Posts Tagged ‘BİREY’

İ.KUÇURADİ, ‘TÜRK KAMU HAYATINDA FELSEFE’

Cuma, Ağustos 21st, 2009

 

 Bu dersin amacı, felsefenin toplumsal hayattaki işlevini gösterebilmek.

 Kamu ≠ toplum ≠ devlet

 Toplum ≠ topluluk ≠ grup

 İnsan ≠ kişi ≠ birey

 Temel hak ≠ temel özgürlükler

 

            Kamu

           å      æ

Devletààà Toplum

 

Kişi; bir insanın eşsizliğinde tek olan.

Birey; toplumsallığında tek olan.

Kamu; bir devletteki herkesin ve her birinin olan her şey.

Toplum; bireyler arası ilişkiler ve bunların oluşturduğu ilişki bütünleri arasındaki ilişkiler.

Topluluk; aralarında ortak bir özellik bulunan (örneğin aynı türden olmaları) teklerin oluşturduğu bir bütün. Bu tekler gerçek teklerdir. Örneğin bir ağaçtır, bir insandır. Aralarındaki ilişki geçicidir.

 Toplum da ise sadece ilişkiler vardır, tekler yoktur. Olan ilişkinin kendisidir.

Bir ilişkiler bütünü olması nedeniyle bunun içine o toplumdaki kamusal ilişkiler de girer.

 Devlet; toplumsal ilişkilerin hukuksal biçim almasıyla kamuyu temsil etme ve işleyişini sağlama amacıyla kurulmuş organlar bütünüdür.

 Bu hukuksallık nedeniyle, kamuyu temsil etme ve işleyişini sağlama devletin görevidir.

 Bu organlar bütünü devlet, hem toplumsal hem de kamusal ilişkileri düzenler. Devlet, herkesin ve her birinin olan her şeyin nasıl işleyeceğini belirler, düzenler dolayısıyla kamuyu temsil eder.

 Örneğin, bir kamu kurumu olan Türk Hava Kurumu’nun işleyişinin devlet tarafından düzenlenmemesi halinde bu kurum ya güçlü birinin özel mülkiyetine girecek ya da paylaşamamaktan dolayı çıkan kargaşa ve çatışmalar sonucu ortadan kalkacak. Dolayısıyla her iki halde de bir kamu kurumu olma özelliğini yitirecektir.

 Bu nedenle, işleyişi yasalar tarafından düzenlenmeyen bir kamu kurumu ya da kuruluşu sözkonusu olamaz. Esasen kamu ile devleti değil, kavramları ayırıyoruz.

 Temel hakların belli bir ülkede korunması, o devlet tarafından tanınan haklar aracılığıyla olmaktadır. Kamu kurum ve kuruluşları ise, bir ülkede belirli gerçeklik koşullarında, o devlet tarafından tanınan haklarla korunan; temel haklardan yararlanmaya ilişkin olan temel özgürlüklerin, sürekli gerçekleşmesini sağlarlar ya da sağlayacak olanlardır. Sağlamıyorsa, amacına aykırı hareket ediyor demektir.

 Örneğin; ‘Basın Özgürlüğü’, bir kamu özgürlüğüdür. İlgili kamu kurum ve kuruluşlarının, bu özgürlükten yararlanmasının sürekliliğini sağlamaktır.

 Kamu kurum ve kuruluşları, hakların getirdiği talepleri gerçekleştirenlerdir ya da gerçekleştirecek olanlardır.

 Bir kamu kurum ya da kuruluşunun, bir temel hakkı ya da grup hakkını korumak için kurulduğunu göremiyoruz.

 Kamu kurum ve kuruluşlarının amacını, belirli gerçeklik koşullarında gerçekleştirmeleri için onların dayandığı bazı temel fikirler (örneğin, özerklik) ve ilkeler sözkonusudur. Bu ilkeler zaman içinde yerlerini başka ilkelere verebilirler.

 Bu ilkeler; düzenleme ilkeleri yani işleyiş ilkeleridir. Aslında bu ilkeler, gereklilik düşünceleridir. Bu gereklilik düşünceleri ya indüktif çıkarımlar ya da insanın değerinin bilgisiyle yapılmış olan çıkarımlardır.

 Bu çıkarımların kaynaklandıkları yerin farklı olması, çıkarımların da farklı olmasına dolayısıyla gereklilik düşüncelerinin farklı olmasına yol açmaktadır.

