Posts Tagged ‘Roma’

B. RUSSELL, “DÜNYA GÖRÜŞÜM”

Salı, Kasım 23rd, 2010

 

 B. RUSSELL, “DÜNYA GÖRÜŞÜM”

 

– Felsefe yapmak, üzerinde henüz belirli bir bilginin olmadığı konularda kurgular yapmaktır.

– Kabaca bilim; bildiğimiz felsefeyse bilmediğimiz şeydir.

– Felsefe, bir yandan bizi hep tetikte tutar diğer taraftan da öğrenebileceğimiz şeyi düşünmemizi önerir bize.

Filozofun gerçek işlevi, dünyayı değiştirmek değil anlamaktır. Bu ise Marx’ın söylediğinin tam tersidir.

– İncelenen nesnenin derinine varmak için analiz yapmak gerekir ve bu yöntemi, çözümlenmesi olanaksız nesnelere rastladığınız ana dek kullanabilirsiniz ki, bunlar “mantıksal atomlar”dır. Çünkü bunlar maddenin değil de düşüncelerin küçük parçacıklarıdır.

– Felsefe henüz bitmemiş, tamamlanmamış bir bilim gibi görülebilir.

– Hiçbir şey emin olmaya değmez. Çünkü, insan inandığı şeyler içinde her zaman biraz kuşkuya da yer bırakmalıdır ve bu kuşkuya rağmen yine de enerjiyle hareket edebilmelidir.

– Ben bir miktar şaşırma ve bocalamanın zihnin antrenmanı için çok gerekli olduğunu düşünüyorum.

– Bana öyle geliyor ki, bilimin gelişmesi, ilerlemesi felsefenin önemini kaçınılmaz biçimde azaltmaktadır.

Tanrı kanıtlarının hepsi değerden yoksundur. Bunlardan bir sonuç çıkarıp ona inanmak gereksinmesi olmasaydı, hiç kimse onları hiçbir zaman kabul etmezdi.

Dinin tarih boyunca ortaya çıkan sonuçları bakımından çoğunun zararlı olduklarına inanıyorum.

 Genellikle dinin birçok kötülükler yaptığına inanıyorum. Tutuculuğu, geçmişin alışkanlıklarına bağlılığı kutsallaştırmıştır. Özellikle de hoşgörmezliği ve hıncı kutsallaştırmıştır. Hele Avrupa’da hoşgörmezlik olarak dine girebilmiş ne varsa hepsi korkunçtur gerçekten.

– Dine duyulan ihtiyaç, herşeyden önce korkudandır. Onu korkutan üç şey var:

 Birincisi; doğanın kendisine yapabileceği şeyler. İkincisi; başka insanların kendisine yapabilecekleri, üçüncüsü de insanoğlunun kendi tutku ve arzularının etkisiyle onu bazı şeyler yapmaya iteleyebilir.

 Din onların bu korkudan daha az etkilenmelerine yardımcı olmaktadır.

– Orta halli Çinliler hiçbir dine sahip değiller ve bundan ötürü daha az mutlu da değillerdir.

– Bu büyük savaşlar, bu büyük baskı rejimleri sürüp giderse ve büyük çoğunluk yine yoksul, mutsuz bir yaşam sürmeye devam ederse din de varolmaya devam edecektir.

 – Toplumsal sorunlar çözüldü mü din de ölecektir. Tersine bu sorunlar ortada kaldıkça, onun öleceğini sanmıyorum.

Sosyalizmin bana göre arzu edilir bir yanı yok. Çünkü hiçbir özgürlük vermiyor, bir bilginin engelsizce edinilmesine izin vermiyor. Dogmacılığı teşvik ediyor. Bir düşünceyi yaymak için baskı kullanılmasını öneriyor. Ben ki eski bir liberalim, onun yapıp ettikleri çoğu kez pek az hoşuma gidiyor.

 – Orta halli bir Rus, Stalin zamanında Çarlık zamanına göre daha az mutluydu.

 Lenin, kendisi için değil de bir inancı cisimlendirmek için ortaya çıkmıştı. Fakat inancı çok dar göründü bana. Marxçı yörüngenin dışında hiç mi hiç düşünemeyen bir bağnaz gördüm ben onda.

 – Lenin’in bir proleter sayıldığını gördüm. Fakat dilenciler, yiyecek bir lokması olmayan zavallılar için “burjuvazinin uşakları” deniyordu.

– Cehennemi zalim insanlar yaratmıştır.

– Eğer bir eylemin kimseye bir zararı dokunmuyorsa onu yerin dibine batırmak için bir neden yoktur. Çağdışı bir tabu kötü saydı diye onu yerin dibine batırmamak gerekir. Yapılacak iş, bu eylemin iyi mi, kötü mü olduğunu görmektir. Bütün ahlakların olduğu gibi cinsellik ahlakının temeli de budur.

Mutluluğun dört boyutu; birincisi sağlık, ikincisi yoksulluk çekmemek için gerekli araçlar, üçüncüsü başkalarıyla iyi ilişkiler sürdürmek, dördüncüsü de insanın işinde başarılı olmasıdır.

Devlet özellikle yabancıları öldürmek için kurulmuş bir örgüttür.

– Doğu ile Batı arasındaki gerginliği ve savaş tehlikesini bir tarafa bırakırsam milliyetçilik, insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı en büyük tehlikedir.

– Herhangi bir yönde ilerlemeler yapan insanlar genel olarak halkın tam bir engellemesiyle karşılaşıyorlar.

– Toprağında büyük miktarda petrol var diye küçücük bir ulusun bu petrolden kendi keyfince yararlanması saçma şeydir.

– Dürüst insanlar köpeklere eziyet edilmemesini kınarlar. Fakat köpeklere yapılan eziyet, başka hiçbir eziyete benzemeyen bir zulüm gibi görülürse bu bağnazlıktır.

Yahudi aleyhtarlığı, hristiyanlıkla birlikte doğmuştur…Roma iktidarı hristiyanlaşınca Yahudi aleyhtarı oldu. İsa’yı Yahudilerin öldürdükleri söyleniyor, böylece Yahudilere beslenen hınç haklı hale geliyordu. Gerçek nedenler ekonomikti hiç kuşkusuz. Fakat herkes kendini böyle haklı gösteriyordu.

 

B.RUSSELL(Felsefe Kulübü/Oğuz Turgut)

– Ne kadar az bilirseniz, onu o kadar şiddetle savunursunuz.

– Akıllılar hep kuşku içindeyken aptallar küstahça kendinden emindir.

– Mutluluğun sırrı; dünyanın korkunç, korkunç bir yer olduğu gerçeğiyle yüzleşmektir.

– Kendi refahımızı, herkesin refahının güvence altına alınmasının dışında bir yolla güvence altına alamayız. Kendinizin mutlu olmasını diliyorsanız, başkalarının da mutlu olmasına rıza göstermek zorundasınız.

– Bir kasabın ekmeğe, bir fırıncının da ete ihtiyacı vardır. Bu nedenle kasapla fırıncının birbirini sevmesi için mantıklı bir neden vardır. Her ikisi de birbirine yararlı olur.

– Tek kitaplı adamdan kork!

– Eğitimin amacının zihinsel özgürlük olduğu bir dünya isterdim. Gençlerin aklını, onları bütün hayatları boyunca nesnel kanıtların oklarından koruyacak olan bir zırhın içine sokmamalı. Dünyanın açık kalplere ve aydın insanlara ihtiyacı var ve bunu statik sistemlerle elde edemeyiz.

– Ne yazık ki, çoğu insan daha önce mutlu olduğunu ancak mutsuzluğa düştüğü zaman anlıyor.

– Aşktan korkmak, yaşamdan korkmak demektir ve yaşamdan korkanlar şimdiden üç kez ölmüşlerdir.

– Manevi bir çöküşün en büyük belirtisi, kişinin yaptığı işin çok önemli olduğunu düşünmeye başlamasıdır.

– Eğitimin insanları, kanıtı olmayan önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması ilkelerinin, bütün dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca aydın bir kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleştirilebileceğini söyleyebilirim. Aydın bir kamuoyu da ancak onun varolmasını isteyenlerin çabalarıyla oluşturulabilir.

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN HİSSE / 1

Çarşamba, Eylül 29th, 2010

   EINSTEIN

  Güzel bir kadın evlenmek için Einsten’a bir mektup yazar ve resmiyle birlikte gönderir. Mektupta şöyle yazmaktadır:

 “Sevgili Einstein, sizinle evlensek ve bir çocuğumuz olsa aklını sizden güzelliğini de benden alsa sizce de bu muhteşem olmaz mı?” Einstein’ın buna verdiği cevap:

 “Hanımefendi teklifiniz için teşekkür ederim ama ya aklı size güzelliği de bana benzerse?” 

  Einstein, Tevrattaki tanrı düşüncesini reddeder fakat nazilerin, yaptıkları karşısında siyonizmin en büyük savunucularından biri haline gelir. Politik görüşlerinden dolayı “Einstein’a karşı 100 yazar” adlı bir kitap yayınlandığı zaman, “eğer haksız olsaydım, bir tanesi bile yeterdi” der.

 Nazi tehlikesi karşısında Einstein, barışseverlik düşüncesini terketti ve en sonunda Alman bilimadamlarının atom bombası yapmasından korkarak ABD’nin de kendi bombasını geliştirmesini önerdi.

 

 Siyonizme verdiği açık destek nedeniyle 1952 yılında kendisine İsrail’in cumhurbaşkanlığı önerildi. Ancak politika için çok toy olduğunu söyleyip, “denklemler benim için çok daha önemlidir, çünkü politika bugün içindir, oysa ki bir denklem sonsuzluk içindir” der.

  EİNSTEİN’IN ANNESİ PAULİNE

Einstein daha ilkokuldayken, öğretmeni annesine iletmesi için bir mektup verir. Einstein mektubu verir ve henüz okumayı öğrenemediğinden kendisine de okumasını ister.

Annesi gözyaşları içinde mektubu okur:

“Oğlunuz çok zeki olduğundan ve okulumuzdaki öğretmenlerin de yetersiz olması nedeniyle kaydının ya başka bir okula alınması ya da özel eğitim aldırılması çok daha uygun olacaktır…”

Annesi Pauline, Einsten’e dönerek; “sen dünyayı değiştirebilecek kadar zeki ve çok farklısın” der.

