Posts Tagged ‘Devrimci’

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN / 6

Cuma, Ağustos 6th, 2021

AYTEKİN HOCANIN HORTLAMASI

1990’lı yılların başında, hoca 65 yaşlarındayken hikayesini kendisinden dinlemiştim.

Aytekin hoca, İstanbul Üniversitesinde öğretim görevlisidir ve genç yaşta kalp krizi geçirir. Sonrasında öldüğü tespit edilerek, morga kaldırılır. Eşi ve yakınları, büyük bir üzüntü içinde morga gelirler. Naaşını alıp, defnedeceklerdir. Ancak hiç beklenmeyen bir durumla karşılaşırlar. Hocanın vücudu sıcaktır ve istemsiz hareketler vardır. Hemen acile götürürler ve bir süre sonra gerçek ortaya çıkar. Hoca, öldü zannedilerek, rapor düzenlenmiş ve morga kaldırılmıştır.

Hoca, ölmeden önce “ateist” olduğunu, şimdi ise bu lütuf karşısında inançlı biri olduğunu söyleyip, sürekli şükrediyordu. Arada bir donup kalıyor gibi oluyor, sonra yine tane tane anlatıyordu. “Ben KDV’li yaşıyorum” diyordu. Yaşından, bir yirmi yaş kadar daha büyük, “tonton dede” gibi görünüyordu. Üniversite, yürüyüp konuşmaya başladıktan sonra vefa göstererek onu yormayacak sayıda derse girmesine izin vermişti.

Hocanın iyileşmesi kolay olmamış. Morgda kanı pıhtılaştığından uzun süre konuşamamış, yürüyememiş pek çok sağlık sorunu olmuş hatta çok sıcakta dahi terleyemiyormuş. Tam anlamıyla konuşabilmesi, yürüyebilmesi, kollarını oynatması gibi her şey aylarını hatta yıllarını almış. Her gün düzenli olarak, buzla dolu suya girerek, kan dolaşımının hızlanması için banyolar yapıyormuş.

Bir yaz günü, öğle namazı için Beyazıt Camisine gider, hava çok sıcaktır ama hoca terleyemediği için de daha fazla bunalmaktadır. Hoca, “o an bir mucize daha oldu, 20 yıl sonra ilk kez terledim. Gözyaşları içinde Allah’a şükrettim. Ben önceleri ona inanmasam da O bana inanmıştı. Şimdi her an, onun verdiği nimetlere şükrediyorum”.

DEVRİMCİ ZAFER YAVUZ

Zafer abi, 1980 askeri darbesi sonrası devrimci eylemleri nedeniyle, devlet düzeni için tehlikeli görülerek tutuklanır. İçerde de kötü muamelelere karşı direnen ve isyan edenlerden olduğu için, cezası katlanarak artar. 1990’lı yılların başında aftan yararlanarak, şartlı olarak çıkar.

Senaryo yazmak amacıyla, “Çocuk Esirgeme Kurumları”nı ziyaret ederek uzun gözlemlerde bulunur. Bu ziyaretleri esnasında da psikolog Makbule hanımla tanışıp, evlenirler. İki de çocukları olur.

Devrimci arkadaşlarının desteğiyle kendisine, bir lojistik şirketinin önemli bir yerdeki bayisinin, yöneticiliği verilir. Burada oldukça iyi paralar kazanmasıyla, Zafer abinin sefalet günleri biter. Ancak çok para, onu değiştirmeye başlar, adeta içerdeyken mahrum olduğu herşeyin fazlasını ister ve kendini eğlenceye verir. Herşeyin farkında olan eşi, bu durumdan çok muzdariptir. Yaptıklarının, herkese zarar verdiğini söylemeye çalıştığında da öfkeli ve sert davranışlarına maruz kalır. Çocukların bütün sorumluluğu onun üzerindedir. Bu durum, altı yedi yıl kadar sürer.

Bir gün Zafer abi, eşinin görevli olduğu, “çocuk yuvası”nın Silivri’deki yaz kampını, bir arkadaşıyla beraber kendi kullandığı arabayla ziyarete gider. Yolda, kendisini iyi hissetmediğini, başının çok ağrıdığını söyler. Ziyareti kısa kesip, zar zor eve gelir daha da kötü olur. Hastaneye kaldırılır, tetkikler yapılır ve beyin kanaması geçirdiği anlaşılır. Acilen ameliyata alınır, sonrasın da ise bir tarafına felç iner ve konuşma yetisini de tamamen kaybeder. Zafer abinin sefahat günleri de böylece biter.

Bir süre sonra eşi Makbule hanım, Çocuk Esirgeme’den ayrılır ve eşinin işinin başına geçer. Bu kez de Makbule hanım iyi paralar kazanınca, renkli bir hayat sürmeye başlar. Ancak bu renkli yaşam da altı yedi yıl kadar sonra bir astım kriziyle son bulur. Zafer abi, tarifsiz acılar içinde, iki çocuğuyla kalır, sonradan öğrendiği az sayıda sözcüklerle, gözleri dolmuş halde, “Makbuş gitti” der.

İNSANLIĞA ADANMIŞ BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ : “OYA ANNE”

Varlıklı bir ailenin kızıdır. Robert Kolejden mezun olduktan sonra yüksek öğrenimine yurt dışında devam edecektir. Ancak, özel hayatında çok az kişinin bildiği bir olay, onu yurtdışı eğitiminden vazgeçirir.

Daha yirmi yaşında bile değilken, “korunmaya muhtaç çocuklar”ı farkeder. “Çocuk Koruma Birlikleri”nde gönüllü olarak çalışmaya, yalnız kalplere bütün benliğiyle sevgi ve umut olmaya başlar. İki yıl kadar sonra “Kasımpaşa Çocuk Yuvası”nın yöneticiliği kendisine verildiğinde, Maçka’daki evlerinde babasıyla arasında şu konuşma geçer:

“Bu iş çocuk oyuncağı değil. O çocukları önce umutlandırıp sonra da yüzüstü bırakıp gelemezsin. İyi düşün taşın, bu işi yapacaksan bir daha geri dönüşün yok. O çocuklar, kendi çocuklarınmış gibi herşeyinle kendini adayacaksın. Buna hazır mısın?” O da babasına:

“Evet bunu çok düşündüm ve kararımı verdim. Zor bir yaşam olacağını biliyorum ama vazgeçmeyeceğim” der.

Kolej mezunu, genç ve güzel bir kız olarak, “Kasımpaşa Çocuk Yuvası”na gelir. Kısa zamanda, yaptığı güzel işlerle herkesin dikkatini çeker. Eski binayı yeniden ihya eder, gençleri hizmetli, bakıcı, eğitici olarak yanına alır. Yuvada dispanser açıp, mahalleliye hizmet verir. Fakir fukakaraya, garip gurebaya sahip çıkar, karınlarını doyurur, harçlık verir, iş bulur. Kötü alışkanlıkları olanları tedavi ettirip, bakımlarını üstlenir.

1983 yılında “Çocuk Esirgeme Kanunu” çıkıp, bütün faaliyetler tek çatı altında toplanınca, kendisi de memur olmadığından, yuvada geçen yirmi küsur yıllık yöneticiliği son bulur. Yine aynı kurumda arkadaşlarıyla beraber “Kasımpaşa Çocuk Yuvası Derneği”ni kurarlar ve oybirliğiyle de başkan seçilir. 2020 yılında, ölünceye kadar da statüsü “dernek başkanı” olsa da çocukların “Oya anne”si olarak herşeyleriyle ilgilenir.

Sabahlara kadar hasta olanların başında bekler, tedavilerini yapar, çamaşır yıkamadan terziliğe, hidrofor, brülör tamirine kadar her bir işle bizzat ilgilenir. Engelli çocuklara daha çok ihtimam gösterir, bu yüzden de başka kuruluşlar bile engelli çocuklarını ona yönlendirir. Ailesini görmeye bile mecbur kalmadıkça gitmez. Çocuklarla yatar, onlarla kalkar onların yemediğini yemez, giymediğini giymez. Doğru dürüst uyumadığı ve çok çalıştığı için varisleri iyice azar. Dökülen dişlerini bile ısrarlar sonucunda yaptırmıştır. Göz önünde olmaktan, övülmekten hiç hazetmez. Kendisi için değil, başkaları için yaşardı. Çocukların sevinci onun da sevinci, üzüntüleri onun da üzüntüsüydü. Evinde, elinde sahip olduğu ne varsa çocuklara, etrafındakilere karşılıksız olarak verirdi. Ailesi de maddi olarak her zaman yanındaydı.

Bir duygu insanıydı, mal mülk edinme kavramı yoktu. Bir çocuğun ağlaması ya da gülmesi onun için en anlamlı şeydi. Onun çilesi de herkesin acısını, yüreğinde hissetmesiydi.

Kendi kariyer planlamasını bırakıp, sahip olduğu tüm zenginliği, yardıma muhtaç herkese karşılıksız veren, onlardan biri olan, hiç evlenmeyen ve çocuk doğurmayan ama her çocuğu, zihinsel engelli de olsa annesi gibi bağrına basıp, ayakları üzerinde duruncaya kadar da peşini bırakmayan özel bir insandı.

Herşeye yabancılaştığımız bu çağda, bize insan olma değerlerini hatırlatan bu özel insan, zor zamanlarda hayatlarımıza sihirli bir dokunuşla bizleri iyileştirip, bir yıldız parlaması gibi kayıp gitti.

Güzel insan, nurlar içinde ol.

BİR DİRENİŞ ÖYKÜSÜ, “SUNA KIRAÇ”

 Vehbi Koç’un kızı Suna Kıraç, hastalığı ile ilgili bazı belirtiler ortaya çıkınca, Houston Methodist Hastanesi Nöroloji Bölümü’nün başındaki, Prof. Dr. Y. Harati’ye gider. Tetkikler sonucunda doktor Harati, “hastalığınız ne yazık ki ALS!. Kötü bir hastalık ve bir  ilacı yok. Hastalığın nedenini de bilmiyoruz’ der.

