Posts Tagged ‘monad’

SOSYOLOJİ TARİHİ-1

Pazar, Ekim 4th, 2009

 

 Sosyal düşüncenin tarihi, çok eskilere dayanmaktadır. İnsanı anlamak için sosyal hayata değinmek gerekir. İnsan, düşünme ve sosyal hayat kavramları arasında sıkı bir bağ kurmuştur. Sosyal sorunlarla ilgili olarak insanlar, binlerce yıldan beri bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir.

 Sosyal sorunlar bizim dışımızdadır. Biz istesek de istemesek de sosyal sorunların etkisi altında kalırız. Nerede insan varsa, orada sosyal hayat vardır. Sosyal hayat hakkında ileri sürülen fikirlere; ‘sosyal düşünce’ denir.

 Sosyal hayattaki sorunlar, hiç de kolay değildir. Birey olarak toplumda, kendi hayatımızı yaşarız. Her birey, aile içinde doğar ve sosyal hayata adımını orada atar. Her insanın sosyal hayat hakkındaki fikirleri, farkında olmadan bize de yerleşir. Örneğin; adetler, gelenekler, görenekler vs. Herkesin bir ana dili vardır, bazıları bunu daha iyi, bazıları da daha kötü konuşur. Dil, bireyin yaşadığı ortamla ilgilidir.

 Sosyal hayatı anlamak, nesneleri keşfetmek başka şey, sosyal hayatı yaşamak başka şeydir.

 Sosyal düşüncenin tarihi, insanın düşünce tarihi kadar eskidir. Felsefenin başlangıcından itibaren insanlar çeşitli sorular sormuşlardır. Bu düşünce ve fikirler sosyolojiyi başlatmışlardır.

 Bugünkü bilim, tümevarım yöntemini kullanırken, filozoflar tümdengelim yöntemini kullanmışlardır.

 Filozoflar, varolan şu alemi anlamaya çalışmışlardır. Kainatı anlamakta; tanrı, evren, insan başlıca sorunları olmuştur. Sonuçta filozoflar, insanla ilgili problemleri çözmek için sosyal hayatı da ele almışlardır.

 Filozofun, düşünce sisteminin başına koyduğu hakikatlerle, sonuna koyduğu hakikatlerin tutarlı olması gerekir.

 

 İlk prensipleràdüşünceleràson hakikatler

 —————-                          ————-}Filozofik sistem

    Temel                                     Sonuç

 

 Felsefe de bir devamlılık vardır. Ancak, bütün filozofların söyledikleri birbirinden farklıdır. Çünkü bütün filozoflar, aynı temellerden başlar, farklı hakikatlere varırlar.

 Leibniz’e göre her şey bir monad’dır. Her monadın dış aleme açılmış bir penceresi vardır. Her monad, penceresinden dış alemi seyreder. Yani insan, kendi görüş açısından dış alemi görmektedir.

 Böylece filozoflar da kendi pencerelerinden gördüğü ve doğru olarak kabul ettiği prensipleri, sistemlerinin başına yerleştirmiş, sonuç olarak gördükleri hakikatleri de kabul etmek zorunda kalmışlardır.

 Her felsefi sistemin bir başı ve sonu vardır. Bütün filozofların, sosyal hayat ile ilgili söylemiş oldukları da yine felsefi sisteme göre değerlendirilmek durumundadır.

 

 PLATON (M.Ö.427-347):

 

 Platon, sosyal düşüncesini ‘cumhuriyet’ üzerine kurmaya çalışırken, bugünkünden çok farklı bir devlet idaresi ileri sürmüştür. Onun felsefi sistemi, insanı oluşturan kavramlar üzerine oturmuştur. Bu kavramların başında da ‘erdem’ kavramını görmekteyiz. Platon erdemi, iyinin ve adaletin oluşturduğu bir muhtevaya oturtmak istemiştir.

 Ona göre iki alem vardır:

 1-Gerçek alem; idealar alemi.

 2-İçinde yaşadığımız; gölgeler alemi.

 Esas olan idedir. Fedakarlığın, iyiliğin ve şefkatin idesidir. Her şeyin bir idesi vardır. Mesela tüm güzellikler, güzel eserler, ‘güzellik ideası’nın bir tezahürüdür / yansımasıdır.