Yıllar geçer annesi ölür, kendisi de 20. yüzyılın en büyük fizikçisi olur. Bir gün annesinden kalan eşyaları karıştırırken, bir kitabın arasında kendisine okuduğu o mektubu bulur. Mektupta yazılanlar hiç de annesinin okuduğu gibi değildir hatta “aptal ve anlama problemleri olduğu için, kaydının okuldan alınması” tavsiye edilmektedir.

Gerçeği öğrenen Einstein, gözyaşlarına hakim olamaz ancak asıl üzüntüsü, öğretmeninin yazdıkları değil annesinin kendisinden vazgeçmemesi ve kendisine duyduğu büyük sevgidir.

  İLM-İ SİYASA

   Uzunca yıllar bir şeyhin rahle-i tedrisatından geçen bir derviş:

“Efendim eğer izniniz olursa, artık halka karışıp insanları irşad etmek (Allah yoluna çağırmak) istiyorum” der. Bunun üzerine şeyh:

 “Münasiptir ancak ilm-i siyasayı da öğrenip öyle git” der.

 Derviş, “efendim bunca yıldır öğrendiklerimin yeterli olacağını düşünüyorum, siz de uygun görürseniz…”

 Şeyh, dervişin ısrarı karşısında “peki öyleyse Allah yardımcın olsun” der.

 Derviş cuma namazı için bir köye gelir ve hocanın verdiği vaazı dinlemeye başlar. Hoca, çok celalli bir şekilde cemaate yüklenmektedir. “Şöyle dinden çıkıyorsunuz böyle günaha giriyorsunuz, hepiniz cehenneme odun olacaksınız” diye esip gürlemektedir. Bunun üzerine bizim derviş söz ister:

 “Yapmayın hocaefendi insanları böyle konuşarak dinden edeceksiniz…” derdemez iyice celallenen hoca:

 “Allah rızası için şu münafığa haddini bildirecek yok mu?” diye gürlemesiyle, cemaatin üzerine çullanması bir olur.

 Derviş perişan bir halde, şeyhinin yanına gelir ve olanları anlatır. Şeyh, ilm-i siyasanın zamanı gelmiş diyerek dervişi bir süre daha eğitime alır ve sonrasında:

 “Şimdi artık piştin var git yoluna” der. Derviş, bir süre sonra yine aynı köye cuma namazına gelir. Hocaefendi yine bütün celalliğiyle esip gürlemektedir. Bizim derviş söz isteyip bu kez cemaate dönerek:

 “Ey cemaati müslimin! Böylesine güzel vaazeden hocaefendiden her kim bir kıl kopara, Allah için doğrudan cennetliktir…” derdemez cemaat hocaya çullanır.

  ŞAHİT MAHİT YAZARLAR

  Kendi yolunda giden bir yayaya, aracın biri şiddetli bir şekilde arkadan çarpar. Adamcağız dört takla atar ve yere düşer. Toparlanır toparlanmaz da kaçmaya başlar. Olayı gören birisi arkasında seslenir:

 “Yahu sen niye kaçıyorsun, suçlu çarpan…” demesi üzerine kazaya uğrayan adam:

“Ya neme lazım, şimdi şahit mahit yazarlar” der ve kaçmaya devam eder.

   FUZULİ İLE BAĞDATLI RUHİ

 Fuzuli ile Bağdatlı Ruhi, Bağdat’ın arka sokaklarında birlikte dolaşırken köşebaşında bir köpek görürler. Bunun üzerine Bağdadlı Ruhi:

 “Bu it, burda fuzuli” diyerek Fuzuli’ye alaycı bir gönderme yapar. Fuzuli de buna karşılık:

 “Vur kıçına çıksın ruhi” diye Ruhi’ye okkalı bir cevap verir.

   İKİ FARE

  Zafer sonuna kadar mücadele edenlerindir:

   İki fare aynı anda bir süt kovasının içine düşerler, farelerden biri nasıl olsa öleceğim diyerek mücadeleyi bırakır ve boğulur. Diğer fare mücadeleden vazgeçmez, çırpına çırpına önce sütü kaymağa dönüştürür, sonra da kaymağın üzerine çıkarak kurtulur.

  NAKŞİ İLE BEKTAŞİ ŞEYHLERİ

   İki şeyh bir araya geldiklerinde Bektaşi, Nakşibendiye sorar:

  “Üstad, sizin bu cübbelerinizin kolları niye bu kadar uzun?” O da “insanların ayıp ve kusurlarını örtmek için” der.

  Bektaşinin kollarını kısa görünce bu kez Nakşi olan sorar:

 “Peki ya sizin cübbenizin kolları niye kısa?”

 Bektaşi hiç düşünmeden:

 “Biz insanlar da ayıp, kusur görmeyiz de onun için” der.

   İNSAN DEDİĞİN KUŞ MİSALİ

  İki miskin derviş, yıllardır biri bir köşede diğeri öbür köşede uzlete çekilmişler. Daha mülayim olanı “muhterem gel şu köşeleri değişelim” demiş. Diğeri hemen “başka işin yok mu, otur oturduğun yerde” diye terslenmiş

 Aradan yıllar geçmiş yine mülayim olan, “üstad gel şu yerleri bir değişelim” demiş. Aksi olan yine “yahu senin hiç başka işin yok mu?” diyerek reddetmiş.

 Gel zaman git zaman yine yıllar geçmiş, mülayim olan son bir kez daha şansını denemek için sormuş, “ üstad gel şu köşeleri değişelim, tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler” demiş. Aksi olan “amma ısrar ettin, iyi hadi değişelim bari” demiş.

 Sallana sallana biri bir köşeye diğeri öbür köşeye geçmiş, aksi olan bundan bir ders çıkararak:

 “Gördün mü bak! İnsan dediğin kuş misali, nerdeydik nereye geldik” demiş.

   SİNOPLU DİYOJEN

 Diyojen, gündüz vakti Sinop’un sokaklarında el lambasıyla dolaşıyormuş. Görenler, ne yaptığını sorduğunda “adam arıyorum adam” diye cevap verirmiş.

***

 Diyojen’in dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş, bir fıçının içinde yaşayan bir kinik olduğu bilinir. Onun ününü duyan Büyük İskender, ziyarete gelir. Ancak, Diyojen’in pejmürde ve meczup görüntüsü onu hayal kırıklığına uğratır. Alaycı bir şekilde, “benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar.

Diyojen, “sen benim kölemin kölesisin, çünkü dünya benim kölemdir” der. Büyük İskender, bu beklenmedik bilgece cevap karşısında “dile benden ne dilersen” der.

 Diyojen, güneşinin önünde duran bu büyük komutana, “gölge etme başka ihsan/iyilik istemem” der.

****

 Yine birgün Büyük İskender, Diyojen’i birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken görür ve “ne arıyorsun?” diye sorar. 

 Diyojen, “babanızın kemiklerini arıyorum ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” der.

   MİCHELANGELO

  Ustaya sormuşlar, “nasıl böylesine güzel heykeller yapabiliyorsunuz?” diye. O da “o güzellikler zaten taşın içinde var, ben sadece fazlalıkları atıyorum” demiş.

 ***

  Michelangelo, ünlü “Musa Heykeli”ni yaptıktan sonra, karşına geçip saatlerce seyredermiş. Hatta bir gün dayanamayıp “konuş ya Musa!” diyerek elindeki çekici fırlattığı söylenir.

***

 Ustanın, bir kiliseyi resimlerken, “terlik giymiş” birkaç melek çizdiği söylenir. Bunu gören kardinal:

 “Kim bugüne kadar, terlik giymiş melek görmüş? diye sorar. Usta da “kim bugüne kadar çıplak ayaklı melek görmüş?” der.

 ***

 İNCİL VE TOPRAKLAR (DESMOND TUTU)

 Misyonerlerin Afrika’ya geldiklerinde, onların sadece incili, yerlilerin ise toprakları vardı. Bize “hadi dua edelim” dediler. Boynumuzu eğip, gözlerimizi kapadık. Gözlerimizi açtığımızda ise artık incil bizim, topraklar da onların olmuştu.

  İKİ FİNCAN KAHVE

 Bir felsefe profösörü, önüne büyükçe bir kavanoz alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve öğrencilere dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber ‘dolu’ olduğunu söyler.

 Bu sefer profösör, çakıl taşlarını tenis toplarının arasından kavanoza doldurur. Tekrar öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sorar. Onlar da “evet, artık doldu” derler.

 Profösör bu defa bir torba kumu alır ve çakıl taşları arasından kavanoza döker. Öğrencilere yine dolu olup olmadığını sorar. Öğrenciler hep beraber “evet” der.

 Bu kez profösör masadaki iki fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır. Tekrar öğrencilere sorar, “doldu mu?” diye. Öğrenciler güler!

 Profösör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek, “evet, bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım” der.

 “Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki en önemli şeylerdir; aileniz,   çocuklarınız, sağlığınız, dostlarınız ve sizin için en önemli şeylerdir. Diğer şeyleri kaybetseniz de bu önemli şeyler hep kalır ve hayatınızı doldurur. Çakıl taşları ise daha az önemli olanlardır; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet, kavanoza önce kum doldurursanız çakıl taşlarına daha önemlisi tenis toplarına yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcarsanız önemli şeyler için zaman kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere verin. Çocuklarınızla oynayın, sağlığınıza dikkat edin, eşinizle yemeğe çıkın…Öncelikleri sıralamayı iyi bilin gerisi hep kumdur”.

 Öğrencilerden birisi, “peki ya o iki fincan kahve nedir?”

 Profösör gülerek, “hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır” der.

  İKİ SUFİ

 İki sufi karşılaşır ve biri diğerine sorar, “ne yapıyorsunuz?” diye. O da “bulunca yiyoruz bulamayınca da sabrediyoruz” demiş. Suali soran “Horasan’ın itleri de öyle yapıyor” demiş. Diğeri, “peki siz ne yapıyorsunuz” diye sormuş, o da “biz bulunca dağıtıyoruz, bulamayınca şükrediyoruz” demiş.

  İSTANBUL’DA BİR FRANSIZ

 1950’lerde İstanbul’a gelen bir Fransız, insanların bir aşağı bir yukarı birşeyler taşıdığını görür. Yanındaki Türk arkadaşına sorar:

 “Azizim, siz İstanbul’u ne zaman aldınız?” o da “1453’te” der. Fransız, “hayret! o kadar zaman olmuş ama hâlâ yerleşememişsiz” der.