 Bir gün, Suna hanım eşi İnan Kıraç’a “İnan senden bir isteğim olacak, bunun sonu makine ama ben makineli bir hayatı istemiyorum. O gün geldiğinde sana soracaklar ve sen muhakkak hayır diyeceksin. Ölümü öp bunu yapacaksın” der. İnan bey ise bir şey söyleyemez.

 14 Ağustos 2000’de yeniden hastaneye kaldırıldığında doktorlar onu hızla yaşatmak için makinelere bağlamaya çalışırlar. O ise makineye bağlanmamakta kesin kararlıdır. Evlatlığı İpek de sadece 13 yaşındadır. Çaresizlik içindeki İnan bey, kızı İpek’in annesiyle konuşmasını şöyle anlatır: “Anne ben daha çok gencim ve benim sana ihtiyacım var. Beni evlat olarak aldığında anne olmaya karar verdin. Bu sorumluluğun, bana karşı görevlerin henüz bitmedi. Beni üniversiteye sokacak, evlendireceksin. Anneme çok ihtiyacım var”.

 İpek’in bu sözlerinden sonra Suna Kıraç, suskunluğunu bozup,  yaşamak için “tamam” der. İnan beyin de üzerinden böylece büyük bir yük kalkar.

FİKRET MUALLA SAYGI: Yalnız Bir Hayatın Renkli Ressamı

(AYÇA YENİGÜN)

 Paris’te bilinen ismi ile Fikret Moualla Saygı, onca yaşadığı çalkantılı ve sarsıcı olaylara rağmen, sanatını aydınlatmayı başarmış bir Türk ressam.

 “Feci bir şekilde, ızdıraplar içinde uykuya dalıyorum, sızıyorum. Sonra bir de bakıyorum, uyanmışım, sabah olmuş. Ölmemişim… Öyle üzülüyorum ki.  Şöyle akşamdan kalma bir sabaha bir ölsem gözüm arkada kalmayacak!”

 Sizi şaşkınlıklara sürükleyecek kadar çok, ünlü isimle yolu kesişmiş Fikret Mualla’nın…

 1903 yılında İstanbul Moda’da dünyaya gelir. Ailesi, aslında kız çocuk bekliyormuş. Bu yüzden Fikret adının yanında Mualla ismi kalmış. Çocukluk ve gençlik yılları Kadıköy çevresinde geçen Fikret Mualla’nın futbolcu dayısı Hikmet Topuzer ise, günümüzde hala Fenerbahçe ambleminin yaratıcısı olarak tanınıyor.

 Fikret Mualla Saygı, Galatasaray Lisesi’nde eğitimine devam ederken, oynadığı bir maçta geçirdiği kaza sonucu sağ ayağını kırmış ve topal kalmış. Üstüne, okuldan kaptığı İspanyol gribini annesine bulaştırmasının sonucunda annesi vefat etmiş. Bu yaşananların üzerine babası bir de genç bir kadın ile evlenmiş. Tabii Fikret, bu evliliği benimseyememiş ve 17 yaşındayken öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalarak İsviçre’ye mühendislik okumaya gönderilmiş.

 Bir çocuk düşünün ki, futbolcu olma hayalleriyle yaşıyor ve geçirdiği kaza hayallerine set çekiyor. Bir çocuk düşünün ki, belki de hayatta en sevdiği insan olan annesine hastalık bulaştırıyor ve ölümüne neden oldum diye kendisini suçluyor. Bir çocuk düşünün ki, babası tarafından yurt dışına gönderiliyor ve o çocuk hayatı boyunca içten içe evden atıldığını düşünüyor.

 Fikret daha sonra İsviçre’de resmin mühendislikten daha çok ilgisini çekmesi sonucu, dönemin konsolosu Rıza Bey’in desteği ile Almanya’da Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolmuş. Bir diğer ressamımız Hale Asaf ile birlikte resim eğitimi almış ve Hale Asaf’a duyduğu karşılıksız aşk böylelikle başlamış. Topallığı ve utangaçlığı sebebiyle yalnızlaşan Fikret Mualla, 1928 yılında alkol bağımlılığı nedeniyle tedavi olmak zorunda kalmış. Tedavisinin ardından İtalya ve Fransa’daki sanat merkezlerini gezmiş.

İstanbul Yılları

 Evden gelen yardım kesildiği için yurda geri dönen Fikret Mualla, bir süre Galatasaray Lisesi ve Ayvalık Ortaokulu’nda resim dersi vermiş.  Çoğunlukla geçimini kitapları resimleyerek ve sahne kostümleri çizerek sağlamış. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen “Lüküs Hayat” gibi meşhur operetlerin kostümlerini çizmiş. Bu sırada Soprano Semiha Berksoy’a ilgi duyduğu biliniyor, fakat aşkına karşılık bulamamış çünkü o dönemde Semiha Berksoy Nazım Hikmet‘e aşıkmış.

 Nazım Hikmet, eserlerini resimleyen Fikret Mualla için şu sözleri sarf etmiş: “Ben bu sanatçıyı harikulade buluyorum. Resimlerinde, çizgilerinde, renklerinde inanılmayacak bir sadelik ve bu sadeliğin dehşetli bir tenkidi var. Bana göre öyle geliyor ki ancak yazı, resim ve musiki zihniyeti hakim olursa ‘İstanbul’un Eski Evleri’ isimli eser meydana gelir. Ben Fikret’in bu eseri kadar İstanbul’un eski evlerini böyle hüzünle içeren bir nesne görmedim. Fikret Mualla yeni bir alem!”

 Bir gece Beyoğlu’ndaki bir lokantada içerken gözü Atatürk portresine takılan Fikret Mualla, portreyi resim kalitesi açısından beğenmediği için yüksek sesle küfretmiş ve sanatçının bu sözleri yanlış anlaşılarak, Atatürk’e hakaret ettiği düşünülmüş. Derdini anlatamadan soluğu karakolda almış ve işkence görmüş. Maalesef bu hadise hayat boyu polislerden korkmasına neden olmuş.

 Sanatçı arkadaşları Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Abidin Dino gibi isimlerin araya girmesiyle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi‘nde müşahede altına alınmış. Doktoru Mazhar Osman olmuş, hastanedeki en yakın arkadaşı ise Neyzen Tevfik’ten başkası değilmiş.

Paris Yılları

1938’de babasının kaybı ile yüklü bir mirasa kavuşan Fikret Mualla, Paris’e yerleşir. Mirasın tükenmesi ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla zor zamanlar geçirmeye başlayan Fikret Mualla’nın yok pahasına tablolarını sattığı söylenir hep. Sainte Anne Hastanesi‘nde tedavi görürken yaptığı resimler, Paris’in ünlü galericilerinden Dina Vierny‘nin sergisinde tanıtılmış ve bu sayede sanat çevresinde ün kazanmaya başlamış.

 Paris yıllarının onun için en ilgi çekici olayı şüphesiz Picasso ile tanışması olmuş. Fikret Mualla’yı atölyesine çağıran Picasso, ona bir resmini hediye etmiş ve sonraları bu resmi satan Fikret Mualla, Hıfzı Topuz’a: “Tabloyu satıp bir güzel yedim ama hayatımın en güzel 15 günüydü…” demiş. O zamanlar 1000-1500 dolar civarına sattığı tablo, günümüzde 25 milyon dolara alıcı bulmuş.

Fikret Mualla Saygı’nın Ölümü

 Yaşadığı polis korkusundan, alkol krizlerinden ötürü hayatı travmatik ve huzursuz geçmiş Fikret Mualla’nın. 1962 yılında felç olmasıyla bakımını, resimlerinin alıcısı olan Madam Fernande Agnes adlı sanatsever üstlenmiş ve Fikret, 1967’deki ölümüne kadar Reillanne’deki çiftlikte kalmış. Tıpkı Hıfzı Topuz’a dediği gibi “akşamdan kalma bir sabaha” doğru sessizce aramızdan ayrılmış. Manosque Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş, oysa aslında vasiyeti yıllardır hasretini çektiği yurdunda gömülmekmiş…

 Yıllar sonra İstanbul’a getirilerek Karacaahmet Mezarlığı’na gömülmesine, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi Emel Hanım vesile olmuş. Fikret Mualla, İstanbul’da öğretmenlik yaptığı yıllarda, Emel Hanım’a resim dersleri vermiş. Öğretmenliğin ne derece kutsal bir meslek olduğunu gösteren ve kalplere dokunan bir vefa örneği…

 Kadıköy’de aristokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, iki dünya savaşı gören ve Alp Dağları’nın eteğinde yapayalnız son bulan yaşamı boyunca, ürettiği eserlerle 20. yüzyılın dünyaya açılan en önemli isimlerinden birisi olur Fikret Mualla. Var oluşunu ifade ediş biçimi, yüreğini ortaya koyabildiği yegane yer resimleridir. Kendisi için “bohem” deniyor ama ben yaşadığı hayatın onu bohem olmaya ittiğini düşünüyorum. Sanatçının eserleri birçok makalenin konusu ve günümüzde rekor fiyatlara satılıyor. Öyle ki, Banu Alkan’ın geçimini Fikret Mualla tabloları ile kazandığı haberi yapılıyor…

 Fikret Mualla Saygı’nın yeryüzünde en çok sevdiği şeylerden biri, karşılıklı saygıdır… 1934 soyadı kanunu çıkınca, “saygı” soyadını seçmesi boşuna değil elbet, peşin bir uyarı, bir istekti bu, kendisinden en çok esirgenen şeyi diliyordu böylece, sizden, bizden, hepimizden.