 Platon’a göre genel fikirlerimiz ve kavramlar, idelerin fikir dünyamızdaki izdüşümleridir. Gerçek varolanlar; idelerdir. Örneğin biz, hareketi idea olarak göremeyiz. Gördüğümüz, hareket eden tek tek nesnelerdir. Bu hareket eden şeyler, hareket idesinin birer izdüşümleridir.

 Platon’un, bu söylediklerini şematize edersek:

 


 Yaşadığımız alem:   Zihinsel alem:           İdealar alemi:

 -Gölgeler alemi        ‘Güzellik’kavramı    ‘Güzellik ideası’

 -Güzel davranış

 -Güzel eşya

 -Güzel insan

 

 Bu hakiki varlıklar, zihin alemimize kavramlar olarak tezahür ediyor. Biz yaşadığımız tüm olaylara buna göre ad takıyoruz.

 İdeler alemindeki güzel, ezeli ve ebedidir. Değişmez ve mutlaktır. Herkes için güzeldir.

 Platon, felsefi sistemi içinde insanın manevi değerlerini de temellendirmek istemiştir.

 Ona göre ‘erdem’, üç büyük insani yetenek; zeka, duyarlılık, irade ve bunların meydana getirdiği ‘adalet’le açıklanabilir. Kısaca erdem; adalettir.

 Adalet ise; zeka, duyarlılık ve iradeden meydana gelir. Erdemli insan; zekasını, duyarlılığını ve iradesini kullanan insandır. Zeka sahibi insan doğru düşündüğü sürece, erdemli ve adaletli olacaktır.

 İradenin erdemli ve adaletli hali; cesarettir. Duyarlılık ise, ölçülü olmayla anlam kazanır. Platon bu düşüncelerini, devlete uygular. Ona göre adil devlet için, insanları terbiye etmek şarttır. Terbiye, devlet tarafından gerçekleştirilir.

 Devlet, adaleti gerçekleştirmenin aracıdır.

 Platon, devleti üç tabakada düşünür:

 1-Zeka işleri – icra organları (yasama, yürütme, yargı); yöneticiler.

 2-İrade organları (askerler, muharip zümre); koruyucular.

 3-Tüccarlar, zanaatkarlar, esnaf ve çiftçiler; üreticiler.

 

 ARİSTOTELES :

 

 Platon’a nazaran daha gerçekçi bir filozoftur. Mümkün olduğu kadar araştırmalarında, deney ve gözlem metodunu kullanmıştır. Ortaçağda otorite olarak kabul edilen Aristoteles, gerek Batı düşüncesine gerekse İslam düşüncesine etkilemiş bir filozoftur.

 Klasik mantığın kurucusu kabul edilen Aristoteles, ‘Organon’ adlı eserinde, varlığa yüklenen yüklemin konularını, kategoriler adı altında toplamıştır.

 Kavramlar, tanım, tanım çeşitleri, hüküm, önermeler, kıyas ve kıyas çeşitleri konusunda bu eserinde yenilikler getirmiştir.

 Konuşma diliyle çok yakından ilgili olan, klasik mantık çalışmaları onun felsefi sistemini çok etkilemiştir.

 Platon’da eşyalar ile ideler arasındaki ilişkiler açık ve seçik olarak görülemiyordu. Aristoteles’e göre ideler olsa olsa eşyanın formu/şekli olabilir. Ona göre gerçekten varolan ne idedir ne maddedir ne de harekettir; bunların hepsidir.

 Varlık = cevher + ide + madde + harekettir.

 Ona göre varlık, somut gerçekliktir ve bir eserin meydana gelmesi için 4 şartın olması gerekir:

 1-Maddi sebebin olması; örneğin bir heykel yapmak için önce onun maddesinin yani mermerinin olması gerekir.

 2-Formel sebebin olması; zihinde ne olması gerektiğine dair bir tasarımının olması gerekir.

 3-Failin olması; eseri yapacak bir failin ya da bir enerjinin olması gerekir.

 4-O işin amacının olması lazım; o iş hangi amaç için yapılacak, bunun bilinmesi gerekiyor.

 

 Sekiz ciltten oluşan ‘Politika’ adlı eseri, sosyal düşüncenin gelişmesinde büyük etkisi olmuştur. Bu eser 158 şehir devletinin tümevarım tekniği ile incelenmesinden meydana gelmiştir. Aynı zamanda bu şehir devletlerini karşılaştırmalı olarak da incelemiştir. Politika devlet adamları için uzun süre bir klavuz olarak kalmıştır.

