kısıtlıyormuş.

Kozmopolitler, başarılarını genel kültüre bağlarken, yerliler yakınlarına, akrabalarına bağlıyormuş.

Kozmopolitler, kendi kentlerinde herkesi tanımaya, olup bitenden haberdar olmaya yatkın değilken, yerliler tam tersi herkesi tanımak istiyormuş. Kozmopolitler, bilgi sahibi olanlarla ilgilenirken, yerliler inandıkları kişileri dinlemeye yatkın oluyormuş.

– Modern bir ekonomide, bir değişim ve yenilenme ekonomisinde kâr diye bir şey olmadığını artık biliyoruz. Yalnızca maliyetler vardır; geçmişin maliyetleri ve belirsiz bir geleceğin maliyetleri.

SOSYOLOJİYE GİRİŞ -2

Cumartesi, Eylül 26th, 2009

 

 Sosyal tabakalaşma:

 

 Bu kavram genel anlamda, sosyolojinin temelini oluşturur. Sosyal anlamda fertlerin, gelir düzeyi, mesleki durumu, yaşam tarzı etkinliği gibi çeşitli özelliklere göre birbirinden farklı olduğu gerçeği sosyolojinin ilgi alanına girer. Fertlerin dahil oldukları gruplara göre gösterdikleri özellikler ya da benzer özellikler gösteren fertlerin meydana getirdikleri sosyal grupların belirleyici özellikleri, sosyolojide ‘sosyal farklılıklar’ olarak adlandırılır. Sosyal farklılıklara göre kurulan ‘Sosyal tipoloji’, toplum üyelerinin sınıflandırılmasını sağlar.

 Toplum yapısında benzer farklılıklara göre meydana gelen sosyal grupların oluşturduğu hiyerarşik sınıflama sosyolojide, sosyal tabakalaşma kavramıyla açıklanmaktadır.

 Sosyal tabakalaşma; belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak yani sosyal anlamda üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşmasıdır.

 

 Sosyal tabakalaşmanın özellikleri:

 

 Sosyal tabakalaşmanın evrenselliği; bütün sosyologlar tabakalaşmanın evrensel olduğunda aynı fikirdedirler. Bilinen bütün toplumlar üyelerinin yukarı ve aşağı durumlarda yer aldığı bir sıralanma sistemine sahiptirler.

 Bu tabakalaşma sistemi gerek toplumdan topluma gerekse aynı toplumda zaman içinde farklı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, toplumda fertleri farklı kılan değer yargılarının zaman ve mekan içinde değişmesidir. İlkel toplumlarda fertler, yaş, fiziki güç, öğrenme yetenekleri gibi öğrenme özelliklerine göre sıralanmışlardır.

 Yaşlılığın sosyolojik sıralanmada yüksek derecenin belirleyicisi olduğu birçok toplum vardır. Bu konuda geleneksel Çin toplumu bir örnek teşkil eder.

 Hayatını devam ettirebilmek için tabiata ve diğer insan topluluklarına karşı devamlı bir mücadele halinde yaşayan fertlerden oluşan ilkel toplulukların çoğunda fiziki güç, sıralanmanın temel ölçüsü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu çağdaş toplumlarda da görmekteyiz. Ancak ilkel toplumlarda, fiziki güç ve ve yaş gruplarına nazaran cinsiyet ayrımı toplumun iç yapısını belirleyen bir özellik olarak görmekteyiz.

 Gelişmiş toplumlarda ise yaş, fiziki güç ve cinsiyet gibi özellikler önemini kaybetmektedir.

 Nüfus çoğunluğu artmış, eğitim düzeyi yükselmiş, işbölümü ayrıntılı bir hale gelmiş, teknolojinin yarattığı imkanların artmış olduğu toplumların, ekonomik ve sosyal gelişme sistemi ne olursa olsun karmaşık bir yapıya sahip oldukları görülmektedir. Bu karmaşık yapı içinde, gelişmiş toplumlarda sosyal tabaka, sınıf olgusuyla ortaya çıkmaktadır. Sosyal sınıflar, belli bir farklılaşma seviyesine ulaşmış bir toplumda meydana gelen sosyal bir olgudur.