DAHİLİYE UZMANI AHMET TAŞTAN

Ahmet Taştan, Erzurumlu kalabalık bir ailenin son çocuğudur. Diğer kardeşleri, okula gitmiş, iş bulmuş, evlenmiş ve evden ayrılmışlardır. Anadolu’da genellikle son çocuk, ailenin yanında tutulur. Anne baba yaşlandığından hem kendileriyle hem de bağ bahçe, tarla tapan işleriyle ilgilensin diye. Bu nedenle Ahmet abiyi okutmazlar da ancak o, köyde kalmak istemez. Herkes gibi okumak, meslek sahibi olarak, şehirde kendi hayatını kurmak ister.

Onsekiz yaşında evden kaçıp, İstanbul’a yakınlarının yanına gelir. Okula gitmek istediğini söyler. Merak içindeki ailesi, yerini öğrenince gelir ve birçok neden göstererek, onu istemeye istemeye geri götürür. Ahmet abi köye gelir, çobanlıktı, bağ bahçeydi derken bir yıl geçer ve değişen bir şey olmaz. Bunun üzerine, yine İstanbul’a kaçar.

Onu tamamen kaybetmekten korkan yakınları, bu sefer rahat bırakırlar. Ahmet abi, okula kayıt yaptırır ancak yaşı büyük olduğu için dışardan bitirme sınavlarına girebilecektir. İlk yıl büyük bir azimle, ilkokul derslerinin tamamını vererek mezun olur. ikinci yıl ortaokul, üçüncü yıl lise derken aynı yıl üniversite sınavlarına girer ve aldığı yüksek puanla da Tıp Fakültesi‘ne kayıt yaptırma hakkı kazanır.

Ahmet abi yine aynı azimle, orayı da bitirerek, “pratisyen hekim” olur. Bu arada evlenir, çocukları olur ama yine okumayı bırakmaz. Hazırlanıp, “TUS” (Tıp Uzmanlık Sınavı) sınavına girer. Tabii ki onu da kazanıp, bitirir ve “dahiliye uzmanı” olur. Otuzbeş yaşlarında, GATA‘da askerliğini yaptıktan sonra hastanelerde yıllarca “dahiliye uzmanı” olarak hizmet verir.

İnsan azmettiği zaman bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini ve bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

 “ZEYNEP – KAMİL ” BİR AŞK HİKAYESİ

Yusuf Kamil, Malatya Arapgir’de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir ve küçük yaşta da yetim kalır. Amcası Osman Paşa onu yanına alıp okutur. Zeki, becerikli, dürüst ve çalışkandır. 21 yaşında Divan-ı Hümayun Kalemi’nde katip olarak işe başlar. 4-5 yıl sonra da Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın sarayına atanir.

 Züheyla Zeynep ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 3 kızından biridir. Hidiv Sarayının prensesiydi. Yüreği insan sevgisiyle doludur, Kahire’nin yoksullarına yardım eder, Herkesin dertleriyle ilgilenir. Büyüdükçe de güzelleşip, serpilir. Katip Kamil, Hıdiv Sarayında işe başladıktan kısa süre sonra Vali Mehmet Ali Paşa ile tanışıp, güvenini kazanır. Bu güven onu, Mısır Hazinesinin katibi yapar. Yeni görevi nedeniyle sık sık valinin yanına çıkıyor ve kızı Züheyla Zeynep’i görüyordu. İkisi de birbirinden etkilenmişti. Gel zaman, git zaman Kamil Bey, Mehmet Ali Paşa’ın evladı gibi oldu. Sürekli rütbe atlıyordu. 30’lu yaşlara gelince artık albaydır ve bir gün Paşa yanına çağırıp:

 “Zeynep ile birbirinize çok yakışıyorsunuz, kızımı sana nikahlıyorum” der. Dillere destan bir düğünle evlenirler ancak bu evliliğe karşı çıkan da çoktur. Kim oluyor da bu yoksul halk çocuğu, Kavalalı ailesinden kız alıyordu.

  Ali Paşa ortalık yatışsın diye Kamil Beyi kısa süreliğine İstanbul’a gönderir. Yıl 1845 tir ve Sultan Abdülmecid, kızı Adile Sultan’ı evlendirmektedir. Kamil Bey de bizzat sultana Mehmet Ali Paşa’nın tebriklerini ve hediyelerini sunacaktır. Sultan ile aralarında sıcak bir dostluk oluşur ve sonrasında kendisini Mirimiranlık (beylerbeyi) rütbesine yükseltir.

 Kamil Bey Mısır’a geri döndükten bir süre sonra önce Mehmet Ali Paşa, ardından yerine geçen oğlu İbrahim Paşa ölür. Yeni vali Abbas Paşa, Kamil’e diş bileyenlerin başında gelmektedir ve ilk işi Kamil beye, “boşanacaksınız” der ve direnince de Asvan’a sürgüne gönderilir. Tam zindana girecekken de prenses Zeynep’in gönderdiği terliği alır. Terliğin astarında gizli bir not bulur.

 “Hastasın, zindana girme, seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim” yazmaktadır, bunun üzerine boşanma belgesini imzalar. Kamil bey sürgünde geçen üç ayın sonunda bir yolunu bulup Sultan Abdülmecid’i durumundan haberdar eder. Duruma çok sinirlenen sultan Abdülmecid, Mısır Valisi Abbas Paşa’ya sert bir ferman gönderir:

“Bizzat kendin Asvan’a gidip, Yusuf Kamil’i sağ salim prenses Zeynep ile birlikte buraya göndereceksin” Abbas paşa, “ferman padişahındır” deyip her ikisini de İstanbul’a gönderir.  Eski evlilere ikinci kez nikah kıyılır. Damadın şahidi Sadrazam Reşit Paşa, gelinin şahidi ise Şeyhülislam Arif Hikmet Beydir. Üsküdar’da bir yalıya yerleşirler. Zeynep, kocasına kavuşmasının mutluluğuyla iyiliklerini de artırmıştır. Nerede bir şeye ihtiyaç var, koşuyordu. Tüm bu iyiliklerin ve aşklarının arasında zaman geçer ancak bir çocukları olmaz. Onlar da hayıflanmak yerine birçok yetime ana baba olur. Üsküdar’da 100 yataklı bir hastane yaptırırlar. Hastalar hiç bir ücret ödemez.

 Gün gelir hak vaki olur. Bugün her ikisi de hastane bahçesindeki türbede yan yana yatmaktadırlar. Pek çok insan, Zeynep Kamil’i tek bir kişi sanır. Oysa bu hastane, bize Zeynep hanım ile Kamil beyden kalan bir hatıradır. 1862’de kurulmuş olup,  bugün aynı adlı semtiyle, “Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi” adıyla hizmet vermektedir.

ABRAHAM LİNCOLN VAZGEÇMEDİ

“Kaybedenler, vazgeçenlerdir.”

Abraham Lincoln bize en önemli dayanıklılık örneklerinden birisini sunmaktadır. Fakir bir hayata gözlerini açan Lincoln, 8 seçim kaybetti, iki defa iş hayatında başarısız oldu ve bir defa sinir krizi geçirdi. Ancak tüm bu yaşadıklarına rağmen vazgeçmedi ve ABD tarihinin en büyük başkanlarından birisi oldu. Lincoln Beyaz Saray’a gelene kadar yaşadıklarının bir listesi:

  • 1816: Ailesi evlerinden atıldı ve Lincoln onları desteklemek için çalışmak zorunda kaldı.
  • 1818: Annesi vefat etti.
  • 1831: İflas etti.
  • 1832: Eyalet meclisi için aday oldu – kaybetti.
  • 1832: Aynı yıl işini de kaybetti. Hukuk fakültesine girmek istedi ama giremedi.
  • 1833: Bir iş kurmak için arkadaşından borç aldı ama yıl sonunda iflas etti. Sonraki 17 yıl boyunca bu borcu ödemek için uğraştı.
  • 1834: Eyalet meclisi için yeniden aday oldu – kazandı.
  • 1835: Nişanlısı vefat etti ve büyük üzüntü yaşadı.
  • 1836: Büyük bir sinir krizi geçirdi ve altı ay boyunca yataktan çıkamadı.
  • 1838: Eyalet meclisi sözcüsü olmak istedi – yenildi.
  • 1840: Başkanı seçen “Seçiciler Kuruluna” girmek istedi – yenildi.
  • 1843: ABD Temsilciler Meclisi üyeliğine aday oldu – kaybetti.
  • 1846: Temsilciler Meclisi üyeliğine yeniden aday oldu– bu defa kazandı.
  • 1848: Temsilciler Meclisi üyeliğine yeniden seçilmek istedi – kaybetti.
  • 1849: Kendi eyaletinde arazi dairesine girmek istedi – reddedildi.
  • 1854: ABD Senatosu için aday oldu – kaybetti.
  • 1856: Parti kongresinde Başkan Yardımcısı adayı olmak istedi – 100 oydan az aldı.
  • 1858: ABD Senatosu için yeniden aday oldu – yine kaybetti.
  • 1860: ABD Başkanı oldu.

DUVAR YAZILARI – 2

Pazartesi, Temmuz 7th, 2014

DUVAR YAZILARI

               – Kayseri’ye giderken pastırma götürmeye gerek yok!

– Kayseri’ye “b(p)astırmaya” mı yoksa “basmaya” (kumaş almaya) mı gidiyorsun?

– Reşadiye’nin “çam davası”, Erbaa’nın “kan davası”, Niksar’ın “kız davası”  bitmez.

– Kars’ın 4 K’sı meşhurdur; kazı, kızı, karı, kaşarı.

Karaman‘ın koyunu, sonra çıkar oyunu.

– Afyon’un “kaymağı”, Konya’nın “manyağı” meşhurdur.

Ev alırsan tuğladan, kız alırsan Muğla‘dan!

– Senin yaptığını Çorumlu yapmaz.

– Geçti Bor‘un pazarı sür eşşeğini Niğde‘ye!

– Kısa kes, Aydın havası olsun!

– Herkes gider Mersin‘e, biz gideriz tersine!

– Kartal – Pendik, gittik geldik.