  SOKRATES

 Sokrates arkadaşıyla pazarda dolaşırken, biri arkasından gelip, kıçına bir tekme atar. Sokrates oralı olmaz ama yanındaki arkadaşı, onun hiç tepki vermemesine şaşırarak sorar; “ya üstadım, biri size tekme atıyor ama siz oralı bile değilsiniz”. Bunun üzerine Sokrates; “eşşek çifte attı diye ne yapıyım, mahkemeye mi vereyim?” der.

 Evlilik hakkında sorduklarında da; “her halükarda evlenin, karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz” der.

 “Atinalılar, beni suçlayanların sizi nasıl etkilediğini bilmiyorum ama öyle ikna edici konuşuyorlardı ki, ben bile kim olduğumu unutacaktım. Buna karşın tek bir doğru söz etmediklerini söylemem gerekir.

 Yargıçlara yalvararak beraat etmeye çalışmak bana adil gelmiyor. Yargıç, adaleti lütuf gibi dağıtmak için değil, yasalara göre hüküm vermek için o mevkiye getirilir. Hatta hoşuna gidenlere lütufkar davranacağına değil, yasalara göre karar vereceğine yemin eder.

 Ölümden sakınmak o kadar zor değildir. Zor olan, kötülükten sakınmaktır…İnsanları öldürerek, sizi doğru yaşamamakla suçlayacak birilerinin ortaya çıkmasını engelleyeceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Başkalarının sizi eleştirmesini engellemek yerine, mümkün olduğunca daha iyi olmaya çalışmalısınız.

 Ben, tanrı tarafından bu devlete gönderilmiş bir at sineğiyim. Ve bu devlet, koca cüssesiyle hareket etmesi ve canlanması gereken bir attır. Ben de tanrının bu devlete musallat ettiği, bir at sineği gibi bütün gün boyunca her yerde sizi uyandırıyorum, hareketlendiriyorum, azarlıyorum, ikna ediyorum. Ve eğer tanrı sizi düşünerek, bir at sineği daha göndermezse, hayatınızın geri kalan kısmını uyuyarak geçireceksiniz.

 Ayrılma vakti geldi çattı. Ben ölmeye sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyosunuz. Hangisinin doğru olduğunu sadece tanrı bilir.”

 Tutuklu bulunduğu süre içinde kendisini ziyarete gelenler, onu teselli edecekleri yerde onun herkesi teselli edip gönderdiği söylenir. Birgün karısı Sokrates’e, “seni haksız yere öldürecekler” der, o da karısına; “ haklı yere öldürseler daha mı iyi” der. 

İdamından önce araya kutsal ay girer, infazı da bu ayın sonuna ertelenir. Bu ay içinde kaçması için adeta ortam yaratılır. Onu kaçırmaya gelen öğrencilerine:

 “Kaçarsam savunduklarımı inkar etmiş olurum. Suçlu olduğumu kabullenmiş olurum. Yasalara uymak lazım. Hem gittiğim yerdeki yasalar burdan (Atina’dan) daha mı iyi olacak?” diyerek kaçmayı reddeder. Kutsal ayın sonunda da baldıran zehrini içerek ölüm cezası gerçekleşir. Kendisi tek satır yazmamış olan bu büyük bilge, öldüğünde 70 yaşındadır ve tüm öğretilerini öğrencisi Platon’dan öğreniyoruz.

  GALİLE (1564 – 1642)

 Galile, yaptığı deneylerle dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü ispat eder. Ancak kilise tersini kabul etmektedir. Sonunda engizisyon mahkemesine verilir ve sözlerinden vazgeçmezse ölüme mahkum edilecektir.

 Galile de dünyanın dönmediğini söylese bile dönmeye devam edeceğini bildiğinden sözlerinden vazgeçer. Böylece ölüm cezasından kurtulur ama yaptığı deneyler nedeniyle ömür boyu ev hapsine mahkum olur. Ancak İtalyan Giordano Bruno onun kadar şanşlı değildir. Evrenin sonsuz ve dünya dışında pekçok gezegen olduğunu söylediği ve engizisyon mahkemesinde de bu söylediklerinden vazgeçmediği için, 1600’de Roma meydanında diri diri yakılarak cezalandırılır.

  Engizisyon Galile’yi ömür boyu ev hapsine ve Copernicusculuğu da halk önünde reddetmeye mahkum etmesine karşılık o ölünceye kadar katolikliğe bağlı kaldı. O zamanki Papa da eski bir arkadaşıydı.

 1642’de ölümünden dört yıl önce ev hapsindeyken, ikinci büyük kitabının el yazmaları Hollanda’da bir yayıncıya kaçırıldı. İşte “İki Yeni Bilim” diye bilinen bu eseri Copernicus’a olan desteğinin de ötesinde, modern fiziğin doğuşu olacaktı.

  NEWTON

 

 Leibniz ve Newton, her ikisi de birbirinden habersiz olarak modern fiziğin büyük ölçüde temeli olan, “calculus” denen matematik dalını geliştirmişlerdi. Newton’un bunu Leibniz’den yıllar önce bulduğunu şimdi biliyorsak da bu çalışmasını Newton çok daha sonra bastırmıştı.

 Leibniz anlaşmazlığın çözümlenmesi için Kraliyet Derneğine başvurma gafletinde bulundu. Zira bu derneğin başkanı Newton’du. O da araştırma için tamamen tarafsız bir komite oluşturdu! Tesadüfe bakın ki bu komite tamamen arkadaşlarından oluşuyordu. Bununla da kalmayıp, Leibniz’i “eser hırsızlığıyla” suçladığı yazıyı kendisi yazıp yayınladı.

 Leibniz’in ölümünden sonra Newton’un “Leibniz’in kalbini kırmaktan büyük zevk aldım” dediği söylenir.

 HACI BEKTAŞİ VELİ

 Moğol istilası döneminde Hacı Bektaşi Veli, “elinize, dilinize, belinize sahip çıkın” diyerek herkese birlik beraberlik telkininde bulunmaktadır. Aslında onun bunlarla kastettiği:

 Elinize; yurdunuza, dilinize; Türkçenize, belinize derken de soyunuza sopunuza sahip çıkın anlamındadır.

 HAYATIN SIRRI

 Hayatın sırrını merak eden bir adam, çok uzak bir diyarda yaşayan bir bilgenin bu sırrı bildiğini duyar ve yola koyulur. Günlerce yol gittikten sonra bilge kişiyi bulur ve sorar, “bunca yolu hayatın sırrını sizden öğrenmek için geldim” der. Bilge kişi, “hoş gelmişsiniz ama boşuna zahmet etmişsiniz” der, “sır da hakikat de sizde, herkes hakikati kendi içinde bulacaktır. Büyük kainatta ne varsa küçük kainat olan insanda da o vardır” der.

 Hayatın sırrını arayan adam, hakikatin nerde olduğunu öğrenerek aslında bu kadar yolu boş yere gelmediğini anlar ve yaşadığı yere geri döner.

 KOYUNUN KÜÇÜĞÜ

  Köyün zenginlerinden birisi, oğluna kırk gün kırk gece düğün yapacağını ve düğüne gelen herkesi de memnun edeceğini söyler. Köyün ileri gelenlerinden yaşlı adamsa:

 “Her zaman, huzursuzluk çıkaran memnuniyetsiz birileri çıkar” der.

 Zengin adamsa, “ben memnun edeceğim” demiş ve düğün başlamış. Düğüne gelen herkese hergün birer koyun veriliyormuş. Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün derken ufak tefek çelimsiz bir adam, herkesin duyacağı bir şekilde:

 “Ne bu ya! Hergün koyunun küçüğü bana geliyor” diyerek memnuniyetsizlğini dile getirmiş.

 YAHYA KEMAL / SÜLEYMAN NAZİF / A.Ş. HİSAR

 İstanbul aşığı olan Yahya Kemal’e, bir gün Ankara’dayken en çok neyi sevdiğini sormuşlar. O da “İstanbul’a geri dönüşünü” demiş.

 Yine bir gün Yahya Kemal, Süleyman Nazif ve Abdülhak Şinasi Hisar , Ankara’da zamanın ünlü Karpiç pastanesinde oturmuş sohbet ediyorlarmış. Çay söylemişler. Abdülhak Şinasi’nin ciddi şekilde “mikrop takıntısı” olduğundan sık sık ellerini yıkar, çay istediklerinde de bardakları ayrıca kendisi yıkamak için sıcak su istermiş. Nüktedanlığıyla meşhur Süleyman Nazif, “üstad bardakları suyla yıkadın temizlendi, peki suyu neyle yıkayacaksın?” diye takıldığında A.Şinasi gülerek, “haklısın bunu hiç düşünmemiştim” der.

 Ünlü “Fahim Bey ve Biz” romanının yazarı A.Şinasi Hisar çok kibar bir beyefendi olarak herkese ‘siz’ diye hitap eder samimi bile olsa ‘sen’ diyemezmiş. Bu durum S.Nazif’in gözünden kaçmamış ve “üstad merak ediyorum acaba Fransa’daki Seine (Sen) nehrine de mi ‘siz’ diyorsunuz?”

 Süleyman Nazif bir gün kitaplarını basan Ahmet beyle münakaşa edip hiddetle dışarı çıkmış, merdivenlerde de bir arkadaşına rastlar ve nereye gittiğini sorar, o da “Ahmet beyin yanına çıkacağım” der. S.Nazif sinirli bir şekilde “Ahmet beyin yanına çıkılmaz, inilir!” der.

  ENVER PAŞANIN BABASI VE UÇKUR

 Birinci Cihan Harbinden sonra esir tutulan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, kendi aralarında sohbet ederken, Enver Paşanın babası, “harama hiç uçkur çözmedim” der. Bunun üzerine Fuat Paşa da kendisine, “aman efendi hazretleri, keşke helale de çözmeseydiniz de şu Enver belasına, milletçe hiç bulaşmasaydık” der. 

   NECİP FAZIL

 Necip Fazıl bir konferansta konuşmaktadır. Dinleyicilerden biri ayağa kalkıp onu bir başkasıyla kıyaslayarak, “onun yanında siz sıfırsınız” der. N.Fazıl sakin bir şekilde, “olabilir ama siz de benim yanımda çift sıfırsınız” der.