 

 Sosyal tabakalaşma piramidi:

 

 Hindistan örneği dışında, çağdaş toplumlar sosyal tabakalar halinde üst üste yer almış sosyal sınıflardan oluşur. Toplum yapısını bir piramitle gösterirsek, farklı sınıfların üst, orta ve alt tabakaları oluşturacak şekilde ayrılır. Yani sosyal tabaka, belli ölçütlere göre ayrılan sosyal sınıfları kapsamaktadır.

 Toplumsal yapı genellikle sosyal sınıfların, tabandan yukarı doğru sıralandığı tepesi kesik bir piramide benzer Hangi ülke olursa olsun, nüfusun tabakalaşmasından bahsedilirken, ‘tabakalaşma piramidi’ ifade edilir. Bu ifadenin tabakalaşmayı belirtmek üzere kullanılmsının sebebi, normal olarak nüfusun fakir tabakasının, tıpkı piramidin tabanı gibi yaygın yani kalabalık, orta tabakanın daha tenha, üst tabakanın ise piramidin tepe kısmı ile ifade edilecek kadar az olmasıdır.

 Bütün toplumlarda orta tabakanın varlığı açıkça gözlenmektedir. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, orta tabaka zayıf olabilir. Genellikle de zayıftır. Fakat yine de vardır. Az gelişmiş ülkelerin bu özelliği dolayısıyla onlara ait tabakalaşma, tabanı geniş, orta kısmı dar, bir sürahi şeklini almıştır. Buna rağmen piramit kavramının kullanılması bu kavramın kullanılmaya alışık olunmasından kaynaklanmaktadır.

 Nitekim gelişmiş ülkelerin piramidi de piramit olmaktan çıkmış, alt ve üst ucu sivri ortası şişkin bir topaca benzer. Çünkü bu ülkelerde çok zengin ve çok fakirlerin oranı azdır. Nüfusun hemen hemen tamamı orta derece gelir sahibidir.

 

 Sosyal mesafe; sosyal bakımdan aynı seviyede olan sınıfların, aynı tabakaya mensup oldukları kabul edilir. O halde sosyal tabaka kavramı yorumlu olarak, ‘sosyal sınıf’ ve ‘mesafe’ kavramını da içerir.

 Çünkü alt ve orta tabakalar arasındaki mesafe, coğrafi ve fiziki bir mesafe olmayıp sosyal bir anlam taşımaktadır. Fiziki bakımdan birbirine çok yakın iki kişi örneğin, mağaza sahi bi ile tezgahtarı, sosyal bakımdan birbirine çok uzaktır. Buna karşılık birbirinden çok uzakta, iki şehirde yaşayan iki tüccarın sosyal bakımdan yan yana olduklarını söyleyebiliriz.

 Sosyal mesafe, belirli bir sosyal sınıfa mensup olan herhangi bir ferdin, diğer sınıflarla ve o sınıflara mensup bulunan gruplar ve fertlerle olan hiyerarşik ilişkilerini, bir nüfus içindeki sınıfların birbirlri ile olan ilişkilerini ve belirli nüfusların aralarındaki sosyal farklılık ilişkilerini gösteren bir kavramdır.

 

 Sosyal tabakalaşma sistemleri:

1-Kast sistemi,

2-Feodal tip; kapalı toplumlar sistemi,

3-Sınıf sistemi.

 

 Kast sistemi:

 Hindistan ve Seylan’da, binlerce yıldır devam etmekte olan sonderece katı bir sosyal tabakalaşma sistemidir.

 Kast sistemi, sosyal tabakaları hiç değişmeyen bir üst ve alt sıralamasına göre düzenlenmiş kapalı sosyal zümrelerden ibarettir. Belli bir kast içinde doğan kişi ömrü boyunca orda kalmak zorundadır. Bundan dolayı kasta, değişmez statü zümresi olarak bakılır.