*

Adanalıyık, Allahın adamıyık

bici yerik, şalgam içerik

gündüz pamuk toplarık

gece karı hoplatırık.

*

Urfalıyız, yorgansız yatarız kadınsız(!) yatmayız.

– Soğuk Erzurum‘da dolaşır, Sivas‘ta ikamet eder!

– Erzurum’a girdim dumanlı dağlar, Erzincan’a girdim ne güzel bağlar.

*

– Başımıza bir “kaza, bela” gelmeden, hayırlısıyla bir ölseydik!

– Topraktan geldik toprağa döneceğiz ama arada çamur olanlar da var.

Hayat, biz onu planlarken, akıp geçen zamandır.

– Hayat geriye doğru anlaşılır, ileriye doğru yaşanır.

– Kendiyle barışık olan, herkesle barışık olur.

En iyi kitap, henüz yazılmamış olandır.

– Hiçbir öğreti, ne yüzde yüz doğrudur ne de yüzde yüz yanlıştır.

Yaşamak; nefes aldığın zamanlar değil, nefesinin kesildiği anlardır.

– Hayat; sevmediğin bir şeyi yaparak yaşayacağın kadar uzun değildir.

– Öyle bir yerdeyim ki; “yaşamak” için geç, “ölmek” içinse erken!

Fırsatlar trenlere benzer, o trene binmek için de istasyonda olmak gerekir.

– Limanlar gemileri korumak için yapılmıştır ama gemiler limanlarda durması için  yapılmaz.

– Aklına satmayı koyanlar, ya bizi değiştiriyor ya da ürünü.

*

– Ülkeler barışta zenginlerin, savaşta fakirlerindir!

– Ülkeler kılıçla fethedilir ama adaletle yönetilir.

***

– “Arkasında düşmanı hisseden, önündekiyle savaşamaz.” (CENGİZHAN)

***

– Tek bir kurşun bile atılmadığı için, barışı korumak zordur!

– Bir “fikri” herkes paylaşıyorsa, o fikrin doğruluğundan şüphe ederim!

*

– İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü birden..!

– Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az!

– Bir söyle, bin ah işit!

*

– Bazen hayatlarımızı iyileştirmek için, acı veren şeyler yapmak zorundayızdır.

“İSTİLA” filminden

– Aynı fırtınadayız ama aynı gemide değiliz.

İKLİM AKTİVİSTLERİ

– Başarılı insanlar, hatalarının sorumluluğunu alır, başarısız insanlar ise başkalarını suçlar.

***

– Kendimi efendi biri zannediyordum ama psikopat çıktım.

FATİH HÜRKAN (SURVİVOR)

– Hollywood, öpücüğünüze iki milyon dolar, ruhunuza ise iki dolar veren yerdir.

MARİLYN MONROE

*

– Çoğu zaman, evdeki hesap çarşıya uymaz.

– Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmıyorlar!

– Ayağına değmedik taş, başa gelmedik iş olmaz.

– Ummadık taş baş yarar.

– Ortalık, kabiliyetsiz muktedirler ile kifayetsiz muhterislerden geçilmiyor.

– Yiğidi öldür, hakkını yeme! İyiler, mutlaka kazanır.

– Artık rekabet; “iyiler” arasında değil, “en iyiler” arasındadır.

– Her çağın en iyileri, iki elin parmaklarını geçmez ve sen onlardan biri olmaya çalışacaksın!

– İnsan; bir on yılda kendini, bir on yılda ülkesini, bir on yılda da dünyayı değiştirebilir!

– Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir adamı, bir adam da bir ülkeyi kurtarır.

– Azimle yapan, taşı bile deler.

– “Burjuva” olabilmek için, en az üç nesil üniversite mezunu olmak gerekiyormuş! Eğitim şart…

*

– Sıralamaya giremeyen elenir.

Elenenler; hayatta “asgari ücrete”, savaşta da “en önde gitmeye” tabidir.

Vatan sağolsun!

“Oksijeni tüketiyorsun!” diye imha da edebilirlerdi, öldürmediklerine şükret!

*

– Ağzı var dili yok, vur eline al lokmasını, adı “mülayim” sert olsa ne yazar!

– Akacak kan, damarda durmaz. Bükemeyeceğin bileği, öp!

*

– Bilmiyorum, duymadım, görmedim

hem körüm hem sağır

gözlerimi kaparım

vazifemi yaparım

kelebek gibi uçar,

arı gibi sokarım.

*

Erkekler, pamuk prenses

kadınlar, beyaz atlı prens

umutsuzlar çokoprens bekler.

***

– Hak yiyen “bok” yer. Onun da kötüsü, “bokyedi başı” olmaktır.

– Bir gözü “kalk gidelim” diyor, öbür gözü “bok yeme otur” diyor.

“Cin” olmadan, adam çarpmaya kalkar,

“hakım” diyeceği yerde de “bokum” der çıkar.

– Kaçacağı yerde sıçacağı gelir, diğeri de “sıçtığın yere kadar kovalayacağım” diyor.

– Boka cila çekmişler, takke düşünce kel görünmüş!

– Ağzı olan konuşuyor, bir şeyi de bilmeyin be kardeşim!

Kimi alçak gönüllüdür kimi de alçak olmaya gönüllüdür.

– Hırsızlığı ben öğrettim, şimdi “ayağın tıkırdıyor” diye beni götürmüyorlar.

-Yedi kuma boğmuş, kapı “cır” demiş korkmuş,

*

– Eğer bir ürün ücretsizse, asıl ürün sizsiniz. (KEREN ELAZARİ)

*

– Müptezelleri, müzevirleri gördükçe münzevi oluyorum.

– Hayatımızın çoğu alışkanlıklar ve bağımlılıklardan ibarettir.

– Ne kadar müptelaysan, o kadar müptezelsin. Önce kafa gider, sonra da kasayı kırarsın!

– Diş kaptı, yatak sardı, kayış koptu, kasnak kırıldı. Geldi geçti Genç Osman!

– Başı “meni”, ortası “irin”, sonu “leş”!

– Hedefine ulaşamıyorsan, beklentini düşür.

– Rabbena, hep bana! Ne olursan ol, kendine müslüman olma.

– Dünyada iki tür zenginlik vardır; çok parası olanlar ve çok dostu olanlar. Ancak ikisi bir arada olmaz.

– Hayat, asla vazgeçmeyenleri zamanı geldiğinde ödüllendirir.

– Kocaman bir elmas hediye edersin, bu kez de ağır diye şikayet ederler.

– Bıldır yediğin hurmalar, gelir seni tırmalar!

– Hiçbir şey bilmiyorsan, haddini bil!

– Sen kendine değer vermezsen, başkası hiç vermez.

– Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!

– Eskiden “kazma” diyorlardı, şimdi “karizma” olmuş!

– Biz “kariyer” diyoruz, o “karı yeri” anlıyor!

– Biz “kuşbakışı” diyoruz, o “kuş gözüyle” görmeye çalışıyor!

– Hoppala paşam, Malkara, Keşan!

– Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!

– Madem yüzme bilmiyorsun, niye çıktın kavak ağacına?

– Elimde hıyar var diyene, tuzluğu alan koşuyor!

– Gencim, güzelim, gerginim, gericiyim!

– Ya iz bırakırsın ya da is!

– İte bak, yattığı yere bak!

– İt ite, it de kuyruğuna buyuruyor!

– Sevmeyeceği eşşeğin önüne, ot koymaz! (Öyle namussuz!)

– Eşşeği seven, ossuruğuna katlanır!

– Eşşeğin aklına, karpuz kabuğu düşürülmez!

“Pardon” çıkalı, eşşekler çoğaldı!

– Geriye gitsem akbaba, ileri gitsem atmaca!

– Her kuşun eti yenmez! Kargadan başka kuş tanımam!

– Kılavuzu karga olanın, burnu boktan çıkmaz!

– Kurt kocayınca, itin maskarası olurmuş!

– Sürüden ayrılanı, kurt kapar. (Kurdun yaptığına bak!)

– Tavşan dağa küsmüş, dağ duymamış bile!

– Tavşana kaç, tazıya tut!

– Kaz gelecek yerden, “tavuk” esirgenmez.

– Köprüyü geçinceye kadar ayıya, “dayı” demek adettendir!

– Ayı aç da olsa, armutun iyisinden vazgeçmez!

– Ya bu develeri götürün ya bu diyardan gidin!

– Deliye laf anlatıncaya kadar, deve bütün hendekleri atladı!

– Öküz öldü, ortaklık bozuldu!

–  Bir pire için yorgan yakılmaz. (Kaç pire olması lazım?)

– Civciv yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş. (Zevk sahibiymiş!)

– Kedi kendi götünü görmüş, “amanın ne büyük yaram varmış”, demiş.

– Saçlarımı tek tek yolarsam, ne zamandan sonra kel sayılırım.

– Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır. (Bir de konuşmasalar!)

– Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. (Kavuşursa görürsün, ebenin…)

– Davul benim boynumda, tokmak başkasının elinde. (Sen yanmışsın!)

– Bir elin nesi var iki elin sesi var. (Bu iyi)

– Dimyat’a pirince giderken, kendine mukayyed ol!

– Dibini görmediğin kuyunun, suyunu içme! (Ben söyleyim de…)

“Zor”, oyunu bozar, oyun bozanlık etme!

“Vur” dediysek, “öldür mü” dedik!

– Benim ağzım sıkıdır, sadece “camiyle kahvenin” ortasında konuşurum!

– Ayarını bozduğun kantar, gün gelir seni de tartar.

– Onlar paralarını, ben anılarımı biriktirdim. (Bozdur bozdur harca!)

“Tecrübe”; her defasında yenisini yediğin kazıklardır!

– Ne kadar emek, o kadar yemek!

– Yemek buldu mu otur, sopa gördün mü kaç!

– Yiyen dikilir, yemeyen yıkılır!

– Karnı aç olanın, kulakları duymaz.