 İstanbul üniversitesindeyken bir grup öğrenci Necip Fazıl’ı ziyarete gider. Kapıyı çalarlar, ses gelmez ama kapı yarı aralıktır. N.Fazıl içerde koltuğuna  oturmuş dışarıyı seyretmektedir. Onlar da içeri girip otururlar. N.Fazıl onların geldiğinden habersiz dakikalarca hareketsiz bir şekilde dışarıyı seyretmektedir ve neden sonra odadaki gençleri fark edip “evet niye geldiniz” diye sorar. Onlar da “sizi görmeye geldik efendim” derler. Necip Fazıl yavaşça ayağa kalkıp kendi etrafında bir tur atar ve “işte gördünüz” der. Onlarda üstadın keyfinin yerinde olmadığını anlayıp çıkarlar.

  NAZIM HİKMET

Çok az kişinin bildiği Galina Grigoryevna Kolesnikova, Nazım Hikmet’in sevgilisiydi. Nazım’ı en çok seven Galina’ydı. Nazım Hikmet hayatı boyunca 5 kadınla sevgili oldu. 4 sevdiği kadına şiirler yazmıştı fakat Galina için kalemini hiçbir zaman oynatmadı. 1953-1960 yılları arasında sevgili olsalar da Nazım Hikmet hiçbir zaman Galina’yı sevemedi. Duygularını dosttan öteye taşıyamadı. Ayrıca Nazım Hikmet Galina’ya “Galya” kısaltmasını kullanırdı.

Nazım Hikmet geçirdiği bir kalp krizi sonrası kaldırıldığı hastanede Galina ile tanıştı. Galina tanışmalarını şöyle anlatmaktadır; “Koridorda birden karşıma güzel, çok yakışıklı zarif bir insan çıktı. Ona doğru yürüdüm ve “Siz Nazım Hikmet misiniz?” diye sordum. O da “evet sevgili dostum” diyerek elini omzuma koydu. “Lanet olsun, hastalandım” dedi.

Hastanede 3 aylık tedavisinden sonra Galina’nın evinde birlikte yaşamaya başladılar. Galina sadece doktoru ve sevgilisi olmadı, aynı zamanda mektuplarını yazdı, şiirlerini daktilo etti, onun tercümanı ve kameramanı oldu. Nazım’ın evinde arkadaşlarıyla, ünlü şairlerle, köpeğiyle oynarken, daktilosunun başındayken, hasta yatağındayken, yurt dışı gezilerindeyken kısaca her anını Galina kamera ile kayda almıştı.

Kamera’nın son görüntüleri bir sahil kenarında çekilmişti. Oraya 1958 yazında Nazım’ın ısrarıyla gitmişlerdi. Nazım gönlünü yeni kaptırdığı Vera’ya yakın olmak istiyordu. Vera’nın eşiyle beraber tatil yaptığı sahil kasabasına Galina’yla beraber gitmişti. Hep birlikte tatil yaptılar. Galina Nazım’ı Vera’ya fal bakarken, çakıl taşları atarken ve yan yana yürürken kayda almıştı. Daha sonra Nazım Hikmet kamerayı eline alıp, Galina ve Vera’yı yan yana çekmişti. Galina Nazım’daki değişiklikleri fark etmiş ve o zamanı şöyle anlatmaktaydı; “Şiir yazamaz olmuştu. Oyun yazıyordu, yazı yazıyordu ama benimle beraberken şiiri bırakmıştı. Ama Vera’ya aşık olunca, hemen şiir yazmaya başladı. Ben onu çok iyi anlıyordum. Onu çok sevmeme rağmen, sevdiği kadınla beraber olması gerektiğini anlıyordum. Öyle aşıktı, öyle güzel yazıyordu ki, bir kez bile kıskanmadım onu. Tekrar yazmaya başlamıştı. Önemli olan da buydu. ”

Galina Nazım’ı o kadar çok seviyordu ki, terk edildikten sonra “Bu trajediye çok zor dayandım. Sancılıydı. Kısaydı ama zordu. Her şey olabilirdi. Nazım’ın kalbi kötüydü. O haliyle Vera’yla kaçmıştı. Kaçtıkları yerdeki tanıdığım doktoru aradım. Nazım’a göz kulak olmasını istedim. Nazım’a arabasıyla, şoförünü gönderdim. Bol bol portakal yolladım. Bir de aldığım kazağı gönderdim” diyerek, terk edilmesine rağmen Nazım’ı ne kadar çok sevdiğini belli ediyordu.

Nazım Galina’ya yazdığı ayrılık mektubu ise şöyleydi;

“Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım Memet’im, Münevver’im, Galyam! bunu yapıyorsam başka bir şey yapamadığım içindir ve eğer ben senin yüreğinde ve kafanda her şeyden önce senin yoldaşın, arkadaşın, seninle ortak dertleri paylaşan ağabeyinsem, sen, kadınlık gururunu çiğneyen bu acı karşısında ayakta durabilir ve büyük dostluğumuzu çiğnemezsin. (…)

Senden son bir ricam var, beni affet! Yüzyüze konuşup konuşmamaya karar veremedim. (…) Senden bir erkek olarak ayrılıyorum ama bir dost olarak sen istesen de istemesen de yanındayım. (…) Hiç kimseye kızma. Kimse aklımı çelmedi. bir kez daha tekrarlıyorum, yapabileceğim başka bir şey yoktu. İki aylığına Ortaasya’ya gideceğim. İki ay sonra öfken yatışmış olur da beni görmek istersen gelirim. (…) Dedikodular olacak, bu duruma sevinecek insanlar çıkacaktır. Sana soru soran herkese, “nazım benim yakın dostumdur ve öyle kalacak” de. Biricik anam, bacım, memo’m, güllü hanım, adil giray, ölene kadar senin baban, yoldaşın, ağbeyin, dostun, en yakının olarak kalacağım. Mübarek ellerinden öperim.

Senin, Nazım Hikmet”

Galina hiç evlenmedi. Hayatı boyunca Nazım’ı sevdi. Türkiye ile tek bağlantısı olan Dursun Özden, Galina’nın 17 Şubat 2014’te “Beni Nazım çağırdı. Ben gidiyorum…” diyerek Votkinsk’de yaşama veda ettiğini bildirdi.

****

 Nazım, doktora sorar, “aşık olursam ne kadar yaşarım?” Doktor da “en fazla iki bilemedin üç yıl, sakin bir yaşam sürmen halinde de on yıl yaşarsın” der. Nitekim Vera’ya aşık olur ve üç yıl sonra da kalbine yenik düşer.

****

  Yahya Kemal, Heybeliada’daki Bahriye okulundan öğrencisi olan N.Hikmet’e “Türkçe ve şiir” öğretmek amacıyla, Nişantaşı’ndaki evlerine gidip gelmektedir. Yahya Kemal, Nazım’ın kuzeni Oktay Rifat ve arkadaşları Necip Fazıl’a da şiir dersleri vermektedir. Bu gidip gelmeler sonucunda, Nazım’ın annesi ressam Celile hanımla, Yahya Kemal arasında büyük bir aşk filizlenir. Bu aşktan N.Hikmet’in de haberi olur ve çok rahatsızdır. Yahya Kemal birgün evlerine geldiğinde, paltosunun cebine şöyle bir not yazıp koyar:

 “Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz…”

 Belki Nazım’ın tepkisindendir bilinmez, bu aşk evlilikle sonuçlanmaz. Hatta rivayet odur ki, Nazım’ın Yahya Kemal’i Galataray Lisesi önünde, elinde silahla kovaladığı söylenir.   Yıllar sonra Yahya Kemal, yaşlanmış ve gözlerini kaybetmiş Celile hanımı, Galata Köprüsü üzerinde, hapiste olan Nazım için açlık grevi yaparken görür fakat yanına gitmez ve Nazım’ın özgürlüğü için de imza vermez.

 Yahya Kemal o ünlü şiiri, “Sessiz Gemi”yi ise sevgilisi Celile hanım için yazmıştır.

   AĞRI DAĞI VE AY YILDIZ

 Batılı bir diplomat, Ermeni meslektaşına sorar, “Ağrı dağı sizin olmadığı halde neden bayrağınızda kullanıyorsunuz?”

 O da “ayla yıldız da Türklerin değil ama onlarda kendi bayraklarında kullanıyor” der.

   YAŞLI ADAM VE PADİŞAH

  Osmanlının sürekli savaşa girmesi nedeniyle son oğlunu da şehit veren baba:

  “Padişaha söyleyin son çocuk da gitti, ben de yaşlandım, artık bana güvenerek sağa sola savaş açmasın” der.

  HARİCİYE NAZIRI VE KRALİÇE

  Osmanlı sürekli gerilemekte, sahip olduğu toprakları bir bir kaybetmektedir. İngiltere’de kraliçe ile görüşen hariciye nazırı sorar:

 “Birliğinizi siz nasıl sağlıyorsunuz” diye, o da:

 “Biz, hiçbir yere sizin gibi merkezden atama yapmıyoruz. Her yere kendi halkının taktirini kazanmış, ehliyet ve liyakat sahibi olanları atıyoruz. Böylece isyanların da önüne geçmiş oluyoruz” der.

  MEHMET AKİF, PALTO ve SAİD-İ NURSİ

 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden hemen sonra Mustafa Kemal’in çağrısıyla Ankara’ya geçer ve 1920 Mayıs’ında da Burdur milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’ne girer. Meclisin görevlendirmesiyle, Kastamonu başta olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinde camilerde vaaz ederek, halkı bağımsızlık için direnişe davet etmiştir. Vaazları, “Sebilürreşad” ve “Hakimiyeti Milliye” gibi yayın organlarında basılıp elden ele dolaştırılmıştır.

 Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde yazdığı “İstiklal Marşı”, 12 Mart 1921’de TBMM’de büyük bir coşkuyla okunarak, milli marş olarak kabul edilmiştir. “O benim değil, milletimindir” diyerek “Safahat”a almadığı İstiklal Marşı için kendisine verilen 500 Lirayı da Darül Mesa’i adlı bir hayır kurumuna bağışlamıştır. Oysa ki, Dr. Şefik Kolaylı‘nın anlatımına göre, Akif tam da o günlerde paltosunu üşüyen birine verdiği için, ince bir pardösü giymektedir.