 Çocuk sosyal statüsünü, burada doğuştan kazanır. Hak ve görevlerini ebeveylerinden öğrenir. Ne yaparsa yapsın şahsi özellikleriyle, başarılarıyla basamağını değiştiremez. Ferdi sosyal hareketlilik bulunmadığı için, yükselemez ya da düşemez. Endogami sistemi geçerli olduğu için evlenme yoluyla da kast değiştirmek mümkün değildir.

 Bu sistemde tabakalar arasındaki fark, iyice sistemleştirilmiş ve kurumsallaştırılmıştır. Bir ferdin kastı onun hayattaki rolünü hangi zümreden evleneceğini, yapacağı işi ve günlük yaşamının ayrıntısını belirler. Saf kast sistemi dini düzen içinde kökleşmiştir. Klasik Hindu sistemi bu tipe yatkındır. Hinduizme bağlı sistem 3000 yıldan beri vardır ve hala da devam etmektedir.

 

 Feodal tip, kapalı tabakalar sistemi (feodalizm):

 Romalılar zamanından Fransız ihtilaline kadar Batıda görülen sosyal ve ekonomik yapıya ‘feodalizm’ denir.

 Feodal toplum, sosyal teşkilat toprağın kullanılmasıyla ilgili çeşitli şekiller çerçevesinde meydana gelir.

 Toprak, askeri hizmet karşılığı elde tutulur ve bir insanın konumu onun toprakla olan ilişkisine bağlıdır.

 Feodal tabakalşama sistemi, kanunlar, örf ve adetlerle kurulmuş olup, birbirinden büyük mesafelerle ayrılmış hiyerarşik tabakalardan ibarettir.

 Tabakaların en yukarısında, toprakların sahibi olan bir kral ailesi bulunur. Bundan sonra askeri aristokrasi, ruhban sınıfı, tüccarlar ve zanaatkarlar geliyor. Daha geniş olan hür kitleler ve hür olmayan serfler yer alıyor.

 Her tabakanın açıkça belirtilmiş olan hak ve görevleri kalıtımsal olarak babadan oğula geçer.

 Çok seyrek olarak, belli şartlar altında kişiler, hukuken tabaka değiştirebilirler.

 Örneğin kral, halktan birine asalet ünvanı verebilir. Bir varlıklı tüccarın kızı, evlenme yoluyla aristokrasiye geçebilir.

 Tabakalar arası evlenmeler çok sınırlıdır. Buna rağmen kast sistemi olduğu gibi mutlak şekilde yasaklanması efendisinin izniyle serf, hür olabilir. Kabiliyetli bir köylü çocuğu kilise veya orduda yükselebilir. Onun için bu sistem kasta oranla dah yumuşaktır. Fakat ekonomisi tarıma dayandığından statiktir. Sosyal hareketlilik, hukuksal sınırlar içindedir. Burada sosyal hareketliliğe sınırlar koyan, bir takım engeller var.

 

 Sosyal sınıf sistemi:

 Sosyolojinin konusunu oluşturan sosyal olgular, tabii bilimlerin konusunu oluşturan sosyal olgulardan daha farklı olup daha karmaşık bir özelliğe sahiptir. Bu karmaşıklık ve çok yönlülük, sosyologların kendi sistemlerine göre gerçeğin farklı özelliklerini vurgulamasına yol açmıştır. Bu yüzden sosyal sınıfların belirlenmesinde farklı ölçütler kullanılmıştır. Hatta bunların içinde ikametgahı, giyimi ve ahlaki şeklini dikkate alanlar da vardır.

 Sosyal sınıfların belirlemesinde, hemen bütün sosyologlarca birim olarak aile alınmakta ve birey mensup olduğu aile içinde düşünülmekte, sınıf üyeliğinin temel birimi, birey değil ailedir. Her ferdin dünyaya geldiğinde ailesinin mensup olduğu sınıfa kabul edilmesi bu düşüncenin basit bir şekilde ispatı sayılır. Fakat bu durum, sınıf sisteminde fertlerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Genelde, ailenin sınıf piramidi içinde yükselmesi ve düşmesi hallerinde, ferdi faaliyetlerde etkili olmaktadır. Bu süreç iki yönlüdür. Servetini kaybeden birisi yukarı sınıflardan alt basamaklara düşebileceği gibi kendisine miras kalan birisi de alt basamaklardan yukarı basamaklara çıkabilir.