– Dünyadaki açlık, aç olan yoksulları doyuramadığımızdan değil, zenginleri doyuramadığımız içindir.

– Bu nasıl mide, insan yediği çanağa sıçar mı?

– İşimizi yaptığımız yetmiyor, bir de kendimizi feda mı edeceğiz!

– Düşene sevinme, zamanın sana ne sakladığını bilemezsin.

– Arsız güçlü olunca, haklı suçlu olur.

– Kendinden canavar yaratmayı başaran kişi, insan olmanın acısından kurtulur.

– İnsanı ayakta tutan; kas ve iskelet sistemi değil, prensipleridir.

*

İd (alt benlik); ben istediğim şeyi, istediğim yerde, istediğim zaman, istediğim gibi yaparım!

Süper ego (üst benlik); sen istediğin şeyi, istediğin yerde, istediğin zaman, istediğin gibi yapamazsın!

Ego (benlik); ben gereken şeyi, gerektiği yerde, gerektiği zaman, gerektiği gibi yaparım!

*

– Kaybedecek hiçbir şeyin yoksa

devrimcisin.

Kaybedeceğin ne kadar çoksa

o kadar muhafazakârsın.

Çam devirdiklerini çok gördük ama devrimciliklerini hiç görmedik.

Açlık grevine girerler, kilo alıp çıkarlar.

*

Çileye talibiz, ona bile bırakmıyorlar yaşayalım.

Cesaretin bittiği yerde, “esaret”  başlar.

*

– Cümbüş “ibadet”,

içki “bade”,

cinayet “töre”,

halay çekmek de “devrim” olmuş!

*

– Dil dile değmeden, “dil” öğrenilmez!

– Ben herkese inanırım, sadece içindeki “şeytana” güvenmem.

*

– Söylesem tesir etmiyor,

sussam, gönlüm razı gelmiyor. (FUZULİ)

*

– Doğruyu söylesem sizden,

yanlış söylesem Allah’tan korkuyorum,

suskunluğum bundandır.

*

– Suskunluğun asaletimdendir,

bir lafa bakarım “laf” mı diye,

bir de adama bakarım, “adam” mı diye! (MEVLANA)

*

– Doğrular karşısında susan, “dilsiz şeytan”dır. ( Hz. MUHAMMED )

– Susma, sustukça sıra sana gelecek!

– “Söz” gümüşse, “sükut” altındır.

*

– Ne hikmetse, size “hak” olan bize gelince “müstehak” oluyor.

– Herkes kendini hatırlatmak istiyor, biz de unutturmak, dost biriktirmemişiz ki..!

“Dönmek” değil, “fırıldak”olmak kötüdür. Dönmek, yanlışta ısrar etmemektir.

– Aldatan olmaktansa, aldatılan olmayı tercih ederim.

*

– Dut ağacı dut verir,

yemesi zevk verir,

sayısını şaşırırsan,

hesabını popon verir.

– Akılsız başın hesabını ayaklar öder.

*

– Ben çayıra çağırıyorum, o bayıra gidiyor!

– Saldım çayıra, Mevlam kayıra!

– Herkes “masum”, burdaki tek suçlu benim!

Düşene vururlar, bu yüzden dostu olmaz!

– Ölüm var, ayrılık olmasa iyiydi!

– Hiç kimse, vazgeçilmez değildir!

– Bundan iyisi, Şam’da kayısı!

*

ÖZLÜ SÖZLER – FELSEFE / SİYASET / GENİŞ AÇI

Cumartesi, Temmuz 5th, 2014

FELSEFE TÜRLERİ

 “Sıraya geç kardeşim!”
KLASİK TEPKİ

“Şeker kardeşim sıraya geçiver!”
NEOKLASİK

“Sıra var!”
REALİST

“Sallandıracaksın bunlardan ikisini Kızılay’da, bak bir daha yapabiliyorlar mı?”
SÜRREALİST

“Beyefendi galiba sırayı görmediniz!”
ROMANTİK

“Sırana geç!”
NATURALİST

“Efendim insanımız eğitimsiz. Oysa Avrupa’da…”
MODERN

“Sırana geç lan ayı!”
POSTMODERN

“Acelesi olmasa öne geçmezdi; üzmeyin garibi…”
UZLAŞIMCI

“Alt yapı sorunları çözülmeden halkımız sıraya geçmez. Devrim olunca herkes hizaya gelecek…”
DEVRİMCİ

“İki dakika fazla beklesek kıyamet mi kopar? Kısmetse hepimizin işi görülür.”
KADERCİ

“Ön ve arka kavramları görecelidir. O tarafın ön taraf olduğuna kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden, aslında arkaya geçmiş olabilir!”
FELSEFECİ (Kuşkucu)

“Efendim, algılanmayan şeyler yok demektir. Bakmayın o tarafa, adam yok olur!”
KANTÇI

“Herkes bir gün ölecek. Onurlu bir şekilde bekleyin. Bir gün o adamda ölecek!”
KÖTÜMSER VAROLUŞÇU

“Sıkmayın canınızı, su anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne güzel hayattasınız ve birileri önünüze geçebiliyor…”
İYİMSER VAROLUŞÇU

“İnsanlık bir bütündür. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için. Dolayısıyla birimiz öne geçince, aslında hepimiz öne geçmiş oluyoruz.”

HÜMANİST

————

——————

GENİŞ AÇI:

“Tanrı öldü!”

NİETZSCHE

“Yaşasın, Nietzsche öldü!”

TANRI

“Tanrı bile yanlış yapsa, itiraz et!”

İBLİS

“Herkese yer var, sadece tanrıya yok!”

ATEİST

“Tanrı yoksa, herşey mübahtır.”

DOSTOYEVSKİ

“Tanrı varsa, tek sorumlu odur.”

SARTRE

“Aşkın gözü kör, Havva’yı sevindireyim derken, bir elmaya bir cennet!

ADEM

“Haydan gelen,  huya gider.”

HAVVA

“Namusum için yaptım.”

KABİL

“Bağırsak namımız gidiyor, sussak kendimiz!”

BİR KADIN

“Bir at, bir at verene bir krallık veriyorum!”

OTHELLO

“Dünya delikanlı olsaydı, zaten yuvarlak olmazdı!”

BİR ADAM

Susmayı öğrenmem için yaşlanmam gerekti.”

SENECA

“Hiçbir şey söylemeyen sözlere ulaşmak için her şeyin söylenmesi gerekti…”

“İnsan, hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.”

“Konuşmayı öğrendiğim andan itibaren, susmam söylendi bana”

İSMET ÖZEL

“Çok uzun anlatmak gerekti ve biz sadece ima ile geçtik…”

HİLMİ YAVUZ

“Hergüne kendi acısı yeter.”

A. MAUROİS

“Saçları ağarana dek yaşadı ama dünyaya gelmedi.”

DAĞISTANLI

“Ne olursan ol, yine gel.”

MEVLANA

“Eşşeğin hatırı yoksa, sahibinin de mi yok?”

BİR GARİP

“Kendi kusurlarını affetmeyenin, her kusuru bağışlanır.”

KONFÜÇYUS

————–

——————

SİYASET / POLİTİKA :

 Kuzulaştırma siyaseti:

“Dur yavrum, dur çocuğum bir de şu açıdan bak…”

Zeytinyağ siyaseti:

“Suçüstü bile yapsalar asla itiraf yok, hepsi iftira, asıl suçlu bunu çıkaranlar!”

Zombi siyaseti:

“Önce uyut, sonra unut!”

Nuhçu siyaseti:

“Yanlış olduğunu bilsen bile, kesinlikle karardan dönmek yok!”

Paça bağlama siyaseti:

“Paçalarını iyi bağla, altından kaçırmasın sonra da giydir gitsin!”

Alçıya alma siyaseti:

“Dönebileceği yerleri sıkıca doldur, dik dursun sağa sola kaymasın!”

Kıvırma siyaseti:

“Kıvırma payını her zaman biraz fazla tut, ne olacağı belli olmaz!”

Yukardan kesme siyaseti:

“Ne söylüyorsa, sen daha fazlasını söyle!”

Tereyağından kıl çekme siyaseti:

“İş yaparken, gacırtıya gucurtuya getirmeyeceksin!”

Karda yürüme siyaseti:

“Geride delil bırakma, işler aleyhine dönebilir!”

EY OĞUL:

– İhtiyacın yoksa alma.

– Aldığını yerine koy.

-Bozduğunu düzelt.

-Dağıttığını topla.

– Sorumluluklarını hatırlatma.

– Her işini zamanında yap.

– Kitap oku, sanatla ilgilen, spor yap.

– Gürültü yapma.

– Nazik ve kibar ol.

– Her iyilik için “teşekkür” et.

– Her yanlış için de “özür” dile.

– Başarıyı taktir et.

– Güleryüzlü, saygılı ve adil ol.

– Anlamadan önyargılı davranma.

– Affedici ve merhametli ol.

– İnsan ayrımı yapma,

– Mazlumun yanında, zalimin karşısında ol.

– Tabiatı koru, zarar vereni uyar.

DENEMELER -2 (AHMET AĞI)

Pazar, Mayıs 31st, 2009

 

– Tabular, önyargılardan beslenir.

 

– Sorgulanmayan fikirler, dogmatizmin ötesine geçemez.

 

– Bilgi, kesinliği herkes açısından genel geçer olduğundan müdahaleyi, dogma ise inananları bağladığından müdahalesizliği meşru kılar.

 Ancak bu teoride böyle, gerçekte ise dogmatizm, şovenizme dönüşür ve kendisi gibi olmayana hayat hakkı tanımaz. Bilgi toplumunda ise eylemleri şiddet içermediği sürece, karşıtlarına dahi eşit hak ve özgürlükler talep eder.

 

– Bütün ihtiraslar, güç isteminden doğar.

 

– Kendisi için iyi olan (koşulsuz), başkası için iyi olandan (koşullu) daha muteberdir.