 Önce kısımlara sonra bütüne bakan Aristoteles’e göre her sosyal birimin bir gayesi vardır. Bu gaye iyiye ve faydaya yöneliktir yani muhakkak işe yarayan bir faaliyettir.

 Örneğin, Aristoteles’in aile hakkındaki görüşleri şöyledir:

 “Aile, insanın günlük ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuştur. Ailenin parçaları; bireyleridir. Aile; aralarında kan bağı bulunan fertlerle, kölelerden oluşur. Ona göre aile içinde üç çeşit ilişki vardır:

 1-Efendi-köle, 2-Karı-koca, 3-Baba ile çocuklar arasındaki ilişkiler.

 Bu kısımların her biri bir gaye ile bir araya gelmiş yani bir iş yapmaya, bir hizmete yöneliktir.

 Sonuç olarak aile; mal, mülk edinmek, aile fertleri ile karşılıklı dayanışmayı sağlamak amacıyla kurulmuş küçük bir cemaattir.

 Devlet ise siyasi bir cemaattir. Ona göre devlet, günlük ihtiyaçların ötesinde müşterek bir gaye için birçok ailenin birleşmesinden köyler meydana gelir. Bu köylerde kendi kendine yetecek mükemmel ve büyük bir cemaat halinde birleşince devlet meydana gelir.

 Devlet, hayatın yalın ihtiyaçlarından doğar ve insanların daha güvenli, daha mesut bir hayat yaşamalarını gerçekleştirmek için devam eder.

 Aristoteles’in bir başka tezi de “bütün, parçaların toplamından fazla bir şeydir”.

 Bütün içinde bulunan kısımlar ve bu kısımları, bir gaye etrafında toplayan temel amaç hesaba katılırsa, bütünün içinde kısımlarının toplamından fazla bir şey daha olacaktır ki, oda bütünün kendine özgü gayesidir. Bu gaye sadece bütüne aittir.

 Ayrıca bütün kısımlardan önce gelir. Yani bütün olmasaydı, kısımların bir arada bulunması mümkün olmayacaktı. Bütün, kısımların taşıyıcısıdır.

 Bu görüş Almanya’da doğup gelişen İdealist felsefenin esasını teşkil eder. Bu görüşe ‘orforizm kategorisi’ adı verilir. Bedenin kısımlarını toplayıp bir araya getirmekle, bedeni bir vücut haline getirmek mümkün değildir.

 Aristoteles düşüncesinde esas gaye hep devlet olmuştur. Ona göre devleti ayakta tutan şey, karşılıklı yardımlaşma prensibidir. Bu ise insanın erdemine dayanmaktadır.

 Ona göre erdem; ruhun iyi halde bulunmasıdır. Devlet içinse, en iyi şey tam birliktir.

 Aristoteles, sosyal düşüncenin gelişiminde bütün fikirlerin hazırlayıcısı olmuştur. Örneğin cemaat görüşü, işe yönelik faaliyet anlayışı, 19.yy. Alman sosyologlarından F. Tönnies’i, 1887’de yazdığı “Cemaat ve Cemiyet” adlı eserine büyük etki yapmıştır.

 

 İlkçağda, sosyal düşüncenin gelişimi ile ilgili fikirlerin temelini, ‘devlet’ idesinin oluşturduğunu görüyoruz. Devlet hem düşüncenin temelini hem de hedefini kapsamaktadır.

 Sosyal düzenin şekillendirilişinde ise davranışların disiplini ile uğraşılırken, çalışmalar ve düşüncelerin merkezini ‘İnsan’ kavramı oluşturmaktadır. Akla gelen erdem de hak ve hakkaniyet, ahlak ve ahlakiyat gibi meziyetler gaye edinilmiştir.

 Ortaçağ sosyal düşüncesine, Platon ve Aristoteles düşüncelerinin yansımış olduğunu görüyoruz.

 Bu görüşlere hristiyanlığın prensipleri de eklenerek, sosyal düşünceler yeni bir şekle sokulmuştur.

 Ortaçağ, hristiyanlığın etkisinde geçmiş bir devirdir. Dinin büyük baskısı altında sosyal düzen tanzim edilmeye çalışılmıştır.