 Şunu da belirtmek gerekir, ferdin sınıf değiştirmesi sadece kendi başarısına bağlı değildir. Örneğin, yeni zengin olan kişi sosyal çevresine tam olarak kabul edilmez. Ve pozisyonunu kaybeden birey de yeni çevresi tarafından tamamen benimsenmez. Her iki durumuna da birey zamanla uyum sağlamaktadır.

 Modern toplumun karmaşık sosyal yapısı, bireyleri birbirinden ayırt eden özelliklerin sayısını artırmıştır. Sosyal sınıf kavramının ayırt edici özellikleri tümünü kapsamaktadır.

  Sosyal sınıfın, kendini oluşturan kriterleri şöyle tanımlanabilir:

 Aynı geliri elde eden, aynı hayat üslubuna sahip, benzer tahsili ve terbiyeyi almış ve bütün bu hususlarda birbirine yakın olma bilincini taşıyan kişilerin oluşturduğu bir bütündür.

 1-Gelir düzeyi        }

 2-Hayat şekli          }  Objektif  kriter

 3-Eğitim – öğretim }

 4-Sınıf bilinci         }  Subjektif  kriter

 

 Sosyal hareketlilik:

 Toplumun kendi içindeki dinamizmi ifade eden bir kavramdır. Sosyal hareketlilik, bireysel hareketlerle kendiliğinden veya devletin güttüğü politika ile gerçekleşebilir.

 Tek tek bireylerin sosyal hareketliliği ile sosyal grubun veya sınıfın hareketliliği birbirinden farklıdır.

 Genelde sosyal yapı içinde iki tür sosyal hareketlilikten sözedilir:

 1-Yatay hareketlilik

 2-Dikey hareketlilik

 

 Yatay hareketlilik; bireylerin aynı sosyal tabaka ya da sosyal sınıf içinde, bir mesleki zümreden diğerine ya da sosyal statüden diğerine geçme durmudur.

 Dikey hareketlilik; fertlerin tabakalar arasında veya sınıflar arasında iniş çıkışları ya da tabaka veya sınıf değiştirme durumlarıdır.

 

 Sosyal hareketliliği etkileyen faktörler:

 1-Eğitim; kariyer ve meslek sağlaması nedeniyle sosyal hareketliliği etkiler.

 2-Ekonomi; servet ve gelir düzeyi sosyal hareketliliği etkiler.

 3-Teknolojik gelişme; servet hareketlerini hızlandırarak, parasal faktörlerin önemini pekiştiriyor. Bir de işbölümüyle yol açtığı değişiklik, sosyal hareketliliği sağlıyor.

 4-Aile; yapısının özelliğine, servet ve gelirin aileden kaynaklanması ile sosyal hareketliliğe yol açar. Yine ailenin sosyalleşmekteki rolü nedeniyle birey beklentilerini, yeteneklerini, sosyal hareketlilikteki konumunu belirlemekte büyük önem taşır.

 Aile alışkanlıkları, gelenekleri pekiştirerek hareketliliği önleyebilir.

 5-Nüfus hareketleri ve göç; köyden kente göç, yeni bir sosyal sınıfa girmeyi kolaylaştırabilir. Kentsel meslek yapısı, dikey hareketliliğe elverişlidir.

 Lipset ve Bendix, büyük kentlerin, küçük kentlerden daha fazla uzmanlaşmaya sahip olduğunu, fikir işlevinin beden işlevine oranla daha yüksek bulunduğunu yeni ve üst düzey statülerini yaratan büyüme hızının kentte çok daha hızlı geliştiğini savunmuşlardır.

 6-Sosyal olaylar.

 7-Savaşlar, demokratik düşünceler vs.