 Mehmet Akif, Atatürk’ün yanında milli harekete katılarak Ankara’da Taceddin Dergahı‘nda mütevazı bir evde paltosuz yaşarken, Said-i Nursi İstanbul’daki refahını, rahatını bırakmayarak Dar-ül Hikmet-il İslamiyye’deki “maaşlı” görevine devam etmiş, Çamlıca’da Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde oturarak hayatını sürdürmüştür.

 M.Akif, yeni Türk devletinde devrimler başladığı zaman, Mısır’a gitmiş ve 11 yıl kalmıştır. Hastalanıp (siroz olmuştur) Türkiye’ye döndüğünde, “Mısır’da 11 yıl kaldım fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin” der.

   MEHMET AKİF’İN OĞLU

 Çetin Altan’ın anlatımıyla bir gün gazeteye, Mehmet Akif’in oğlu olduğunu ve şu anda maddi olarak çok sıkıntıda olduğunu söyleyen biri gelir. Bunun üzerine bir miktar para verirler ve biraz sohbetten sonra da çıkıp gider. Bu olaydan bir müddet sonra gazetenin birinde bir haber çıkar:

“Milli marşımızın yazarı merhum Mehmet Akif’in oğlu Beşiktaş’ta bir çöplüğün kenarında ölü bulundu”.

   NEBBAŞ VE OĞLU

 Falanca yerin insanları, yakınlarına ait mezarların soyulup talan edilmesinin önüne, ne yaptılarsa geçememişler.

 Nihayet günün birinde, bizim nebbaş (mezar soyguncusu) ölmüş. Soygunlar tekrar etmeyince, millet de beddualar ederek rahat bir nefes almış.

 Gün gelmiş bizim nebbaşın oğlu büyümüş ve babasına lanet okuyanlara rahmet okutacağını söylemiş. Annesi de “bir nebbaşın ardından rahmet okunduğu nerde görülmüş ey oğul” demiş. Oğlu da “günü gelince görürsün” diyerek, başlamış babası gibi mezarları soymaya ancak soymakla kalmıyor bir de münasip yerlerine bir kazık çakıyormuş.

 Bunun üzerine yöre halkı, “eski nebbaştan Allah razı olsun, o hiç değilse böyle münasebetsizlik yapmıyordu” diyerek başlamış rahmet okumaya.

   TANRININ ADALET EVİ (OSCAR WILDE)

 Hayattayken her türlü günahı işlemiş olan birisi, tanrının huzuruna çıkar. Tanrı, “madem ki tüm günahları işledin, seni cehenneme gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cehenneme gönderemezsin, ben zaten bütün ömrümü orada geçirdim” der. Tanrının adalet evinde büyük bir sessizlik sonrası, “peki o zaman seni cennete gönderiyorum” der.

 Günahkar, “beni cennete de gönderemezsin, çünkü onu hiçbir zaman gözümün önüne getiremedim” der.

   SENECA’NIN ÖLÜMÜ

  Seneca, Germanicus’un kızıyla zina yaptığı iftirasıyla, imparator Clodius tarafından Korsika’ya sürgüne gönderilir. İmparatorun bağışlaması için dalkavukça ve yalvaran pek çok mektup yazar. Nihayet beş yıl sonra (M.S.47)  imparotoriçe Agripine tarafından affedilerek, Roma’ya çağrılır ve oğlu Neron’un eğitimi için görevlendirilir.

 Neron imparator olduğunda, kendisi de başbakan olur. Neron’un önce babasını öldürmesinin önüne geçemediği daha sonra da annesi Agripine’i öldürmesinin haklılığını, senatoya karşı savunan bir söylevi nedeniyle, bir zamanlar kendisini koruyan Agripine’i öldürtmekle suçlanarak, halkın da kin ve nefretini üzerine çeker.

 Bu arada bir filozof olarak kendisi de çok zengin olan Seneca, Büyük Britanya’nın bir bölgesinde kraliçe olan Boadicca’ya yüksek faizle yüklü miktarda borç verir. Kraliçe borcunu ödeyemeyince Roma’ya başkaldırır. Sonuçta yenilir ve kendi canına kıyar.

 Bu olay neticesinde Neron, hocası Senaca’nın kendi damarlarını keserek canına  kıymasına hükmeder. Vasiyetini yazmasına bile izin verilmez. Seneca’nın tüm çabalarına karşın, karısı da aynı şekilde kendini öldürmeye kalkar. Kendisi yaşlı ve zayıf olduğundan, kanının yavaş akması nedeniyle zehir de içer ancak yine ölmeyince, kendi isteğiyle sıcak banyoya götürülür ve orada sıcak buharla boğularak ölür. Karısı, Neron’un emriyle tedavi edilerek kurtarılır fakat çok sürmez iki yıl sonra ölür. Seneca öldüğünde 64 yaşındadır.

  BU AKŞAM GÜN BATARKEN GEL

 Ahmet Rasim, bazen bir yerlere takılıp eve ya çok geç gelir ya da bir kaç gün gelmediği olurmuş. Eşi de munis bir hanımefendidir. Olumsuz hiç birşey söylemediği gibi aynı ilgiyle karşılarmış.

 A.Rasim, akşam olunca tekrar sıkılır ve “ben çıkıyorum hanım” dermiş. Her zamankinden farklı olarak, bu kez eşi alçak sesle, “bu akşam geç kalma erken gel” der. Bu sözler içine işler ve meyhaneye gidene kadar da mırıldanıp durur. Meyhanede bestekar Tatyos Efendi ile karşılaşır, durumu anlatırken de “bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel” şarkısının güftesini yazar. Tatyos efendi de hemen orada besteler.

  MAZHAR OSMAN VE DELİLİK

 Birgün Mazhar Osman’a, “hocam sizin için ‘deli’ diyorlar, ne diyorsunuz?” diye sormuşlar. O da, “onların benim için ne dediği hiç önemli değil, yeter ki, aynı şeyi onlar için ben söylemeyeyim” demiş.

 DENİZ YILDIZI VE GENÇ ADAM

  Okyanusun çekilmesiyle, sahile vuran deniz yıldızlarını teker teker denize atan genç adama, yaşlı adam sorar; “sahil tamamen deniz yıldızı dolu, hepsini kurtaramayacağına göre neyi değiştireceksin ki?”

 Genç adam, bir deniz yıldızı daha alıp denize atarak; “bak, onun için değişti” der.

***

..

 

                                                

KENT SOSYOLOJİSİ -3 (CİHAD ÖZÖNDER)

Perşembe, Kasım 5th, 2009

 

 Avrupa Endüstri Devrimi Öncesinde Dünyada Şehir ve Şehirleşme:

 

 Avrupa endüstri devrimi öncesinde çevre ve teknolojik faktörler şehir olgusu üzerindeki etkilerini sürdürmüştür. Bu dönemde ev ve binaların inşasında kullanılan tekniklerde ve malzemede büyük ilerlemeler görüldü. Ahşap işlemeciliği, dokumacılık, çanak-çömlek işçiliği, sulama sistemleri, ulaşım usulleri, ağırlık-uzunluk ölçüleri, süsleme sanatları ve diğer birçok sahada benzeri ve yığılmalı bir gelişme ve ilerleme görüldü.

 Bu teknolojik ilerlemeler şehirlerin gelişmesinde de son derece olumlu katkılar meydana getirdiler. Fakat çevre faktörleri, endüstri devrimine kadar önemini kaybetmedi. Teknoloji, bu döneme kadar çok sınırlıydı ve insanın teknoloji yoluyla doğaya, çevresine hakimiyeti nispeten azdı.

 Endüstri öncesi şehirler, ulaşım ve tarım açısından elverişli olmayan bölgelerde de kurulmakla birlikte buralarda gelişemiyordu. Mesela, eski Yunan şehirleri tarım ve gemicilik teknikleri gelişinceye, teknikleri geliştirerek üretim arttırılıncaya kadar tam anlamıyla şehir fonksiyonlarına sahip olamamışlardır.

 Endüstri öncesi şehirlerde, demografik açıdan nüfus yoğunluğu olarak büyük bir öneme sahip değildi. Şehirleşmenin görüldüğü ülkelerde şehirli nüfusu, toplam ülke nüfusunun ancak  % 10 kdarını barındırmakta idi. Çoğunlukla bu oran % 5 civarındaydı. Endüstri devrimi öncesi dönemde dönemde yüzbinden fazla nüfusu barındıran şehirler çok azdı. M.S. 2. Yüzyılda Roma, Konstantinopolis, M.S. 1000 yıllarında Japonya’da Edo (Tokyo), Kyoto, Osaka gibi şehirler 100.000’in üzerinde hatta bazı durumlarda milyonu bulan nüfuslara sahip şehirlerdi. Bunların dışında büyük çoğunluk 5 ila 10.000 nüfusu ancak bulabiliyordu.

 Eski Yunan şehir devletleri arsında Atina M.Ö. 500 yıllarında 150.000 nüfusa sahipti. Bunun yanı sıra Isparta, Korent, Milet şehirleri de oldukça kalabalık şehirlerdi. Eski dünyada en kalabalık şehir ise Roma oldu. İmparatorluğun en kuvvetli dönemlerinde nüfusunun 250.000 ila 1.000.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu dönemde Roma, 52 millik kara yolunun merkezi durumundaydı. Bu gelişmeye bağlı olarak ticarette son derece canlıydı. İç çatışmalar ve dış baskılar sonucu imparatorluk çökünce Roma küçülerek 14.yüzyılda küçük bir kasabaya dönüştü.

 M.S. 330-1453 yılları arasında ise Doğu Roma imparatorluğunun merkezi olarak Konstantinopolis dünyanın en büyük şehri haline geldi. Bu arada 5. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Avrupa’da şehirlerin küçüldüğü, köyleştiği görülür. Roma’nın bıraktığı otorite ve organizasyon boşluğu nedeniyle Avrupa’da ticari ve kültürel hayatta bir çöküntü başlar. Karanlık çağ adı verilen dönem boyunca da ekonomik ve sosyal durgunluk devam eder.

 Ortaçağ Avrupasının siyasi yapısının karekteristiği de feodalizm temelinde belirginleşir. Bu dönemde, toprağa ve bölgeler halinde kendine yeterli olmaya doğru bir yönelme görülür. Bu şartlar, ihtisaslaşma ve ürün fazlasının merkezlerde toplanması ve buna bağlı olarak sermaye birikimi ile ters orantılı bir gelişmeyi doğurur.