 

– Varlık; sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen, sürekli bir oluştur.

 

– Tanrı düşüncesi insanlığın gelişim sürecinde, hem en büyük engel hem de ulaşmak istediği en büyük hedef olmuştur.

 

– Bireyin en temel durumu, yalnızlık ve korkudur. Yapıp etmelerinin tümü bu durumu aşmaya yöneliktir.

 

– Başkasını yücelttikçe kendimizi küçültürüz, kendimizi yücelttikçe de komplekslerimiz belirginleşir.

 

– Etik; özgürlüğün bir paylaşımıdır.

– Etiği belirleyen özgürlük bilinci, özgürlüğü belirleyense, varlık bilincidir.

– Erdem dediğimiz şeyse tarafların birbirine eşit/adil davranmasıdır.

– Etik ve özgürlüğün sınırlarını belirleyen; ‘ben’in karşısında ‘sen’in varlığıdır.

 Benin ‘söz – eylem’ özgürlüğünü, senin ‘söz- eylem’ özgürlüğü sınırlayarak belirler.

– Etiğin ve özgürlüğün en temel ilkesi; (hiçbir şeye zarar vermeden) herkese ve herşeye karşı adaletli olmaktır.

 

– Her türlü varlığı indirgeyerek açıklama girişimi, metafiziksel bir yaklaşımdır.

 

– Bilinç ile özdek arasında, mahiyet farkı olsa da birlikteliği olgusal bir gerçekliktir.

 

– Bilgili olmak, ‘bilinçli olmak’ değildir ama bilinçli olan bilgilidir de.

 Önemli olan bilgiye sahip olmak değil, onu uygulayabilmek, değerlendirebilmek ve sentezleyebilmektir.

 

– Her türlü fanatizm, sonunda despotizme dönüşür.

 

– Kutsal bildiklerinizi, ne kadar sorgulayabiliyorsanız o kadar özgürlükçüsünüz demektir.

 Sorgulamayan itaatkar faşizm, özgürlüğü de tehdit eder.

 

– İnsanlar sahip oldukları mülkiyet oranında muhafazakar, sahip olmadıkları oranda da devrimci fikirlere sahiptirler.

  

– Ölüm de bir varoluş biçimidir.

 

– Felsefe, insanın içinde bulunduğu evreni tanıyabildiği kadar kendisidir.

 

– İnsanlık tarihi bir eylem olarak; kendini bilme, tanıma ve geliştirme sürecidir.

 

– İnsanlık tarihi dünya tarihinin, dünya tarihi ise evrensel tarihin bir sonucudur.

 

– Bir doğa varlığı olan insanın bilincinden bahsediyorsak, doğanın da bir tür bilince sahip olduğunu kabul etmemiz gerekir.

 Herşey birer ‘akıllı tasarım’ ürünü olarak, iyi bir usta işi görünmekte. Bu usta kimdir veya nasıl bir şeydir? 

 Tüm dünya, bizden daha gelişmiş bir medeniyette yaşayan bir çocuğun, bilgisayarında oynadığı bir ‘medeniyet kurmaca’ oyunu olabilir mi?

 Pek çok şey mümkün…Kesin olan bu konuda olanaklı bilgilerden sözedebileceğimiz ama ‘şöyledir’ ya da ‘böyledir’ diyemeyeceğimiz.

 

– Bizim samanyolumuz ve dünyamız güneşin bir parçasıysa, güneşin de başka bir ‘bing-bang’in sonucu olması muhtemeldir.

 

– İnsan zekası, evrensel oluşu kavramaya yönelik somutlaşmış bir bilinç halidir. İnsanlık tarihi ise insanın kendini ve içinde bulunduğu evreni keşfederek tanıma ve bilme sürecidir. Varolanı kavramsal olarak yeniden kurma, tümüyle kendini bilme ve yeniden üretmektir. 

 

  – Bilmek; değiştirmektir, değiştirmek; özgürlüktür.

 

 – Çelişkiler bizim bilgi kuramlarımızda, gerçekte değil.

 

 – Doğanın yasalı oluşu, bilincin bir göstergesidir.

 

 – Dünya tarihi; üçüncü çağa doğru hızla ilerlemekte.

 Birinci çağ; İnorganik çağ (tez), canlı yaşamının henüz başlamadığı devir. Evrimsel süreçte ulaştığı en üst aşama; kimyasal oluşum (hücrenin yapı taşlarını oluşturan aminoasitler).

 İkinci çağ; organik çağ (antitez). Evrimsel süreçte, kendini en üst aşamada ‘insan’ olarak gerçekleştirmiştir.

 Üçüncü çağ; evrensel çağ (sentez). İnsanın kendisini, ‘ tekno-insanla aşarak, evren varlığına dönüşeceği çağ. Tabi bu aşamaya kadar dünya bir felaketle karşılaşmazsa.

 Her çağ evrimsel olarak, ulaştığı en üst aşamada, kendisini üreterek yeni bir çağı başlatmaktadır. İnsan da ulaşacağı en üst aşamada, kendini yeniden üretecektir.

 

– İnsan eyleminin amacı; mutlak bilgi, mutlak güçtür.

 

– Dünyanın mahvına bile olsa, insanoğlu bilme arzusundan; kendini, dünyayı, evreni… bilmek ve işleyişine müdahale etmekten vazgeçmeyecektir. En azından şimdiye kadar bu böyle oldu. Moral değerler insan egosunu ne kadar dizginlemeye çalışsa da o bir yolunu bulup kendi gelişimine devam etmekte.

 Ayn Rand’ın dediği gibi ‘ego büsbütün kötü olsaydı, iyi olanları izah edemezdik’.

 

 – Yıldızları sadece bir esin kaynağı olarak görmek isteyenlerin yanında, onlara ulaşmak isteyenler de her zaman varolacaktır. 

 

 – İnsanoğlunun yaptıklarıyla dünyayı bir felakete götürdüğü söylenebilir ama unutmamalı ki, insan etkisi olmadan da dünya her an bir felaketle karşılaşıp yok olabilir.

 İnsanlığın bu felaketi beklemek yerine, yazgısını değiştirmeye çalışması çok daha akıllıcadır. Sadece temaşa halinde şükrederek beklemek, miskinlerin işidir.  İnsan ne yapabileceğinin ve ne olabileceğinin sonuna kadar gitmeli. Her şeyin mahvına bile olsa, yazgısını değiştirebilecekse buna değer.

 Madem ki var, başına gelen ve gelebilecek olanların, bir yazgı olup olmadığını anlamak ve değiştirmek adına tüm olanaklarını sonuna kadar zorlayıp, içinde bulunduğu alemi anlamaya ve bilmeye çalışmalıdır.

 

– İnsan neyi bilirse, o kadar müdahil olur.

 

– Kötü olan liberalizm değil, toplumun bilinçsizliği ve bireylerin örgütsüz oluşudur. Liberalizm aslında tam bir sivilizasyon sürecidir. Bireylerin özgürce örgütlenmelerinin önünü açar. Devletin çekildiği alanları, Sivil Toplum Örgütleri almakta, devlet toplumun bütününe yayılmakta, devletin yaptığı işleri STK’lar yapmaktadır. Sosyal denge, tamamiyle ihtiyaç ve taleplere göre STK’lar aracılığı ile sağlanmaktadır. (Siyasi liberalizmin nihai amacı ise, toplumun devlet olduğu aşamadır.)

 Unutmamalı ki, iyi yönetilmeyen devlet de faşizm, sömürü, etnik kimlik gibi konularda her türlü terörden çok daha tehlikeli olabilmektedir.

 

– Kapalı toplumlarda kollektif örgütlenmeler, açık toplumlar da ise bireylerin özgürce girip çıktığı liberal örgütlenmeler vardır. Kapalı toplumlarda millet, devlet içindir ve ordu sadece dışarıya karşı değil, kendi halkına karşı kullanılmak için de vardır.

 Açık toplumlar, kişi hak ve özgürlüklerinin yasal güvence altına alındığı toplumlardır. Yargı bağımsızdır ve herkese açıktır.

 Dinsel cemaatçilik ile ideolojik (kollektivist) cemaatçilik arasında, ritüellerinin dışında hiçbir fark yoktur. Aynı yapısal örgütlenme biçimine sahiptirler.

 Sınıf egemenliği, toplumun diğer sınıfları üzerinde baskı kuran, diktacı bir rejimdir (proleteryanın diktatörlüğü gibi). Sınıfsız toplum ise ütopik bir yaklaşımdır.

 Mülkiyeti kontrol altında tutarak; adil, sömürmeyen, erdemli bir devlet kuralım derken, kendi ellerimizle özgürlüğümüze son veren devasa bir diktatörlük kurmaksa tercih edilecek bir durum değildir.

 Yapılacak olan; sosyal hakların yasal güvence altına alınarak, insan onurunu düşürmeden, sınıflar arasındaki makası makul ölçülerde tutmaktır.

 

– Devlet vatandaşlarının hizmetinde değilse, onlardan aldıklarını adil bir şekilde dağıtmıyorsa, kimin yönettiğinin ne önemi var?

 Aynı sömürüye tabi tutuluyorsan, sömürgeci yerli olsa ne olur, olmasa ne olur…

 

Vatandaşlarına adil davranmayan bir devletin, herkesten vatandaşlık görevlerini yerine getirmelerini (gerekirse ölmelerini) bekleme hakkı yoktur.

  Aslolan hayattır, insanların huzur ve refahıdır.

 

 – Bir ülkede, yasalarca korunan imtiyazlı sınıf ve kesimler olduğu sürece, orada tam demokrasiden bahsedilemez.

 

– Vatandaşının hak ve hukukunu gözetmeyen, kötü muamele görmesine göz yuman bir devletin, kendisini haklı gösterecek hiçbir sebebi olamaz.