DENEMELER -2 (AHMET AĞI)

Pazar, Mayıs 31st, 2009

 

– Tabular, önyargılardan beslenir.

 

– Sorgulanmayan fikirler, dogmatizmin ötesine geçemez.

 

– Bilgi, kesinliği herkes açısından genel geçer olduğundan müdahaleyi, dogma ise inananları bağladığından müdahalesizliği meşru kılar.

 Ancak bu teoride böyle, gerçekte ise dogmatizm, şovenizme dönüşür ve kendisi gibi olmayana hayat hakkı tanımaz. Bilgi toplumunda ise eylemleri şiddet içermediği sürece, karşıtlarına dahi eşit hak ve özgürlükler talep eder.

 

– Bütün ihtiraslar, güç isteminden doğar.

 

– Kendisi için iyi olan (koşulsuz), başkası için iyi olandan (koşullu) daha muteberdir.

 

– Varlık; sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen, sürekli bir oluştur.

 

– Tanrı düşüncesi insanlığın gelişim sürecinde, hem en büyük engel hem de ulaşmak istediği en büyük hedef olmuştur.

 

– Bireyin en temel durumu, yalnızlık ve korkudur. Yapıp etmelerinin tümü bu durumu aşmaya yöneliktir.

 

– Başkasını yücelttikçe kendimizi küçültürüz, kendimizi yücelttikçe de komplekslerimiz belirginleşir.

 

– Etik; özgürlüğün bir paylaşımıdır.

– Etiği belirleyen özgürlük bilinci, özgürlüğü belirleyense, varlık bilincidir.

– Erdem dediğimiz şeyse tarafların birbirine eşit/adil davranmasıdır.

– Etik ve özgürlüğün sınırlarını belirleyen; ‘ben’in karşısında ‘sen’in varlığıdır.

 Benin ‘söz – eylem’ özgürlüğünü, senin ‘söz- eylem’ özgürlüğü sınırlayarak belirler.

– Etiğin ve özgürlüğün en temel ilkesi; (hiçbir şeye zarar vermeden) herkese ve herşeye karşı adaletli olmaktır.

 

– Her türlü varlığı indirgeyerek açıklama girişimi, metafiziksel bir yaklaşımdır.

 

– Bilinç ile özdek arasında, mahiyet farkı olsa da birlikteliği olgusal bir gerçekliktir.

 

– Bilgili olmak, ‘bilinçli olmak’ değildir ama bilinçli olan bilgilidir de.

 Önemli olan bilgiye sahip olmak değil, onu uygulayabilmek, değerlendirebilmek ve sentezleyebilmektir.

 

– Her türlü fanatizm, sonunda despotizme dönüşür.

 

– Kutsal bildiklerinizi, ne kadar sorgulayabiliyorsanız o kadar özgürlükçüsünüz demektir.

 Sorgulamayan itaatkar faşizm, özgürlüğü de tehdit eder.

 

– İnsanlar sahip oldukları mülkiyet oranında muhafazakar, sahip olmadıkları oranda da devrimci fikirlere sahiptirler.

  

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

 

– Felsefe, insanın içinde bulunduğu evreni tanıyabildiği kadar kendisidir.

 

– İnsanlık tarihi bir eylem olarak; kendini bilme, tanıma ve geliştirme sürecidir.

 

– İnsanlık tarihi dünya tarihinin, dünya tarihi ise evrensel tarihin bir sonucudur.

 

– Bir doğa varlığı olan insanın bilincinden bahsediyorsak, doğanın da bir tür bilince sahip olduğunu kabul etmemiz gerekir.

 Herşey birer ‘akıllı tasarım’ ürünü olarak, iyi bir usta işi görünmekte. Bu usta kimdir veya nasıl bir şeydir? 

 Tüm dünya, bizden daha gelişmiş bir medeniyette yaşayan bir çocuğun, bilgisayarında oynadığı bir ‘medeniyet kurmaca’ oyunu olabilir mi?