 

 ÖZERKLİK:

 

Özerklik (otonomi), kamu kurum ve kuruluşlarının belirli gerçeklik koşullarında amaçlarını gerçekleştirmesine yardımcı olmak amacıyla getirilen bir taleptir. Ancak özerklik, kamu kurum ve kuruluşlarının amacını gerçekleştirmesine yardımcı olmak şöyle dursun; o amaca aykırı bir şekilde kullanılabiliyor.

 Özerklik; bir kamu kurumunun kendi kuruluş amacını gerçekleştirirken; -bu amaç herkes için ayırt etmeden iş yapması- kendi dışında olan(siyasal iktidarlar, moraller, ideolojiler, ‘hava’) başka bir şey tarafından belirlenmemesini/müdahale edilmemesini talep eden bir durumdur.

 Özerklik, indüktif bir çıkarım değil, diğer ilkelerin bir emplikasyonudur. Mevcut çağın toplumsal, siyasal, ekonomik durumu içinde bir emplikasyon olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer kamu kurum ve kuruluşlarının amaçlarına uygun davranmaları isteniyorsa ‘özerk’ olmalıdır, deniliyor.

 Özerklik genellikle kendi başına bir amaç olarak görülüyor. Siyasal iktidarlardan korunmak olduğu sanılıyor. Hatta devlet tarafından denetlenmeme olarak anlaşılıyor. Yani denetimsizlik, başıboşluk, istediğini yapma olarak görülüyor.

 Oysa bir kamu kurumunun işleyişinin içinde bulunduğu siyasal iktidarlar, moraller, ideolojiler ve hava tarafından etkilenmemesi sözkonusu değildir.

 Hava; kamu kurum ve kuruluşlarının yaygın anlayışlara göre iş yapması. Belirli bir havada yaptığının farkına varmadan zaman içinde tam tersi hareket etmesi. Yaygın değer biçmelere göre amacına aykırı hareket etmesidir.

 Tarafsızlık; kamu kurum ve kuruluşları tarafsız olmalı deniliyor. Bu sözkonusu değildir. Çünkü tarafsızlık demek, aynı konuda anlaşmazlığa düşen iki taraf olması ve yargıcın bu iki taraf arasında adalete uygun karar vermesidir. Yani tarafsızlıkta anlaşmazlığa düşen iki taraf ve bu anlaşmazlığı giderecek olan bir üçüncü kişi olması gerekir.

 

 BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ:

 

 Basın özgürlüğü, bir kanun özgürlüğü olup, basının özerk olması anlamına gelir. Yani basının kendi amacını gerçekleştirirken, kendi amacı dışında olan (siyasal iktidarlar, moraller, ideolojiler ve hava) başka bir şey tarafından belirlenmemesi ya da müdahale edilmemesidir.

 Genellikle basın özgürlüğü derken, basını siyasal iktidarlardan korunması hatta devlet tarafından denetlenmemesi ve basını istediğini yapması olarak anlaşılıyor. Bu yaygın yanlış anlayışı, ‘Basın ahlak yasası’nda da görüyoruz.

 Örneğin bu yasanın birinci maddesi; “Basın serbesttir” demekte, bu şu demektir; “bası istediğini yapar ve onu hiçbir merci denetleyemez”.

 

 “Herkes doğru bilgiyle, kendi kanaatini geliştirebilmeli ve bu kanaatine uygun davranabilmelidir”.

 Bu talep, kitle iletişim araçlarının doğru bilgi vererek koruması gereken taleplerden yalnızca biridir.

 

 KAMU – TOPLUM – DEVLET İLİŞKİSİ:

 

 Toplumsal bir grupta herkesin ve her birinin olan ne varsa işte kamu budur. Devlet ise, toplumsal ilişkilerin, hukuksal biçim alması nedeniyle herkesin ve her birinin olanı düzenleyen, yöneten, temsil edendir. Kamu ile devleti değil, kavramalrı birbirinden ayırıyoruz.

 Toplumsal bir gruptaki ilişkiler, kamu kurum ve kuruluşlardaki ilişkiler, devletin dayandığı hukuksl ilişkiler hep değişkendir.

 Kamu kurum ve kuruluşlarının amacı, herkesin temel kişi haklarını yaşayabilmesini sağlamaktır.

 

 Eşitlik; olan bir şey değil, bir muamele talebidir. Bu muamele talebi genellikle, doğrudan doğruya ya da dolaylı korunan temel haklarda sözkonusu oluyor.