 Önceleri hristiyanlık yalnızca ahlaki özelliklere yani sevgi, kardeşlik, yardımseverlik gibi prensiplere dayanmaktaydı. Hukuki, siyasi ve idari mevzulara yer verilmemişti. Her ne kadar İncil insanların eşitliği üzerinde duruyorsa da köleliği yine bir müessese olarak kabul ediyordu. Efendilerin kölelerine daha şefkatli olmaları, kölelerin de efendilerine karşı daha sabırlı ve itaatkar olmaları öğütleniyordu.

 İlahi düşüncenin insan düşüncesi ile idrak edilmesi mümkün değildir. İlahi irade ispat edilemez. Sadece ona inanılır. İman ve inançla onun kabul edilmesi şarttır.  Devlet, adeta ilahi iradenin yeryüzündeki bir izdüşümüdür. Her fert hem tam bir dindar hem de iyi bir vatandaş olmak zorundaydı.

 Kilise, devletin üstünde, devletten de bağımsız bir otoriteydi.

 Kilise àdevlet àbirey (vatandaş)

 Burada adeta Platon’un ‘ideal devlet’i, kilisenin ilahi düzeni ile güçlendirilmiştir. Platon, gerçek deletin ideler alemine ait olan ‘ideal devlet’ olduğunu, içinde yaşadığımız devletin ise onun bir izdüşümü olduğunu söylemiştir.

 Ortaçağ Platon’un bu modelini benimsemişti. Bu modele hristiyanlık prensiplerini ve dinin otoritesini katarak yeni formüller ileri sürülmüştür. Bu formüllerin temel prensibi düşünceyi, devletin rolünü, kilisenin otoritesine bağımlı kalarak görevlerin yürütülmesidir. Bir yerde hakiki devlet, kilise oluyordu. Çünkü kilisenin temsil ettiği nizam; ilahi nizamdır.

 

 SAİNT AUGUSTİNUS (M.S. 354 – 430):

 

 Sosyal düşüncesinde, dini otoriteyi hakim kılmak isteyen bir Platoncu olarak kabul edilir. Ona göre iyi ve en iyi, tanrının emretmiş olduğudur. Bunların münakaşa edilmesi dahi büyük cezalar verilmesini gerektiren davranışlar olarak görür.

 Ona göre, her şeyi iyi olduğu için değil de tanrı emretmiş olduğu için yapmalıyız.

 Bu görüş büyük ölçüde devleti, kıymetinden mahrumetmiş durumdadır. Buna göre rahipler, tanrının gölgesidir. Onlara karşı gelmek, bir yerde tanrıya karşı gelmektir.

 Bu görüşlerin temel amacı devleti iyi bir dine bağlı, kişiler cemaati haline getirmektedir. Bu devlet, bir ‘tanrı devleti’dir.

 Bu yaklaşım giderek yumuşamaya, özellikle de 12. ve 13. yy’da değişmeye başlamıştır.

 

  SAİNT THOMAS (M.S. 1226 – 1274) :

 

 Aristoteles fiziğini ve metafiziğini Batı dünyasına ve hristiyanlığa tanıtmak ve yaymak amacını gütmüştür.

 Thomas’a göre maddeyi şekillendiren formel varlıktır. Aralarındaki fark, maddenin potansiyel halde, formun ise eylem halinde yani kinetik halde bulunmasıdır. Yani madde form ile ortaya çıkar.

 Thomas, üç tür düzen ve mahiyet kabul etmiştir:

 1- Akıl; idare eden güç olarak kendini gösterir.

 2- Tabii nizam; akıl sayesinde öğrenilebilir.

 3- Sosyal düzen; bu insan aklının bir icadıdır. Tabii kanunların özel bir uygulaması halindedir.

 Onun sosyal düzen olarak kastettiği, devlet düzenidir. Ona göre devlete itaat kesin şarttır. Ancak devlet nizamında, ilahi nizama aykırı bir iş olursa, o vakit bu kurallara uyma zorunluluğu ortadan kalkar. Devlet, insana ait ihtiyaçların tatmini için tabii ve zaruri olan bir varlıktır. İnsanın sosyal tabiatından çıkmış olup, insanların menfaatini temin etmek vazifesiyle yükümlüdür.