 Pek çok şey mümkün…Kesin olan bu konuda olanaklı bilgilerden sözedebileceğimiz ama ‘şöyledir’ ya da ‘böyledir’ diyemeyeceğimiz.

 

– Bizim samanyolumuz ve dünyamız güneşin bir parçasıysa, güneşin de başka bir ‘bing-bang’in sonucu olması muhtemeldir.

 

– İnsan zekası, evrensel oluşu kavramaya yönelik somutlaşmış bir bilinç halidir. İnsanlık tarihi ise insanın kendini ve içinde bulunduğu evreni keşfederek tanıma ve bilme sürecidir. Varolanı kavramsal olarak yeniden kurma, tümüyle kendini bilme ve yeniden üretmektir. 

 

  – Bilmek; değiştirmektir, değiştirmek; özgürlüktür.

 

 – Çelişkiler bizim bilgi kuramlarımızda, gerçekte değil.

 

 – Doğanın yasalı oluşu, bilincin bir göstergesidir.

 

 – Dünya tarihi; üçüncü çağa doğru hızla ilerlemekte.

 Birinci çağ; İnorganik çağ (tez), canlı yaşamının henüz başlamadığı devir. Evrimsel süreçte ulaştığı en üst aşama; kimyasal oluşum (hücrenin yapı taşlarını oluşturan aminoasitler).

 İkinci çağ; organik çağ (antitez). Evrimsel süreçte, kendini en üst aşamada ‘insan’ olarak gerçekleştirmiştir.

 Üçüncü çağ; evrensel çağ (sentez). İnsanın kendisini, ‘ tekno-insanla aşarak, evren varlığına dönüşeceği çağ. Tabi bu aşamaya kadar dünya bir felaketle karşılaşmazsa.

 Her çağ evrimsel olarak, ulaştığı en üst aşamada, kendisini üreterek yeni bir çağı başlatmaktadır. İnsan da ulaşacağı en üst aşamada, kendini yeniden üretecektir.

 

– İnsan eyleminin amacı; mutlak bilgi, mutlak güçtür.

 

– Dünyanın mahvına bile olsa, insanoğlu bilme arzusundan; kendini, dünyayı, evreni… bilmek ve işleyişine müdahale etmekten vazgeçmeyecektir. En azından şimdiye kadar bu böyle oldu. Moral değerler insan egosunu ne kadar dizginlemeye çalışsa da o bir yolunu bulup kendi gelişimine devam etmekte.

 Ayn Rand’ın dediği gibi ‘ego büsbütün kötü olsaydı, iyi olanları izah edemezdik’.

 

 – Yıldızları sadece bir esin kaynağı olarak görmek isteyenlerin yanında, onlara ulaşmak isteyenler de her zaman varolacaktır. 

 

 – İnsanoğlunun yaptıklarıyla dünyayı bir felakete götürdüğü söylenebilir ama unutmamalı ki, insan etkisi olmadan da dünya her an bir felaketle karşılaşıp yok olabilir.

 İnsanlığın bu felaketi beklemek yerine, yazgısını değiştirmeye çalışması çok daha akıllıcadır. Sadece temaşa halinde şükrederek beklemek, miskinlerin işidir.  İnsan ne yapabileceğinin ve ne olabileceğinin sonuna kadar gitmeli. Her şeyin mahvına bile olsa, yazgısını değiştirebilecekse buna değer.

 Madem ki var, başına gelen ve gelebilecek olanların, bir yazgı olup olmadığını anlamak ve değiştirmek adına tüm olanaklarını sonuna kadar zorlayıp, içinde bulunduğu alemi anlamaya ve bilmeye çalışmalıdır.

 

– İnsan neyi bilirse, o kadar müdahil olur.

 

– Kötü olan liberalizm değil, toplumun bilinçsizliği ve bireylerin örgütsüz oluşudur. Liberalizm aslında tam bir sivilizasyon sürecidir. Bireylerin özgürce örgütlenmelerinin önünü açar. Devletin çekildiği alanları, Sivil Toplum Örgütleri almakta, devlet toplumun bütününe yayılmakta, devletin yaptığı işleri STK’lar yapmaktadır. Sosyal denge, tamamiyle ihtiyaç ve taleplere göre STK’lar aracılığı ile sağlanmaktadır. (Siyasi liberalizmin nihai amacı ise, toplumun devlet olduğu aşamadır.)