 

– İnsanları ne kadar dışlarsanız, o kadar terörize edersiniz. Aslolan, herkesin sistem içine alınarak, gelişimine yardımcı olmaktır.

 

– Hak ve özgürlüklerimize ilişkin taleplerimiz kadar, onları isteme yöntemimiz de bir o kadar önemlidir.

 Terör örgütleri de  çok masum ve haklı taleplerle yola çıkabilir. Ancak  meşruiyyetlerini yitirmelerine yolaçan, taleplerini elde etme yolunda uyguladıkları yöntemlerdir.

 

– Evrensel, herkes için genel geçer doğrular vardır ancak öncelikler de vardır. Her durum ve koşulda aynı doğruları savunamazsınız.

/

 – Bir ‘ulus devlet’te, halklar arasındaki eşitsizlikleri, ‘insan hakları’ bakımından eşitlemeye çalışırken, bu hakların siyasi açıdan da değerlendirilmesi bir o kadar önemlidir. Aksi halde ‘ulusal özgürlük’, ‘ulusal birlik’ ve ‘entegrasyon’ süreci zarar görebilir.

 

 ‘İnsan hakları’ bakımından her alanda talep edilen ‘eşitlik’, siyasal olarak değerlendirilmediğinde ayrışma ve bölünmeye yolaçabilir.

 

 – Ulus devletin varlığını sürdürebilmesi için, bütün halkların eşit haklar bakımından olduğu kadar, birlik açısından da katkı vermeleri gerekir. Entegrasyon sürecinin durması, birliği parçalar.

 

 – Ulus devletin de kendine özgü birtakım kuralları vardır:

 Herkesin ‘anadili’ni konuşması, bir temel haktır. Bu dilin yasaklanması ise faşizmdir. Bir ulus devletde herkes anadilini öğrenebilir, konuşabilir, yayın yapabilir. Resmi dilin tek olması hem entegrasyon süreci hem de pragmatik açılardan zorunludur. Resmi dilin öğretilmesiyle beraber “anadilde eğitim” bir haktır. Egemen bir devlette halkların, kendi ana dillerine göre eğitim yapması kuşkusuz ayrışmayı belirgin bir hale getirecektir ancak, insanların bu haktan men edilmesi durumunda da illegal yollardan ayrılıkçı davranışlara zorlanması, yasakçı politikalar nedeniyle olacaktır. 

 

 – Ulus devletin parçalanması, diğer devletlerin varlığını tehdit eder riskler taşıyorsa, bölünmeme yönünde herkes aynı hassasiyeti göstermelidir.  

 Her egemen devletin, kendi güvenliğini tehlikeye sürükleyecek hiçbir oluşuma geçit vermek istememesi onun pek tabii hakkıdır.

 

 – Tek bir ‘etnik kimlik’e dayalı devletlerde ‘ulus devlet’ modeli ideal görülebilir fakat çok kimlikli ülkelerde bu model, halkların siyasal eşitlik talep etmesi halinde, merkezi yönetim buna izin vermeyeceği için sonuçta büyük çatışmalar ve acılar yaşanmasına da neden olabilmektedir.

 

 – ‘Eyalet’ sistemine dayalı ‘federatif’ yapılar ise halklar açısından daha özgürlükçü olmakla birlikte bölünmeye daha açıktır.

 

 – Daha çok sayıda halkın eğemenliği açısından, devlet sayısının çokluğu mantıklı gelebilir ancak bu daha çok küçük devlet demektir. Küçük devletlerin, büyüklerin uydusu olması ya da egemenlik hakkını kötüye kullanmaları halinde, denetimleri de çok büyük sorunları beraberinde getirmektedir.

 

 – Devletler ortaya çıkan durum ve ihtiyaçlara göre, çıkarları doğrultusunda resmi ideolojilerini de yönetim biçimlerini de değiştirebilirler.

 

 – Bazı ülkelerin sadece kendi vatandaşlarına karşı değil, bölgesindeki diğer ülke ve isanlara karşı da tarihten gelen görev ve sorumlulukları vardır. Bu nedenle çeşitli zamanlarda, ülkesinin güvenlik ve refahını da tehlikeye atabilirler. Bu, ‘lider ülke’ olmanın bedelidir.

 

 – Sürekli güvenlik tehdidi altında yaşayan ülkelerde, güvenliğe ayrılan payın çok fazla olması halkın refahını kısıtlayan bir unsurdur.

 

 – Bazı ülkeler birden fazla medeniyetin üyesi olabilir. Bu olağanüstü bir ayrıcalık ve zenginliktir. Bir ulusun hangi medeniyete ait olduğunu sadece dil ve din değil, tarihsel süreçleri de belirler. İki medeniyetlilik, hem o ülke hemde diğer ülkeler bakımından uzlaştırıcı yanıyla bir şanstır.

 

– Bazı ülkelerin jeopolitik konumu, iki medeniyetlilik gibi kendine özgü farklı özellikleri nedeniyle tek eksen yerine, ‘çok eksen’li olmaları  yadırganacak bir durum değildir.

 …

– Yeni oluşan oligarşiye karşı çıkarken, eskisine sarılıp savunmak da yanlışta ısrar etmektir.

 Her oligarşi, diğerlerinin egemenliğine karşı çıkarken, kendisine ise her koşulda teslimiyet ister.

DUVAR YAZILARI – 1

Pazar, Mayıs 31st, 2009

DUVAR YAZILARI :

– Birini öldürürsen, katil.

Binlercesini öldürürsen, kahraman.

Hepsini öldürürsen, tanrı olursun!

***

– İnsan ağlar, tanrı güler. (Milan Kundera)

– Tanrı birini cezalandırmak isterse, onun duasını kabul edermiş.

– İki kafadar biraz kafayı bulunca, biri kalkıp ben “peygamberim” demiş. Diğeri de altta kalmayacak ya, “otur yerine ben hiç kimseyi göndermedim!” demiş.

– İlginç olan, “tanrı vardır” diyenlerin çoğunun, “yokmuş gibi” davranması.

– Hayat, kurallarını tanrının koyduğu bir oyundur.

***

Kainatın canı; tanrıdır, gelin canlar bir olalım ( Alevi Felsefesi)

– Oyunu oynayan “tanrı”, bizlerse “dama taşı! (Hayyam)

***

– Tanrı, akıllıları kendine “dost”, aptalları ise “kul” olarak yaratmıştır.

– İnsanlığa bir faydaları varsa Allah bizden alsın onlara versin. Yoksa, bizden uzak Allaha yakın olsunlar.

– Yağmur için dua edersen, çamurla da uğraşırsın.

– Allah zalime “uyuz” versin, “tırnak” vermesin!

– İnsanın bir tek borcu vardır, o da Allaha “can borcu”!

– Huzur istiyorsan üç şeyle kavga etme; “Allahla, devletle, karıyla!”

***

– Upanişad “tanrısın”, Freud ise “itsin” diyor, kim haklı? (Cemil Meriç)

-Tanrı, insan yaratılarının en kutsal olanıdır. (Yalçın Küçük)

-Herşeyin ölçüsü, insandır. (Protogoras)

-Herşeyin ölçüsü, tanrıdır. (Platon)

– Tanrı yoksa, herşey mübahtır. (Dostoyevski)

– Tanrı olsaydı, hiçbir şeyden sorumlu olmazdık. (Sartre)

Şeytan, tanrının taklitçisidir. (R. Guenon)

İnsan, tanrının taklitçisidir. (Ahmet Ağı)

– İnsan, insanın tanrısıdır. (Feurbach)

***

Madem Allahtan başka kimse yok, bu gürültü de neyin nesi?

– Yalnızlık Allaha mahsustur. O da boş durmuyor.

– Tanrı bile insanlarla yazıyla, kitapla konuşuyor.

– Uçağa binerken ateist, düşerken dindar!

– Cenneti, peşin mi alırsınız yoksa veresiye mi?

– “Tanrı”yı sen oynarsan, “günahkar” başkaları olur.

– Marifet; binlerce “sahte tanrı” arasından, doğru olan, o tek tanrıyı bulmaktır.

– Seni mutluluğa götürüyorsa “doğru tanrı”dır, onu bulduysan da “akıllı adamsın.”

– Korkmaya gerek yok! “Aşk” da “seks” de tanrının fikri, sevişen kazanır!

***

– Tanrı, “barbut” atmaz. (Einstein)

– Eğer öküzler “insan” olsaydı, tanrıları da “öküz biçimi”nde olurdu. (Ksenofanes)

 – Eğer tanrınız yoksa, saygılarınızı Hitler ya da Stalin’e sunmak zorunda kalırsınız. (T. S. Eliot)

Bir tapınağın olması, “kendine tapınmaktan” iyidir. (Gazzali)

***

– Allahım ya bana bu aklı vermeseydin ya da bunları böyle yaratmasaydın!

*

– Bir lira çalarsan hırsız,

bir trilyon çalarsan beyefendisin!

–  Para varsa, o iş mantıklıdır.

*

– Hepimiz eşitiz ama ben, biraz daha eşitim!

– En iyisini iste, en kötüsüne hazır ol!

*

 Küçük beyinler, kişileri,

 Orta beyinler, olayları,

Büyük beyinler, fikirleri tartışır.

*

– İnsan beyni çok basit olsaydı, bizim de onu anlamayacak kadar aptal olmamız gerekirdi.

*

– Kazanmak insanın gardrobunu, kaybetmekse kişiliğini geliştirir.

– Hiçbir “başarı”, cezasız kalmaz.

– Kadın olmak zor şey!

 Erkek gibi düşüneceksin,

Genç kız gibi davranacaksın,

Eşşek gibi çalışacaksın.

***

– Kadın mutfakta iyi bir ahçı,

Sokakta tam bir hanımefendi,

Yatakta bir fahişe gibi olmalı.

***

– Bir kadın “hayır” diyorsa “belki”dir,

“belki” diyorsa “evet” demektir.

***

– Bir kadına bulaştıysan, “sen haklısın” de!