 İlahi nizam, insanların sakin ve sessizce bu iradeye bağlanmalarını emreder. Ancak Thomas’a göre bu derece katı ve sert emirler devlet nizamında aranmaz. İçinda yaşadığımız devlet nizamı tenkit edilebilir, eleştirilebilir. Gerçi bu sosyal nizamda tanrının eseridir ama bu devlet nizamı içinde, insanın iradesi vardır.

 Ona göre tanrı, devlet nizamına kimin hakim olacağını önceden tayin etmiştir. Bu nedenle baştaki kişi, tanrının gölgesi değildir ve değiştirilebilir de.

 S.Thomas ve arkadaşları, o devirde bu fikirleri ileri sürme cesaretini göstermişlerdir. Bu cesaret, sosyal düşünce tarihinde büyük bir adım olarak kabul edilmektedir. Ancak yine de topluma karşı devleti ön planda tutmuşlardır.

 

 İBN-İ HALDUN (1334 – 1406) :

 

 Tunus’da doğmuş, Kahire’de ölmüştür.

 Haldun’a göre sosyal hayat insanlar için bir zorunluluktur. Tek başına tüm ihtiyaçlarını yerine getiremeyeceğini ya da çok uzun zaman uğraşması gerektiğinden sözeder. Ona göre fert, muhtaç olduğu gıdayı temin etmekten acizdir. Aynı zamanda her birey, kendini koruyabilmek için kendi cinsinden olan fertlerden yardım almaya mecburdur.

 Haldun, ihtiyaçlardan doğan sosyal hayatın sonunda kaçınılmaz olarak cemiyetten sözeder. Devlet, hükümet, kültür, medeniyet örf ve adetler, kavim ve göçebe hayat, yerleşik şehir hayatı gibi sosyal konularla ilgilenmiştir.

 Cemiyet hayatını ve kavramını, bugünkü modern sosyolojik görüşlere yakın fikirlerle ele almıştır. Devlet ve otoritesi meselelerine temas etmiştir. Sosyal düşüncenin değişmesinde gözleme önem vermiştir. İlk defa cemiyet ve devlet ayrımı yapan düşünürdür. Cemiyet çeşitlerini de incelemiştir.

 Ona göre insanlar sosyal bir hayat yaşamak için bir araya gelmeye ve birbirlerinin ihtiyaçlarını gidermeye muhtaç ve mecburdurlar. Aksi halde varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdır.

 Haldun, hayatıdevam ettirme yani yaşama ihtiyaçlarından, yardımlaşmaya ve oradan da korunma ihtiyacına geçerek, devletin varlığına değinmiştir.

 Devletin içyapısını incelemiştir, irade çeşitlerini analiz etmiş, şehirleri incelemiş hatta ‘şehir sosyolojisi’nin ilk adımlarını atmıştır.

 Ayrıca hüner ve zanaat çeşitleri hakkında dafikirler öne sürmüş, muhtelif mesleklerden bahsetmiştir. Bir bakıma ‘meslek sosyolojisi’ne de değinmiştir diyebiliriz.

 Çiftçilik, yapı sanatı, marangozluk, dokumacılık, terzilik, tıp, ebelik, şarkıcılık ve musikinin bir meslek ve sanat olduğununa dair bugün de bize ışık tutan ilginç düşünceleri olmuştur.

 Mukaddime’ adlı eserinde uzunca bir bölümünü şehirlere ayırmış, şehirleri anlatmış ve şehir hayatını açıklamıştır. Bu bakımdan kendisi şehir sosyolojisinin kurucuları arasında gösterilir.

                                        ../..

LEİBNİZ

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

  LEIBNIZ (1646-1716 )

 

 Her şeyi tek bir tözle açıklamaya çalışan Spinoza felsefesine karşılık, Leibniz’in felsefesi bir çokluk felsefesidir.

 En küçüğü dahil her bir parçada sistemin kendisini görmek mümkün. Bu nedenle yaratıcı Leibniz yaratıcı bir filozof.

 Yöntemi tipik 17. yy yöntemi; matematiksel yöntem. Bu yöntemin Leibniz’de daha geliştirilmiş olarak kullanıldığını görüyoruz.

 ‘Biz matematikte sayılarla yapılan işi, felsefede; önermelerle, kavramlarla yapabiliriz’ diyor.

 Leibniz’e göre felsefedeki anlaşmazlığın bir tek sebebi vardır; kavramların kaypak oluşu. Hepsinin birden çok anlamının olmasıdır. Ona göre kavramlara bir tek anlam yükleyerek bu kaypaklıktan kurtulunabilir.