 Unutmamalı ki, iyi yönetilmeyen devlet de faşizm, sömürü, etnik kimlik gibi konularda her türlü terörden çok daha tehlikeli olabilmektedir.

 

– Kapalı toplumlarda kollektif örgütlenmeler, açık toplumlar da ise bireylerin özgürce girip çıktığı liberal örgütlenmeler vardır. Kapalı toplumlarda millet, devlet içindir ve ordu sadece dışarıya karşı değil, kendi halkına karşı kullanılmak için de vardır.

 Açık toplumlar, kişi hak ve özgürlüklerinin yasal güvence altına alındığı toplumlardır. Yargı bağımsızdır ve herkese açıktır.

 Dinsel cemaatçilik ile ideolojik (kollektivist) cemaatçilik arasında, ritüellerinin dışında hiçbir fark yoktur. Aynı yapısal örgütlenme biçimine sahiptirler.

 Sınıf egemenliği, toplumun diğer sınıfları üzerinde baskı kuran, diktacı bir rejimdir (proleteryanın diktatörlüğü gibi). Sınıfsız toplum ise ütopik bir yaklaşımdır.

 Mülkiyeti kontrol altında tutarak; adil, sömürmeyen, erdemli bir devlet kuralım derken, kendi ellerimizle özgürlüğümüze son veren devasa bir diktatörlük kurmaksa tercih edilecek bir durum değildir.

 Yapılacak olan; sosyal hakların yasal güvence altına alınarak, insan onurunu düşürmeden, sınıflar arasındaki makası makul ölçülerde tutmaktır.

 

– Devlet vatandaşlarının hizmetinde değilse, onlardan aldıklarını adil bir şekilde dağıtmıyorsa, kimin yönettiğinin ne önemi var?

 Aynı sömürüye tabi tutuluyorsan, sömürgeci yerli olsa ne olur, olmasa ne olur…

 

Vatandaşlarına adil davranmayan bir devletin, herkesten vatandaşlık görevlerini yerine getirmelerini (gerekirse ölmelerini) bekleme hakkı yoktur.

  Aslolan hayattır, insanların huzur ve refahıdır.

 

 – Bir ülkede, yasalarca korunan imtiyazlı sınıf ve kesimler olduğu sürece, orada tam demokrasiden bahsedilemez.

 

– Vatandaşının hak ve hukukunu gözetmeyen, kötü muamele görmesine göz yuman bir devletin, kendisini haklı gösterecek hiçbir sebebi olamaz.

 

– İnsanları ne kadar dışlarsanız, o kadar terörize edersiniz. Aslolan, herkesin sistem içine alınarak, gelişimine yardımcı olmaktır.

 

– Hak ve özgürlüklerimize ilişkin taleplerimiz kadar, onları isteme yöntemimiz de bir o kadar önemlidir.

 Terör örgütleri de  çok masum ve haklı taleplerle yola çıkabilir. Ancak  meşruiyyetlerini yitirmelerine yolaçan, taleplerini elde etme yolunda uyguladıkları yöntemlerdir.

 

– Evrensel, herkes için genel geçer doğrular vardır ancak öncelikler de vardır. Her durum ve koşulda aynı doğruları savunamazsınız.

/

 – Bir ‘ulus devlet’te, halklar arasındaki eşitsizlikleri, ‘insan hakları’ bakımından eşitlemeye çalışırken, bu hakların siyasi açıdan da değerlendirilmesi bir o kadar önemlidir. Aksi halde ‘ulusal özgürlük’, ‘ulusal birlik’ ve ‘entegrasyon’ süreci zarar görebilir.

 

 ‘İnsan hakları’ bakımından her alanda talep edilen ‘eşitlik’, siyasal olarak değerlendirilmediğinde ayrışma ve bölünmeye yolaçabilir.