 Eşitlik özellikler bakımından aynılıkta sözkonusudur. Yani talep edilen aynı özellikleri olanın aynı muameleyi görmesidir. Örneğin, mevcut diyaliz makinelerinden hastaların hepsinin eşitçe yararlanmasıdır. Vatandaş olmaları nedeniyle, eşit muamele görmeleri talep ediliyor.

 İnsanlar eşit değildir. Çünkü bütün insanların yetenekleri birbirinden farklıdır. İnsanların eşit olup olmamaları bazı haklar açısından sözkonusudur.

 

 EĞİTİM HAKKI: (Dolaylı korunan bir hak)

 

 Eğitim, belirli davranışların gerçekleşmesi için yapılan etkinliklerdir. Eğitim, yine o işin kendisinden çıkılarak yapılmalıdır. Örneğin, uçak kullanacaklara uçak eğitimi verilmesi.

 Eğitimde amaç, eğitimin kendisi değil, eğitilen insanlar olmalıdır. Eğitim, benim kafamı yıkamak için değil, benim olanaklarımı geliştirmek, benim kendi olanaklarımla ayakta durmamı sağlamak içindir.

 Eğitimde amacın ‘iyi yurttaş’ yetiştirmek olması halinde, insanlar eğitim için birer araç olmaktadır. Eğitimin kendisi amaç haline gelmektedir.

 ‘İyi bir yurttaş’ değil, ‘insan yurttaşı’ yetiştirmek. İnsan yurttaşı önce insan olduğunun bilincinde olan yurttaştır.

 Eğitimde amaç, insanların ‘insan olma’ olanaklarını geliştirici olmalıdır.

 Temel eğitim yasası, Türkiye’de insansal bir hak olan eğitim etkinliğini düzenlemek için amacıyla yapılmıştır. Bu yasada eğitimden amaç, iyi bir yurttaş yetiştirmek anlaşılıyor. Dolayısıyla eğitimin kendisi amaç olarak görülüyor.

 Bu yasada eğitim hakkı, bir temel hak olarak görülmeyip, temel ilkeler arasında görülmektedir.

 

 Kamulaştırma; özel olan şeylerin; kuruluşların, işletmelerin herkesin yararına sunulması. Kamulaştırılan artık, kamunun malı oluyor.

 Devletleştirme ise, devletleştirilenin örneğin bir işletmenin bir devlet organı tarafından denetimi veya işletilmesidir. Gelirinin de devlet bütçesine eklenmesi sözkonusudur.

ERİCH FROMM

Pazar, Mayıs 31st, 2009

ERİCH FROMM, ‘Özgürlük Korkusu’ndan:

“Kendim için değilsem, kim benim için olacak?

Yalnız kendim içinsem, ben neyim?

Şimdi değilse ne zaman?”

TALMUD’dan Mishnah. Abot

Özgürlük, bireye bağımsızlık ve akılcılık getirmiş, ama bir yandan da onu yalnız, kaygılı ve güçsüz bırakmıştır. Bu yalnızlık, dayanılmazdır ve karşısındaki seçenekler ya bu özgürlüğün yükünden kaçıp yeni bağımlılıklara ve boyun eğişe sığınmak ya da insanın tekliğine ve bireyselliğine dayanan olumlu özgürlüğün tam gerçekleştirilmesine doğru yol almaktır.

Freud’a göre insan, antisosyaldir. Toplum onu evcilleştirmeli, biyolojik dürtülerine bir miktar doyum sağlamalı; ama daha çok temel tepilerini inceltmeli ve denetlemelidir. Bu doğal içgüdülerin toplum tarafından bastırılmasının sonucunda bir mucize ortaya çıkar. Bastırılmış dürtüler, kültürel değerleri olan çabalara dönüşür. Freud, bastırılmaktan uygar davranışa dönüşüme; ‘yüceltme’ adını vermiştir. ‘Bastırma’, yüceltme yetisinden fazlaysa, kişi nörotik olur ve bastırmayı azaltmak gerekir. Dürtülerin doyurulmasıyla, kültür arasında asimetrik bir ilişki vardır. Bastırma arttıkça hem kültür hem de nörotik rahatsızlık artar.

Hayatın yüksek amaçlara, öndere ya da ırksal bir topluluğa feda edilmesi faşizmin doruk noktasıdır.