 ‘Matematikte olduğu gibi ( 5+2=7 ), biz de kavramları simgeleştirerek birbirine bağlayabiliriz’, der.

 Leibniz, dili, matematiğin diline benzetmeye çalışır.

 ‘ Bu dil bir zümreye ait değil, evrensel olacak, herkes anlayabilecek, herkes kullanabilecek. Bilim bu dilin üzerine kurulacak’. Leibniz buna ‘evrensel bilim’ ya da ‘matematik’ der. Bu dil yardımıyla tıpkı matematikteki gibi kavrayacağız.

 Leibniz’de de açık- seçiklik önemli bu da sadece matematikle olur. Şimdiye kadar herkes matematiğin yöntemini alırken Leibniz, dilini de alır. Onun önemi de buradan geliyor.

 

       Leibniz’e göre 4 bilgi basamağı vardır:

 

1-Duyuların verdiği bilgi; bu hiçbir zaman tam, eksiksiz bir bilgi değildir. Bu bilginin öğeleri başka bir şeyin öğeleri ile karışmış durumdadır. Biz bu bilgiye ‘Karışık bilgi’ (cognito confusa/seçik olmayan) diyoruz. Madde bu basamaktadır.

2-Bu da duyuların verdiği bilgiye dayanır. Leibniz, buradaki duyusal bilginin iki basamağı olduğunu söyler; a) bulanık bilgi, b) açık bilgi

Bulanık bilgi; bir cismi algılayıp ikinci kez gördüğümüzde algımızın tanımamıza yetmemesi.

Açık bilgi; cismi kinci kez gördüğümüzde tanıyoruz. Burada açık karışık bilgi (cognito clara confusa) sözkonusu. Bilgi açıktır ama seçik değil. Çünkü; eninde sonunda duyu bilgisidir. Hayvan bu basamaktadır.

                    3-Açık ve seçik bilgi; öğeler çözümleniyor, çözümlenince de açık-             

             seçik bilgi oluyor (cognito clara et distincta).

           Genellikle insanın bilgisi bu basamakta, insanın bilgisi açık-seçik

            olabilir.

4-Tam, upuygun eksiksiz bilgi (cognito adaequate); bu bilgide bütün       öğeler ayrılmıştır, bütün öğeler seçiktir. Örneğin matematiğin verdiği bilgi böyledir. Bütün öğeler ayrılmıştır ve seçik olarak kavranabilir.Artık nesnesi tüketilmiştir.

  Leibniz’e göre felsefe de matematik gibi eksiksiz, upuygun bilgi ortaya koyabilir.

  Leibniz’e göre duyuların dışında da bilgi edinilebileceği için 3. ve 4. basamakları açar:

           1- Evrensel bilim ne yapacak? Evrensel bilim bizim ulaştığımız bilgileri temellendirecek.

           2- Evrensel bilimle yeni bilgiler ortaya koyacağız. Dedüksiyon yeni bilgiler sağlayacak.

          Leibniz, Descartes’in ‘cogito’dan diğer bilgileri türettiği gibi ilk hakikatler ya da ilk olanaklar dediği önermelerden diğer önermeleri türetir.

Yeni önermeleri, ilk hakikatlerle temellendireceğiz. Eğer temellendirebilirsek o da hakikat olacak aksi halde yanlış olacak. İlk hakikatler bütün önermelerin temeli olacak ama diğer önermeler bunları temellendiremiyecek. Bu türetmelerin kurallarını da evrensel bilim ortaya koyacak. Ancak bu ilk hakikatlerin neler olduğunu Leibniz temellendirememiştir.

  Leibniz, anlama yetisinin dışında doğuştan gelen hiçbir şey olmadığı konusunda Locke’a katılır. Leibniz’e göre anlama yetisiyle birlikte bir takım örtük kavramlar da doğuştan gelir. Bu örtük kavramlar örneğin, geometrinin kavramları, özdeşlik, çelişmezlik kavramları sonradan açığa çıkar. İşte bunlar öncesiz sonrasız ebedi hakikatlerdir.