 

 – Ulus devletin varlığını sürdürebilmesi için, bütün halkların eşit haklar bakımından olduğu kadar, birlik açısından da katkı vermeleri gerekir. Entegrasyon sürecinin durması, birliği parçalar.

 

 – Ulus devletin de kendine özgü birtakım kuralları vardır:

 Herkesin ‘anadili’ni konuşması, bir temel haktır. Bu dilin yasaklanması ise faşizmdir. Bir ulus devletde herkes anadilini öğrenebilir, konuşabilir, yayın yapabilir. Resmi dilin tek olması hem entegrasyon süreci hem de pragmatik açılardan zorunludur. Resmi dilin öğretilmesiyle beraber “anadilde eğitim” bir haktır. Egemen bir devlette halkların, kendi ana dillerine göre eğitim yapması kuşkusuz ayrışmayı belirgin bir hale getirecektir ancak, insanların bu haktan men edilmesi durumunda da illegal yollardan ayrılıkçı davranışlara zorlanması, yasakçı politikalar nedeniyle olacaktır. 

 

 – Ulus devletin parçalanması, diğer devletlerin varlığını tehdit eder riskler taşıyorsa, bölünmeme yönünde herkes aynı hassasiyeti göstermelidir.  

 Her egemen devletin, kendi güvenliğini tehlikeye sürükleyecek hiçbir oluşuma geçit vermek istememesi onun pek tabii hakkıdır.

 

 – Tek bir ‘etnik kimlik’e dayalı devletlerde ‘ulus devlet’ modeli ideal görülebilir fakat çok kimlikli ülkelerde bu model, halkların siyasal eşitlik talep etmesi halinde, merkezi yönetim buna izin vermeyeceği için sonuçta büyük çatışmalar ve acılar yaşanmasına da neden olabilmektedir.

 

 – ‘Eyalet’ sistemine dayalı ‘federatif’ yapılar ise halklar açısından daha özgürlükçü olmakla birlikte bölünmeye daha açıktır.

 

 – Daha çok sayıda halkın eğemenliği açısından, devlet sayısının çokluğu mantıklı gelebilir ancak bu daha çok küçük devlet demektir. Küçük devletlerin, büyüklerin uydusu olması ya da egemenlik hakkını kötüye kullanmaları halinde, denetimleri de çok büyük sorunları beraberinde getirmektedir.

 

 – Devletler ortaya çıkan durum ve ihtiyaçlara göre, çıkarları doğrultusunda resmi ideolojilerini de yönetim biçimlerini de değiştirebilirler.

 

 – Bazı ülkelerin sadece kendi vatandaşlarına karşı değil, bölgesindeki diğer ülke ve isanlara karşı da tarihten gelen görev ve sorumlulukları vardır. Bu nedenle çeşitli zamanlarda, ülkesinin güvenlik ve refahını da tehlikeye atabilirler. Bu, ‘lider ülke’ olmanın bedelidir.

 

 – Sürekli güvenlik tehdidi altında yaşayan ülkelerde, güvenliğe ayrılan payın çok fazla olması halkın refahını kısıtlayan bir unsurdur.

 

 – Bazı ülkeler birden fazla medeniyetin üyesi olabilir. Bu olağanüstü bir ayrıcalık ve zenginliktir. Bir ulusun hangi medeniyete ait olduğunu sadece dil ve din değil, tarihsel süreçleri de belirler. İki medeniyetlilik, hem o ülke hemde diğer ülkeler bakımından uzlaştırıcı yanıyla bir şanstır.

 

– Bazı ülkelerin jeopolitik konumu, iki medeniyetlilik gibi kendine özgü farklı özellikleri nedeniyle tek eksen yerine, ‘çok eksen’li olmaları  yadırganacak bir durum değildir.

 …

– Yeni oluşan oligarşiye karşı çıkarken, eskisine sarılıp savunmak da yanlışta ısrar etmektir.

 Her oligarşi, diğerlerinin egemenliğine karşı çıkarken, kendisine ise her koşulda teslimiyet ister.