 1069-1291 yılları arasındaki haçlı seferleri ticari hayata yeniden canlılık kazandırmaya başlar. Haçlı ordularının yiyecek, giyecek, barınak ihtiyaçları yolları üzerindeki bazı yerleri canlandırır. Ayrıca haçlı seferleri sonunda yeni buluşlar, ihtiyaçlar ve fikirler Avrupa sosyal yapısını hareketlendirir.

 11. yüzyılın başlarında Akdeniz çevresindeki bazı şehirlerde ticaretin canlanmasına paralel bir gelişme görülür. İtalya’daki Floransa, Venedik, Cenova ve Piza bu ortamdan ilk etkilenen şehirlerdir. Avrupanın kuzey bölgeleri ve Baltık kıyıları dabu gelişmeye katılır. Orta Avrupa şehirleri nispeten yavaş olmakla beraber gelişmeye başlar.

 Tüccarlar bu değişmede sosyal tabakalar içinde daha üst seviyelere yerleşmeye başlarlar. Bu bütün şehir yapıları için bir yeniliktir. Daha önceki dönemlerde şehirleşme büyük ölçüde aile ve akrabalık, siyasi teşkilatlanma, din, eğitim, haberleşme faktörleri tarafından belirlenen bir sosyal tabakalaşma sistemine bağlıydı. Seçkinlerin ticaret veya işçilik gibi ekonomik faaliyetler içinde yer almaları düşünülemezdi. Seçkinler daha çok siyasi ve dini sahalara hakimiyet peşindeydiler. Endüstri öncesi şehirler, katı gelenekler tarafından sıkıca belirlenmiş, ekonomik üretime yönelmemiş bir sosyal yapıya sahipti. Siyasi ve dini sistemler statik ve geleneklerin muhafazasına yönelmiş durumdaydı. Siyasi davranış, aile ve statü tarafında etkilenen bir hiyerarşiye bağlıydı.

 

 Avrupa Endüstri Devrimi ve Şehirleşme:

 

 Takriben 200 yıl kadar önce başlayan ve gelişen endüstri devrimi, bütün sosyal yapılarda olduğu gibi şehir sosyal yapısında da çok köklü değişmeler meydana getirmiştir. Şehirleşme olgusunu bu bu devrime bağlayan ve bu noktadan başlatan sosyologların sayısı bir hayli fazladır.

 Endüstri devriminin getirdiği en büyük yenilik, hayvan ve insan gücünün yerine ilk defa olarak diğer enerji kaynaklarının bulunuşu ve üretime aktarılışıdır. Buhar gücü ilk enerji kaynağı olmuş, bunu elektrik, petrol, doğal gaz ve nihayet atom gücü takip etmiştir.

 Yine ilk olarak alet yerine, makineler kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Teknolojik ilerlemeler, sosyal yapıya da tesir etmiş, sosyal yapıyı geniş ölçüde değiştirmiş ve bu iki faktör, dönüşümlü olarak birbirlerini etkileyerek yığılmalı bir gelişmeyi ortaya koymuştur.

 Endüstri teknolosinin gelişmesi ile insanların doğal çevreye bağımlılıkları da giderek azalmaya başlamıştır. Son zamanlarda, kutuplara yaklaşan yerleşme bölgeleri bu teknolojik gelişmenin bir sonucudur. Bu durumun örneklerini çoğaltmak mümkündür. Bununla birlikte çevre faktörleri, bütün teknolojik gelişmelere rağmen tam anlamıyla bertaraf edilememiştir.

 Bugünün endüstrileşmiş, şehirleşmiş milletleri dahi büyük ölçüde çevre şartlarına bağımlıdır. En azından, doğal kaynaklara olan ihtiyaç halen devam etmektedir.      

 Bu durumun tersi de mümkündür. Doğal kaynaklara sahip birçok topluluk, henüz endüstri çağına giremediği gibi şehirleşmelerinin temelinde de ileri teknolojiye sahip olmak faktörü bulunmaktadır.

 Sanayileşmiş ülkelerin dahi coğrafi şartlara olan bağımlılığına tipik bir örneği, uçak sanayinin özel bir durumu gösterilebilir. Bütün bir yıl boyunca, denemelerin kesintisiz yapılmasını öngören uçak sanayi, Amerika’da 1958 yılında 839.000 kişiyi istihdam etmiştir. Bu nüfus California’daki şehirleşmeyi hızlandırmıştır. Aynı yılda bütün Amerika’da, motorlu taşıt sanayinde 593.000, demir-çelik fabrikalarında 519.000 kişinin çalıştığı göz önünde bulundurulursa durum daha iyi anlaşılır.

 Bugün dahi dünyada mevcut 100.000 ve daha fazla nüfuslu şehirlerin % 80’inin ılık iklim kuşağında bulunması bu durumu daha iyi anlaşılır kılar.

 Şehirleşme olgusunu, teknolojik buluş ve icatların hızlandırdığına daha önce de değinmiştik. Teknolojinin kitle üretimine dönmesi, insan ve hayvan gücünün dışında, enerji kaynaklarının kullanılır olması sonucunda meydana gelen ve gelişen fabrika sistemi daha önceki dönemlerde kıyaslanamayacak kadar nüfus hareketlerine yol açmıştır.

 Ulaşım olanaklarının sınırlı olması, fabrikaların çevresine büyük nüfusların göç etmesine ve yerleşmelerine yol açmış, bu olgu da büyük nüfuslu yeni bir takım sosyal problemleri beraberinde getirmiştir.

 Endüstrileşme, fabrika çevresine çektiği büyük nüfusların yeni ihtiyaç ve taleplerine de cevap vermek üzere giderek hızlanan bir üretimi gerçekleştirmek zorunda kalmıştır. Bu iki olgu, karşılıklı olarak birbirini etkileyerek şehir adını verdiğimiz karmaşık sosyal yapının hızla gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamıştır.

 İlk şehirlerin fabrika sistemleri etrafında ortaya çıkması, insan sağlığına aykırı şartların da, çok dar alanlarda bir bakıma üst üste yaşamak zorunda olan insanların, fiziksel ihtiyaçlarının iyileştirilmesinin – en azından üretim artışı açısından- üstelik bu insanların da bir piyasa oluşturması, şehirlerin karşılaştığı ilk sosyal problemler olmuştur.

 Sanayideki ilerlemeye paralel işgücüne olan ihtiyacın daha da artması, tarım alanındaki nüfusun çoğunun sanayi kesimine aktarılmasını gerektirmiştir. Artan nüfusun, beslenme ihtiyacının giderilmesi için de tarımda makineleşmeye gidilmesi, şehirleşme sürecini hızlandırmıştır.

 Bu olguya en çarpıcı örnekeri ABD’nin şehirleşmesinde görüyoruz. 1750’lerde ABD’deki işgücünün % 85-90 kadarı tarım alanındayken bu oran; 1805’te  %  80’e, 1830’da  % 70’e, 1870’te  % 13’e, 1960’ta ise  % 3’e düşmüştür.

 Çevre ve teknoloji şartlarındaki değişmeye paralel ve iç içe Batı toplumlarında sosyal yapı değişmesi de son derece hızlı bir süreç haline gelmiştir. Şehirleşme feodal sistemin çökmesine, yeni siyasi görüşlerin ortaya çıkmasına, tabakalaşmış bir sosyal yapıya ve millet kavramının önem kazanmasına yol açmıştır. Daha önceki dönemde başlayan, hristiyanlığın reformu hareketleri de sosyal değerlerde dünyevileşmeye ağırlık kazandırmış, bu durumda dönüşümlü olarak sanatın, edebiyatın yanı sıra bilimsel çalışmaların, araştırmaların gelişmesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Protestan ahlakının getirdiği bakış açısı, kâr, başarı, ekonomik refah gibi kavramları günah olmaktan kurtarmış, ortak sosyal değerler arasına sokmuştur. Çalışma ahlakı bir değer olarak kabul edilmiş ve yaygınlaşmıştır. Kapitalist iktisadi sistem, bu temeller üzerinde gelişmiş ve sosyal yapının da bu esasta yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Kapitalizmin şekillenmesi döneminin hemen arkasından kaçınılmaz olarak sömürgecilik gelişmiştir. Bu durum da şehirleşme olgusuna, iki temel yönden etki etmeye başlamıştır:

 Sömürgecilik yoluyla, Avrupa’ya olan hammadde akışı, sanayileşme ve şehirleşmeyi hızlandırırken, dünyanın geri kalmış bölgelerinde de sömürgeciliğn hizmetinde bir şehirleşme ve ticaret merkezlerinde nüfus yığılmaları görülmüştür.

 

Avrupa dışındaki bölgelerde, şehirleşme olgusuna etki eden faktörlerin teknoloji ve çevre ile doğrudan ilgisi olmayan sosyal içerikleri hakkında hakında, PHİLİP HAUSER tarafından yapılmış olan araştırma sonuçları:

 

1-Bu bölgelerde geleneğe bağlı değerler sisteminin temelinde maddi güdülerden ziyade ve ağırlıklı bir şekilde manevi değerler hakimdir. Bu değerler, maddi kazanç, kâr gibi güdülerle çatışmaktadır.

 2-Gelişmiş ya da az gelişmiş bölgelerde sosyal tabakalaşma başlıca iki kesime ayrılmaktadır ki bunlar; seçkin-idareci sınıf ve alt tabakadan ibarettir. Bu sosyal yapılarda orta sınıf gelişmemiştir. Eğitim, sadece seçkinlerin imtiyazındadır.

 3-Bu bölgelerde yaşa bağlı bir sosyal statü sıralaması hakimdir. Yaşlılar her sahada öncelik sahibidir. Ve bu durum, insan gücünün verimli kullanılışını engelleyici bir faktördür.

 4-Gelişmemiş bölgelerdeki sosyal faktörlerden biri de, bilim dışı zihniyetin ekonomik gelişmeyi engellemesidir. Astroloji, sihir, büyü, fal gibi akılcı olmayan inançların ekonomik faaliyetleri sık sık engellediği, gelişmeyi yavaşlattığı görülmüştür.