  Leibniz’e göre iki tür hakikat var:

1. Akıl hakikatleri; zorunlu, başka türlü olmaları mümkün değil.  

2. Olgu hakikatleri; zorunsuz, olumsal başka türlü olabilirler. Bu hakikatler yeter sebep ilkesine dayanırlar. Gerçekleşebilmesi için bir nedeninin olması yeter.

  Akıl hakikatleri, çelişmezlik ilkesine dayanır, yeter sebep ilkesi yeterli değil. A# ┐A, A; A’dır. A; ךA değildir. Bir şey neyse odur başka bir şey değildir. Matematiğin hakikatleri, akıl tarafından çözümlenmiş akıl hakikatleridir.

 

     LEIBNIZ’İN METAFİZİĞİ (Monadoloji’sinden) :

 

 Descartes’de birbirlerinden bağımsız ama birbirlerini etkileyebilen 3 töz vardı. Spinoza da ise, diğer iki töz yani sonlu tözler, tek tözün/sonsuz tözün, tanrının niteliği olup aslında bir töz vardı.

 Descartes’de tözün yer kaplaması Leibniz’e göre tözün kendi kendisini göstermesinden başka bir şey değil.

 Leibniz, Spinoza’nın tek töz anlayışına şöyle karşı çıkar:

 ‘Tek bir töz olsaydı, yalnız o etkin olurdu. Diğer şeyler; insanlar, ruhlar…etkin olamazdı. Evrende ne kadar şey varsa o kadar da etkin, etkiyen güç vardır’. Onun ‘Monad’ kavramı da buradan çıkıyor.

 Ne kadar şey varsa bir o kadar da yalın, tek olan, bir birlik içinde olan, bölünmez güç vardır. Leibniz işte buna Monad diyor.

 Monad, maddi değildir, kendi içine kapanık bir birlik ve çokluk. Monadlar kendi içine kapalı olduklarından, birbirlerini etkiyemezler. Yani başka monadlardan etkilenmezler. Ne olup bitiyorsa kendisinde olup bitiyor. Her bir monad bütün monadlardan farklıdır.

 Monadlar kendi içine kapalı bir birlik olmasına rağmen aralarında bir bağlantı vardır. Bu bağlantı kendi özündeki bağlantı. Çünkü; her monad bulunduğu yerden, evrenin tümünü algılayabilen, tasarlayabilen tek bir dünya. Bütün evrende ne varsa tek bir monadın içinde de o var. Her bir monad tek başına bir dünya. Bir monadın kendi özünde olması bu demektir.

  Birlik içinde çokluk olması, evrende ne varsa, tek bir monadın içinde de aynının olması. Bu monad parçalanamaz olan en küçük birim. Bir monad başlı başına küçük bir dünya. Her monad evreni eksiksiz olarak temsil edebilir.

  Monadlar, evrende tasarımlarına göre belli bir hiyerarşiye göre diziliyorlar. Aralarındaki ayrılık tasarımlarındaki farklılık. Hepsi evreni algılıyor ama hepsi farklı yerlerden tasarımlıyorlar.

 Kimi monadlar; karışık, kimi açık-karışık, kimiaçık-seçik, kimi monadlarda eksiksiz upuygun tasarımlıyorlar.

 Evrende bilgi basamaklarının hangisine yönelik olarak tasarımlıyorlarsa ona göre diziliyorlar.

 Duyu algılarından öteye geçemeyen monadlar, ancak ikinci basamakta kalırlar ki, onlar da hayvanlardır.

 Madde ise birinci basamaktadır. Algılarının hepsi bilinçsizdir.

 Tasarımları açık-seçik ise etkindir. İnsan bu basamaktadır.

 Tasarımları sadece duyulara dayanıyorsa edilgindir.

  Bütün algıların tam, eksiksiz, bilinçli olması mümkün değil. Olsa olsa bu      basamakta sadece tanrı olabilir. Sadece O, eksiksiz upuygun tasarımlayabilir.

Tanrı da monaddır. Tanrıyı tanrı yapan evreni tam ve bilinçli algılamasıdır.

  Hiyerarşik bakımdan yan yana iki monad olamaz. Tasarımları bilinçli olan iki monad yoktur. Hiçbir monad birbirine benzemez. Çünkü; evrende birbirine benzeyen iki şey yoktur.

 Monadların birbirlerini etkilemeleri aslında kendi içlerindedir. Çünkü her bir monad büyük dünyanın küçüğü.