Olmadı, “sus”

O da olmadı, gidinceye kadar “ölü taklidi” yap,

Sonrası bize karanlık, Allah’a ayan!

***

Dört  tip kadın vardır:

– Ne aş yapar ne yaş! (arızalı)

– Aş yapar, yaş yapmaz! (ahçı)

– Yaş yapar, aş yapmaz! (keyifçi)

– Hem aş yapar hem de yaş! (makbul)

                                                                                              ***

 – Karın iyi ise eğlencede işin ne?

“Düğün” kendi evinde,

gir oyna, çık oyna!

– Karın kötü ise cenazede işin ne?

 “Ölü” kendi evinde,

gir ağla, çık ağla!

***

– Göz uydur, vurmaz tüfek yoktur

Söz uydur, sevmez kadın yoktur.

***

– Kadın bilmeyene “nefis”, bilene “nefestir”.

– Bir kadının en güzel çağı, 38 ile 40 arasındaki yirmi yıldır.

– Kadının, araya kattı mı yakışanı, duvara attı mı yapışanı makbuldür!

***

Hem zeki hem çalışkan, taktir et.

Zeki ama tembel, ikaz et.

Çalışkan ama aptal, dikkat et.

Hem aptal hem de tembel, imha et.

***

 Aciz insan, şikayet eder.

Cahil insan, kavga eder.

Basit insan, iftira eder.

Akıllı insan, idare eder.

***

Zayıf insanlar, intikam alır.

Güçlü insanlar, affeder.

Zeki insanlar, umursamazlar.

***

Mutluyken söz verme.

Üzgünken karar verme.

Öfkeliyken cevap verme

***

– Duyduğunun hiçbirine,

gördüğünün yarısına,

yaptığının tamamına inan!

***

Eğer bir çocuk;

sevgisiz büyümüşse kindar

eşya ile sevilmişse kıskanç

kıyaslanmışsa haset

eleştirilmişse iki yüzlü

korkutulmuşsa yalancı

engellenmişse hırslı

şiddet görmüşse nefret içinde

koşulsuz sevilmişse kendi gibi olur.

***

 Taş var, köpek yok

taş yok, köpek var

taş var, köpek var

ama kralın köpek

sıkıysa at taşı!

(Saskritçe bir şiir)

***

– Ehli keyfe keyif verir, kahvenin kaynaması,

Eşşeği yoldan çıkarır, sıpanın oynaması.

***

– Gönül ne kahve ister ne kahvehane,

Gönül eğlence ister, kahve bahane.

***

Durum elverişsiz fakat ciddi değil.

Durum ciddi fakat vahim değil.

Durum vahim fakat umutsuz değil.

Durum umutsuz, teslim oluyoruz.

***

Gıdaya sahip olanlar, insanları

Paraya sahip olanlar, ülkeleri

Enerjiye sahip olanlar ise dünyayı yönetir.

***

– Gelme, gelme Mevlana değilim, beni germe!

– Ya olduğun gibi görün ya da gözüme görünme!

– En akıllımız Mevlana’ydı, o da “döne döne” gitti!

Geç geldi desinler, “geçmiş olsun” demesinler!

– Gel bağrıma bostan ek, sen de ye ben de yiyim!

– Kimi yürekten çağırırsan, o gelir!

– Yüreğinde hisserdersen, mesafe yoktur.

“Kalp” bir kez kırıldı mı, bir daha eskisi gibi olmaz!

-İtibarını bir kez kaybedince, bir daha “ağzınla kuş tutsan” yaranamazsın!

Canlar kırılacağına, “camlar” kırılsın”!

– Neye nasip, neye kısmet!

– Gelin ata binmiş, “ya nasip” demiş!

– Arayan belasını da bulur, mevlasını da.

– Sen “doğru ol”, “eğri” bulur belasını.

– Zaman; hesaplaşma değil, helalleşme zamanıdır.

– Dünya hayatı “darılma” değil, “dayanma” yeridir.

“Doğrucu Davut” gibi, her doğru her yerde söylenmez.

– Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovarlar.

– Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük.

– Adın çıkacağına, canın çıksın daha iyi!

– Adım çıkmış dokuza, inmez sekize!

– Vakitsiz öten horozu keserler.

Dik dur, “dikleşme”!

Bitaraf olan, “bertaraf” olur.

“Ayaklar” “baş”, “başlar” “ayak” olmuş.

Aslanı kediye boğduruyorlar!

“Baht” yıkmadan “taht” sahibi olunmaz.

– Bal tutan parmağını yalar.

– İş bilenin, kılıç kuşananın.

– İmam “salarsa“, cemaat “orta yere” yapar!

– Ben “hadımım” diyorum, sen “kaç çocuğun var?” diyorsun!

– Ben diyorum “Çanakkale Boğazı”, sen diyorsun yandı “İstanbul Boğazı“!

– Ben diyorum “Gümüşhane” sen diyorsun “memişhane”!

– Deliye dert anlatıncaya kadar, akıllıya “ne verirsen ver!”

– Cahille etme sohbet sonra çekersin zahmet!

– Külliyen cahilin cesur!

– Uyandırma kerizi, bulandırır denizi!

– Senin derdin ne kardeşim? Üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi?

– İşi gücü; “o ne dedi”, “bu ne dedi”, “gramofonun teki!”

– Hükümetten aylık, Allahtan sağlık, daha belanı mı istiyorsun?

– Ne yapıyorsun? Hiç, bir şey oluncaya kadar bekliyorum!

Leyleğin ömrü “lak lakla”, dervişin ömrü “beklemekle” geçermiş!

– Düğünde zurnada, hamamda kurnada!

– Bizim kız bizden kaçar, başını kapar götünü açar!

– Elin işte, gözü oynaşta olsun!

– İpimle kuşağım, pipimle taşağım, azıcık aşım, ağrısız başım!

– Taksim’den aşşağı Kasımpaşa!

– Bahtsız bedeviyi, çölde kutup ayısı kovalarmış!

– Canım cennette, elim Cevriye’de! Hayat sana güzel, cennet sana var hacı abi.

– Size gelince hak, bize gelince müstehak! (Allah utandırmasın!)

– Bura bura ayar versen, osura osura geri atıyorlar!

– Acıma düşküne, döner vurur keline!

– Milyonlarca sperm arasından gel sen birinci ol, ama şu yaşadığımız hayata bak!

– Akıl veren çok olur da para veren olmaz.

– Akıl fukara olunca, fikir ukala olur.

– Kafasında kırk tilki dolaşır, kırkının da kuyruğu birbirine değmez!

– Sakınan göze çöp batar, sakındıkça da duyan gelir, gelen de gitmez!

Kırmadan yarmadan, kestirmeden küstürmeden, geldi geçti Genç Osman!

– Boşa koysam dolmuyor, doluya koysam almıyor!

– Hayat kısaysa, hiçbir şeyi uzatmanın manası yok!

– Bazı insanların altı, bazılarının da üstü çizilir!

– İçindeki çocuğu öldürmeyen yaşlanmaz.

*

– Sizin bildiğiniz kadar, benim unuttuğum vardır!

– Bizim yaptıklarımıza sizin hayaliniz yetmez!

– Yürüdüğünüz yolların asfaltını biz döktük.

– Siz giderken, biz geliyorduk.

*

– Doğmamış çocuğa don biçilmez.

– Alışmamış götte, don durmaz.

– Alışmış kudurmuştan beterdir.

***

– Maydonoza gelince kırt kırt,

sapına gelince meee! (Allah günah yazmasın!)

***

– İnsan hımbıllaşmaya görsün;

oturma imkanı varsa, ayakta durmaz,

yatma imkanı varsa da oturmaz!

– Minumum gayret, maksimum fayda!

***

İstatistik, yanlış rakamların doğru hesaplanmasıdır.

İstatistikler yalan söylemez,

– İstatistikçiler, doğruyu söylemez.

– İstatistik, cehaletin matematiksel teorisidir. (Moris Kline)

***

– Küçük işlerin “büyük adamı” değil,

büyük işlerin, “küçük adamı” ol!

***

– Kötü olan kör olmak değil, “nankör” olmaktır.

– Sağır duymaz, uydurur!

– Şeytan da kariyerine bir melek” olarak başlamıştı ama şimdi sadece bir  “iblis”.

– Birşey kısmetten çıkmaya görsün, “uçkur” bile doksandokuz yerinden kopar, bağlamaya yetişemezsin!

– Dövüşmesinler de sevişsinler!…

– Horozumu saldım çayıra, tavuğu olan düşünsün!

– Maşallah “danazorlar”, dinozorların yokluğunu aratmıyor!

Demirden korksaydık, trene binmezdik!

– İnsana benziyor diye sanma ki, herkes “insan!”

– Hayatta “duruşuyla” etkili olamayanlar, vuruşuyla” olmaya çalışır.

– Bir şeyin doğrusunu mu istiyorsun, kendin yap!

– Herkesin yaptığını yaparsan herkes gibi olursun, başkasının yapmadığını başarırsan, herkesten büyük olursun.

– Aptal düğünden, çocuk oyundan usanmaz.

İşini doğru yap, çoluk çocuğu kendine nasihat eder hale getirme!

– Sözün tamamı, deliye anlatılır.

***

– Hayatım lazım olursa, ben buradayım, “gel ve al.”

– Herkes niye geldi bilmem, ben neler olduğunu anlamaya geldim!

– Emanetin canı, tez olur.

– Emanete, ihanet olmaz. En çok da diyenden kork!

– Çıkmadık candan, ümit kesilmez.

– Can çıkar, huy çıkmaz. Ufacık boyu var, türlü türlü huyu var!

– Olmadan koparırsan, sormazlar mı, “olmamış şeyi niye getirdin?” diye.

***

– Salla başını al maaşını,

– İşi bilecen, işe gitmiyecen,

– Böyle saça, böyle tarak,

– Ne kadar köfte, o kadar iş!