 5-Bu bölgelerde görülen bir özel halde, değerlerin dağılması veya kaybolması, sosyal bağların sanayiye yönelecek şekilde değişmemesi noktasında toplanmaktadır. Bu bölge fertleri; kendi varlıkları, aileleri ve bölgeleri dışındaki gelişmeleri algılayabilecek bir görüş ve derinliğe sahip olmamaktadırlar.

 Bu durumda, sanayi toplumunun ön şartı olan; belli ortak hedeflere toplu bir şekilde ve uyum içinde yönelmeyi engelleyerek, sanayi toplumunun gereği olan çalışma disiplininin ve koordinasyonunun gelişmemesine yol açmaktadır.

 Şehirlerin sosyal faktörleri göz önünde bulundurulduğunda ‘modernleşme’ kavramı da önem kazanmaktadır.

 Modernleşme ve şehirleşme kavramları bir bakıma birbirleriyle iç içe bulunan kavramlar gibi görülmektedir. Modern toplumlarda, şehirleşme ile doğrudan ilgili bazı eğilimler şunlardır:

 Nüfusa göre okur-yazar oranının yüksekliği, radyo,T.V., sinema, gazete, dergi gibi kitle haberleşme araçlarının yaygın bir şekilde kullanılışı, toplumun ortak meselelerinde kamuoyunun hassas oluşu ve bu faktörün idareciler tarafından her zaman dikkatle takip edilişi ve siyasi bilinçlenmenin yüksek oranda oluşu sosyal faktörlerle şehirleşme özelliği azgelişmiş ülkelerde çok daha önem kazanmakta ve bu ülkelerde şehirleşmenin geleceği hakkında tahminlerde bulunabilmek zorlaşmaktadır. Bununla birlikte, şehirleşme olgusunun bütün ülkelerde değişmeyen tek özelliğinin; ‘sosyal değişme’ olgusuyla ilişkili olduğu hususudur.

 Şehirleşme olgusu ile sosyal yapı arasındaki etkileşmenin meydana getirdiği farklılaşmayı da tarihi derinlik faktörünün yardımı ile inceleyebilir ve şehirlerin belli başlı seviyelerini tespit edebiliriz. Bu şehirleşme seviyelerini incelemeden önce, şehir tanımının hangi ölçülere göre yapıldığını kısaca belirlemek faydalı olacaktır.

 Şehir tanımı yapılırken genellikle üç ölçü esas alınmaktadır:

 Birincisi, nüfusu esas alan tanımdır. İkinci ölçü, idari ve hukuki belirlemeleri esas alır. Üçüncü ölçü ise yukardaki esasların birlikte ele alınmasına bağlıdır. Nüfus ve idari özelliklerin yanı sıra tarımla uğraşan nüfusun oranı da belirleyici ölçü olarak kabul edilmektedir. Sosyologlar ise yukardaki ölçüleri de göz önünde bulundurmakla beraber genellikle 100.000 ve daha fazla nüfusu barındıran yerleşmeleri şehir olarak kabul ederler.

 Bu sosyolojik esasa bağlı olarak dünyada mevcut şehirleşme safhaları da belli başlı üç grupta toplanmaktadır. Bunlar sırasıyla şunlardır:

 1-Yoğun şehirleşme bölgeleri; bu bölgelerde yüzbinden daha fazla nüfuslu yerleşmelerin genel nüfusa oranı  % 20’den fazladır. Bu bölgelerde çok yüksek derecede kültürel ve iktisadi çeşitlilik görülür. Sosyal yapı en karmaşık hali almıştır. Teknolojik buluşlar, çok kısa zamanda yayılır. Değişme olgusu, en büyük hıza bu bölgelerde erişir.

Bu bölgeler kuruluşlarından getirdikleri özelliklere göre 3alt gruba ayrılırlar:

a)Sanayi, şehirleşme esasında kurulmuş bölgeler; bu bölgelerin en büyük özelliği sanayi devriminin ilk olarak görüldüğü bölgeler olmalarıdır.

 Sosyal yapı, endüstrinin getirdiği şartlara göre gelişmiş dengeli bir uyum, zaman içinde sağlanmıştır. Aile, idare, din ve eğitim kurumları yeni şartlara göre düzenlenmiştir. İngiltere, Kuzeybatı Avrupa, Anglo-Sakson sömürgeleri olan ABD, Avusturalya, Yeni Zellanda ve Kanada bu gruba girerler.

 Bu ülkelerin toplam nüfuslarının üçte biri, 100.000 ve daha kalabalık şehirlerde yaşamaktadır.

b)Yeni sanayileşmiş bölgeler; bu bölgelerde sanayileşme 20. yüzyılın başlarında başlamış olmakla birlikte kısa zamanda gerçekleşmiştir. Bu gruba giren ülkeler güney ve doğu Avrupa ülkeleri, Rusya ve Japonya gibi ülkelerdir.

c)Sanayi dışı aşırı şehirleşme bölgeleri; bu bölge veya ülkeler, sanayi ve iktisadi yapı bakımından az gelişmişler grubuna girmekle beraber toplam nüfuslarının % 30’una varan kesimi 100.000 ve daha fazla nüfuslu yerleşmelerde toplanmıştır. Arjantin, Venezuela, Uruguay gibi güney Amerika ülkeleri bu gruba girmektedir. Doğum artış hızı, bu bölgelerdeki yoğun şehirleşmenin temel faktörüdür. Dış göçler de bu olguyu başlangıçta etkilemiştir. Meksika, Mısır, Suriye, Küba, Kore gibi ülkeler bu gruba girer.

 Aşırı şehirleşme kavramını belirlemek için elimizde iki ölçü bulunmaktadır. Bunlar toplam nüfusun yüzbin ve daha kalabalık yerleşmelere oranı ve tarım alanında çalışan nüfusun oranıdır.

 Mesela Mısır’da 1958 sayımına göre toplam nüfusun % 22’si yüzbinden kalabalık yerleşmelerde yaşarken % 56 lık bir işgücü, tarım alanında çalışmaktaydı. Diğer taraftan Mısır’ın orta sınıf mesleklerinde esnaf, memur gibi çalışanların oranı % 6’yı geçmezken bu oran Batılı şehirlerde üçte ikiye kadar çıkabilmektedir.

2-İkinci kademe şehirleşme bölgeleri; yüzbin ve daha fazla nüfuslu yerleşmelerin, toplam nüfusa oranının % 10-20 arasında olan bölgeler bu gruba girmektedir. Bu gruba dahil ülkelerde sanayileşme daha düşük seviyede bulunmaktadır. Türkiye, İran, Irak güneydoğu Asya ülkelerinin bir kısmı bu gruba girmektedir.

3-Üçüncü kademe şehirleşme bölgeleri; yüzbin ve daha kalabalık olan şehirler ölçütüne göre % 10’undan daha düşük seviyede şehirleşmiş ülkeler bu gruba girmektedir. Afrikanın büyük kısmıyla Arnavutluk, ve Pakistan bu gruba girmektedir

 Teknoloji transfer hızına bağlı olarak, bu sınıflamanın değişmesi her zaman için sözkonusudur.

TÜRK KAMU HAYATINDA FELSEFE -2

Pazartesi, Eylül 7th, 2009

 

 TANZİMAT DÖNEMİ ve DÜŞÜNCE AKIMLARI:

 

 Kapütülasyonların verilmesindeki amaçlar:

 İlk kapütülasyonların verilmesi, “adalet mülkün temelidir” fikrine dayanmaktadır. Fatih bu nedenle, tüm azınlıklara hümanist haklar tanımıştır. Yani din, dil, örf-adet gibi haklarına dokunmamıştır. Fatih, kendi imparatorluğu içinde azınlıklara tanıdığı hakların/kapütülasyonların 1740 kapütülasyonları boyutuna erişebileceğini tahmin edememiştir.

 Kanuni’nin Fransızlara verdiği kapütülasyonlar, yukardaki sebebten ve Batıda güçlenen Fransa’yı kendine dost edinmek ve Avrupadaki Roma imparatorluğu kalıntılarını parçalamak için verilmiştir.

 Kanuni ve 15. Lui’nin ölümünden sonra bu kapütülasyonların süresiz olarak verilmesi, Osmanlının istediği zaman bu kapütülasyonları kaldırabileceğini sanırken kendi kendine zorunlu hale getirmiştir. Sonrasında bu kapütülasyonların İngilizlere ve Hollandalılara da verilmesi, bu ülkelerin gemilerinin Osmanlı sularında vergi ödemeden serbestçe dolaşmaları ve istedikleri gibi bir pazara sahip olmalarını olanaklı kılmıştır.

 Yabancı sermayenin Osmanlı imparatorluğuna girmesi, azınlıkların imtiyazları artırılarak hem içten hem dıştan korunmasıyla, ticaret gayri Müslimlerin eline geçmiş, Türkler fakirleşmiştir.

 Fransa’nın Mısır’daki hakları meşrulaştırılmıştır.

 Tanzimat dönemine işte bu şekilde, verilen kapütülasyonların ağırlığı altında, kendini tasfiye edecek şekilde girmiştir. Dış borçlar ödenemeyecek denli artmıştır.

 Tanzimat döneminde gerilemenin sebebleri araştırılmış ve görülmüş ki, Osmanlı son zamanlarda her girdiği savaştan yenik çıkmış. Gerilemenin sebebi, ordunu bozulmasındandır denilmiş ve Batıdan adam getirilerek ordunun ıslah edilmesine çalışılmıştır. Batılılaşma da böylece başlamıştır. Ancak bu sadece askeri planda kaldığından sonuç da verimsiz olmuştur.

 Tanzimat fermanıyla azınlıklara tanınan hakların artırılması ile Batılı devletlerin güveni kazanılmak istenirken durum daha da kötü olmuştur.

 Lale devrinde ise, imparatorluğun ileri gelenleri zevke sefaya dalmışlardır. Diğer yanda ise halk, başıboş, aç ve sefil bir durumdadır. Bu durum, Kabakçı Mustafa ve Patrona Halil isyanlarına yol açmıştır.

 Ayrıca bu dönem kendine zıt olarak bazı yenileşme hareketlerini de beraberinde getirmiştir. Örneğin matbaa, bu dönemde girmiştir.

 Islahat hareketleri III. Selim ve II. Mahmut döneminde önemle ele alınmış, Batının çağdaş denilen kurumları başta askeri olmak üzere ve birkaç alanda da bu kurumlar aynen alınmıştır.

 Ancak Batının tekniği çoğu kez, ‘gavur icadı’ denilerek benimsenmemiştir.