 Bir monadın kendi içinde çokluk olması, evrenin tümünü içinde taşıması demek. İçinde sonsuz sayıda monad olması demektir. Monadlar birbirlerini etkileyemezler. Her monad kendi içinde yaşar. Monadlar bölünemez ve birbirlerine açılan pencereleri de yoktur.

 Monadlar arasındaki ilişkiyi Leibniz şöyle açıklıyor:

 Bağlantı, egemen monad olan tanrı tarafından önceden kurulmuş olan düzendir.

 ‘Birbirlerine göre önceden ayarlanmış sonsuz sayıda saat, hepsi de üçü gösteriyor.’

 Tanrı da bir monaddır ve monadlar birbirlerini etkileyemezler. Ancak tanrı egemen monaddır. Tanrının egemenliği, ideal bir egemenliktir. Diğer monadlar hiçbir zorlama olmadan kendi rızalarıyla tanrıya boyun eğiyorlar. Kendi yapıları itaate mecbur ettiği için tanrıya boyun eğiyorlar. İşte tanrının evreni düzenleyebilmesi, ayarlayabilmesi egemen olmasıyladır.

 Monadların hepsinin etkinlik ve edilginlikleri hiyerarşik düzene göredir. Madde etkindir ama algısı bilinçsiz olduğu için edilgindir.

 Leibniz’e göre cisimler de canlıdır. Bir bedeni ve ruhu vardır. Bilinçsiz de olsa evreni algılıyorlar. Bu yanıyla Leibniz, Descartes’den ayrılıyor.

 Descartes’e göre, ruhun özelliği; bilinçli düşünmesi, cisminki ise yer kaplaması idi. Ruhun öğeleri arsında bilinçsiz algılama yoktur. Oysa Leibniz’e göre madde evreni bilinçsiz de olsa algılar. (Bilinçsiz algılama!)

 Monadların birbiriyle  etkileşimi varmış gibi görünmesinin sebebi, her monadın diğer monadlarla aynı şeyi yaşaması sebebiyledir.

 Tözü ortadan kaldıracak hiçbir doğal sebep yoktur. Çünkü; başlangıçta doğal değil.

 Leibniz’e göre yalın tözler bileşikleri oluşturur. Yalın tözler tanrının yaratması ile bir anda varolup, bir anda yok oluyorlar. Bileşik monadlar tanrının yaratması değil. Onun için yavaş yavaş olup, yavaş yavaş da yok oluyorlar.

 Monadların içine hiçbir şey giremediği gibi hiçbir şey de çıkamaz. Çünkü; penceresi yok. Kendi içine kapalı bir dizge. Monadları birbirinden ayıran her birinin kendine özgü olan nitelikleridir. Aksi halde hepsi aynı olur ve birbirinden ayıramazdık. Monadların yer değiştirmelerinin de farkına varamazdık. Evrende aynı olan iki şey yoktur. Monadlardaki değişme içsel değişmedir. Birbirlerini etkilemeleri de bu içsel değişmeleriyle olmaktadır.

 Monadların hep daha tam algılama iştahları vardır, hep daha tam algılamak isterler. Algılama işi mekanik sebeblerle açıklanamaz. Dolayısıyla, algılamayı bileşik tözlerle değil, yalın tözlerle açıklayabiliriz. Leibniz, bileşik tözlere ‘ruh’ diyor.

 Descartes’de dünya nasıl boşluk kalmamış noktalardan oluşuyorduysa, Leibniz’de de monadlardan oluşuyor.

 Doğanın  makinesinin en küçük parçası yine makine. Oysa insan yapısı makinenin en küçük parçası makine değil; canlıdır/monaddır. İlahi olanla, bizim yaptığımız arasındaki fark burada.

 

  EVRENSEL DİL ÜZERİNE :

 

 Şeyleri dile getiren isimler her dilde farklıdır ve bu isimler keyfidir. Bıçağa, bıçak dememizin hiçbir nedeni yoktur. Başka bir isim de koyabilirdik ve yine bir şey değişmezdi yine aynı şeyi ifade ederdik.

 Ancak isimlerin dile getirdiği şeyler keyfi değil, aynı kalan şeylerdir. Hakikat; bizde değil, şeylerdedir.

 Hakikat, bilginin objesine uygunluk değil, şeyleri dile getiren, adlarla şeyler arasındaki bağlantıdadır. Bu bağlantılar keyfi değildir.