 Sonunda padişah ve vezirlerin öldürülmesine kadar gidilmiştir.

 Osmanlı bu durumdayken, Batı tam aksine çok büyük ilerlemeler katetmiştir. Özellikle Galile, Kopernic, Newton gibi düşünür ve bilim adamlarının buluşları, coğrafi keşifler ve Rönesansla birlikte; bilimde, teknikte çok büyük ilerlemeler sağlamışlardır.

 

 Tanzimat dönemi düşünce akımları:

 

 ØTanzimat döneminin tipik özelliği; ‘ikilik’lerdir.

 -Şer’i mahkemeler ve mecelle.

 -Mahalle mektebi – ilkokul.

 -Medrese – ortaokul / lise.

 -Alaturka müzik – alafranga müzik.

 Batıdan alınan kurumlarla yerli kurumlar karşı karşıya gelir. Halen de aynı çelişkiler devam etmektedir.

 Tanzimat dönemi ruhsal kaypaklığımızın pekiştirilmesidir.

 Øİkincisi, odevrin yazarlarında, edebiyatçılarında bir ekol kimliği yok. Bir gün La Foten’i okuyor ve kendi eseri gibi adapte ederek çeviriyor. Yarın naturalist bir eseri okuyup, yine kendine adapte ederek çeviriyor. Kozmopolit bir edebiyat dünyası.

 ØIslahat fermanıyla azınlıklar yönetime alınmaya başlanmıştır. Hem bütün azınlıkları bir arada tutmak istiyor hem de özgürlükten bahsediyor. Bu dönemde Şinasi, milliyetçilikten sözetmeye başlamıştır.

 Øİdareci azınlıklar tarafından birçok para dışarı gitmiştir. Böylece devlet ekonomisi fakirleşmiş, dış borçlar artmıştır.

 ØMatbaa ortaya çıkmış ancak bilimsel ve felsefi eserler yerine daha çok dini eserler basılmıştır.

 ØSansür de yine bu dönemde ortaya çıkmıştır.

 ØKontür aydınlar, Jön Türkler de bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlk defa Jön Türkler hem Batılılaşmak istiyor hem de devleti eleştiriyorlar. Amaçları; mutlakiyeti, meşrutiyete çevirmek. Buna karşılık Osmanlı da Kanuni Esasiyi (1876) kabul etmekten başka bir şey yapmamıştır.

 Jön Türkler kendi aralarında dahi anlaşamazlar ancak Batıda bir düşünce akımı oluşturmaya çalışırlar. Jön Türkler içinde en aydını Ali Suavi’dir.

ØBütün bu keşmekeşliğe rağmen toplumda az da olsa bir aydınlanma başlar. Sanat ekolleri yerleşmeye başlar; “sanat, sanat içindir”, “sanat, halk içindir” gibi.

 Şinasi’ye göre akıl, fanatizmi ve cehaleti yenen tek silahtır. Akıl olmadan bu kötü durumdan kurtulamayız. Onda özgürlük fikri yoktur, olsa bile bugünkü anlamda değildir. Ayrıca onda rejim değiştirme fikri de yoktur. O sadece bir milliyetçidir.

 Oysa Suavi’de hem özgürlüklerden hem de rejim değiştirmeden sözeder. Bir başka düşünür Münif  Paşa’dır ki, ilk ansiklopedist eser yaklaşımını getiren kişidir.

 ØBu dönemde genelde aydınlar halktan kopmuştur ancak halkı aydınlatmak için uğraşan idealistler de yok değildir.

 ØCenevizlilerden gelen ve Pera hayatı yaşayan Levanten bir grup yanında “hem Batılılaşalım hem İslamlaşalım hem de Türkleşelim” diyen uzlaşmacı bir grup ortaya çıkar.

 ØBugünkü zıtlıklar Tanzimatın bir sonucudur. Tamamen kozmopolit bir durum. Batıya gitmiyorsun, Batıyı kendine olduğu gibi getiriyorsun.

 

  I. MEŞRUTİYET:

 

 I.Meşrutiyet 1876’da başlayıp aynı yıl bitmiştir.

 Bu dönemin özellikleri:

 Øİlk kez ‘anayasa’ kavramının gündenme gelmesi ve uygulanması (Kanuni Esasi).

 Øİlk kez meclis kavramının ortaya çıkması.

 ØBatı felsefesine uygun bir felsefenin adapte edilmeye çalışılması.

 Øİnsan ve değeri bu dönemde Batılı düşünürleri kendilerine adapte ederek ortaya konulmaya çalışılıyor.

 ØBu dönem bir geçiş dönemidir. II.Meşrutiyete zemin hazırlar.

 ØOsmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık bir tür yöntemdir. Amaç, batılılaşmaktır. Bunlar Batılılaşmayı sağlayacak olan yöntemlerdir.

 ØII.Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı daha fazla özgürlük isteyen Jön Türklerin çalışmaları çok yüzeysel kalmıştır.

 Meşrutiyetin büyük devlet adamlarından Mithat Paşanın amacı, Kanuni Esasinin kabul edilerek Meşrutiyetin ilan edilmesiydi. Abdülhamit bunları kabul ederek padişah olur ancak daha sonra gerekenleri yapmaz. Mithat Paşa da sadrazam olur. Fakat Kanuni Esasiye göre padişahın “tehlikeli gördüğü kişileri yurtdışına sürme yetkisi”ne dayanarak Mithat Paşayı sürgün eder.

 ØMeşrutiyet köklü bir girişim olmamasına karşılık ilk defa anayasa niteliğinde olan ‘Kanuni Esasi’nin kabulüyle bir dönüm noktası oluşturur.

 ØKöklü değişikliklerin olmayışı, kafaların berrak olmayışıdır. Maalesef hala da değildir.

 

 POZİTİVİZM:

 

 Pozitivizm bize iki şekilde gelmiştir:

 1-Birebir yani yorumsuz bol miktarda bozuk Fransızca çevirilerle.

 2-Bir kokteyl şeklindekişisel görüşmüş gibi sunularak. Ancak daha sonra anlaşılmıştır ki, bunların bir kısmı pozitivizm bir kısmı da materyalizm.

 Pozitivizm bizde ilk felsefe olduğundan moda haline gelmiştir. Ancak bu arada pozitivizm ile islamı birleştirememe endişesi de vardır.

 Türkiyedeki en büyük pozitivist Ahmet Şuayip’dir. Meşrutiyetten sonra A.Şuayip, M.Cavit ve Rıza Tevfik tarafından çıkarılan ‘Ulumu İktisadiye ve İçtimaiye’ dergisi Türkiye’de ilk kez denilebilecek felsefi bir hareket doğurmuştur.

 Tevfik Fikret’e göre, buhran ve bozukluğun nedeni; Batılılaşmanın köklü olmaması, samimiyetsiz, ikiyüzlü politikacılıktır.

 Mehmet Akif’e göre ise; inançlardan, geleneklerden uzaklaşma ve Batılılaşma hareketleri buhranı ve bozukluğu yaratmıştır.

 Buhranın nedenini iktisadi şartlara bağlayanlar ise, kurtuluşu toplumculukta aradılar.

 Ahmet Şuayip’e göre cemiyetin şartları, hayatın kanunlarına bağlıdır. Ona göre evren kuruluş halinde geniş bir cemiyettir. Öyleyse cemiyet ilmi bütün ilimlerin başı ve hepsinin özetidir. Ona göre siyasi kuvvet, toplumsal evrimin bir eseridir. Ve evrim, devrimden üstündür. Evrim; genel kural, devrimse, istisnadır.

Reform zamanında yapılmaz ise ihtilal kaçınılmaz olur.

 

 İlk önce Osmanlının gerileme sebeblerin araştıran Prens Sabahattin ise, Osmanlının bu buhran ve gerilemeden kurtulması için ‘ademi merkeziyetçilik’ teorisini öne sürer.

 “Eğer umumi hayatta, özel hayat düzeltmeleri hedef alınmazsa devlet kurumlarının neresini düzeltmeye kalkarsak kalkalım hiçbir sonuca ulaşamayız”.

 

 Asaf Nefi ise, toplumların tarihinde üç esasın egemenliğinde sözeder:

 1-Şahsı korumak, bütünü devam ettirmek.

 2-Daha iyi bir yer kazanmak için rekabet etmek.

 3-Başkalarından daha üstün ayrıcalıklar kazanmak için sınıf mücadelesi yapmak.

 Ona göre toplumsal sorunlar ezenler ile ezilenler arasındaki mücadele de toplanır.

 “Sorunları çözmek için insanların faziletli olmaları değil, fikirlerinin değişmesi gerekir”.

 

 Bedri Nuri, ilk kez sosyal bilimleri sınıflandıran ve ilk sosyolojik araştırmayı yapan kişidir.

 

 Batıdaki düşünürlerin bizdeki temsilcileri şöyle ifade edilebilir:

A.Comte àAhmet Rıza

Durkheim à Ziya Gökalp

Le Play, Demolins à Prens Sabahattin

Biyo-organikçi; F.Spinos à Ahmet Şuayip, Bedri Nuri

 

 Pozitivizm bize, felsefenin ne kadar sürdürülebileceğini göstermiştir.

 

 

 II.MEŞRUTİYET:

 

 Gerek I.Meşrutiyette olsun gerekse II. Meşrutiyette olsun amaç; devleti kurtarmak yani bir idari, siyasi sistem ortaya koymaktır. Ve bir pozitivist felsefe hakimdir.

 Bu dönemde düşünürler büyük bir okuma, düşünme döneminde olduklarından kafaları son derece karışıktır. Aynı düşünür birkaç görüşe birden girebiliyor. İktidara ve mevcut düşünceye muhalefet başlamış, tüm kirli çamaşırlar bir bir ortaya dökülmektedir.

 Emrullah Bey ve Mustafa Satı Bey arasında çatışmalar sürüp gider. Emrullah Bey, eğitimde reforma üniversitelerden başlayalım der, Mustafa Satı Bey ilkokuldan der.

 Bu dönemdeki felsefenin başlangıcı ahlakçılarla ortya çıkıyor. Ancak buradaki ahlak, etik anlamda değil, moral anlamdadır.

 Bu ahlak anlayışı; pozitivist, Levanten bir ahlak anlayışıdır. Bu moralizm, aydın geçinenlerin ahlakıdır.