Ortaçağ toplumu, bireyden özgürlüğünü almıyordu. Çünkü; henüz birey yoktu. İnsan kendini, bir ırkın, halkın, grubun, ailenin, loncanın üyesi olarak genel bir kategori aracılığıyla algılardı.

Rönesansla birlikte birey ve özgürlüğü ortaya çıkmıştır. Özgürlük iki şey getirmiştir; güçlülük duygusunun artması ve aynı zamanda yalnızlığın, kuşkunun ve bunların sonucunda kaygının artması.

Kapalı bir dünyadaki belirlenmiş yerini kaybeden insan, hayatının anlamının yanıtını da kaybeder…Kendi üzerindeki güçler; sermaye ve pazar tarafından tehdit edilmektedir.Artık çevresindeki herkes kendine rakip olabilir, başkalarıyla ilişkileri düşmanca olmuş, yabancılaşmıştır.Artık özgürdür ama yalnız, terk edilmiş ve her yandan tehdit altındadır. Birey yalnız başına dünyaya karşı durmaktadır.

Feurbach, Marx, Stirner ve Nietzsche, tartışmasız biçimde, bireyin kendi gelişmesi ve mutluluğu dışında herhangi bir amaca araç edilmemesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

Normal olan kişi, genellikle insan değerleri açısından nörotik olan kişiden daha az sağlıklıdır. Çoğu kez ayak uydurabilmek için, kendi benliğinden vazgeçip kendisinden olması beklendiğini sandığı kişi olmuştur. Oysa nörotik kişi, benlik savaşında bütünüyle boyun eğmeye hazır olmayan kişidir. Bireyselliğini tümüyle yitirmiş normal insandan daha sağlıklıdır. Elbette nörotik olmayıp da, ayak uydurma sürecinde, bireyselliğini yitirmemiş insanlarda vardır.

Birey kendi dışındaki dünyayı, bütünüyle ayrı bir varlık olarak görmeye başladıktan sonra dayanılmaz güçsüzlük ve yalnızlık durumunu yenmesi için, önünde iki yol vardır. Yollardan birini izleyerek olumlu özgürlüğe ulaşır, sevgi ve çalışmayla, duygusal, duyumsal ve zihinsel yeteneklerinin içten ifadesiyle, kendiliğinden dünyayla ilişki kurabilir. Böylece kendi bireysel benliğinin bağımsızlığından ve bütünlüğünden vazgeçmeden, insan, doğa ve kendisiyle bütünleşebilir.

Önündeki diğer yol, geriye dönüp özgürlüğünden vazgeçmek, yalnızlığını yenmek için bireysel benliğiyle dünya arasında oluşan boşluğu ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Bu ikinci yolu izlerse yeniden dünyayla bir bütün olamaz, çünkü ayrılmasının gerçekliği geri döndürülemez. Bu uzatılırsa yaşamayı olanaksız kılacak dayanılmaz bir durumdan kaçıştır… ilke olarak bütün nörotik süreçlerde rastlanan bir çözümdür. Dayanılmaz bir kaygıyı yatıştırır ve panikten kaçınarak yaşamaya olanak verir ama temeldeki sorunu çözmez ve bedeli genellikle otomatik ya da zorlayıcı etkinliklerden oluşan bir hayattır.

Bir başka kişi üzerinde tam bir egemenlik kurmaktan alınan tat, sadist dürtünün özüdür.

İktidar hırsı, güçten değil zayıflıktan kaynaklanır. Bireysel benliğin tek başına ayakta durup hayatını devam ettirmekten aciz olduğunun anlatımıdır.

Otoriter kişi için kurban, ne kadar çaresizse o kadar saldırma isteği uyandırır.

Hayat dürtüsü ne kadar çok engellenirse, yıkma dürtüsü o kadar güçlenir. Hayat ne kadar çok gerçekleşirse, yıkıcılılığın gücü de o kadar azalır. Yıkıcılık, yaşamamış hayatın sonucudur.

Kendi benliğinden vazgeçip robot gibi yaşayan, çevresindeki milyonlarca robota tıpatıp benzeyen kişi, artık yalnız ve kaygılı olmak durumunda değildir. Ama ödediği bedel ağırdır; benliğin yitirilmesidir.

Hitler’e göre Yahudilerin, Fransız Afrikalı birlikleri Ren’e getirmesinin amacı, zorunlu olarak ortaya çıkacak ırkların karışımıyla beyaz ırkı yok etmek ve böylece efendi konumuna kendilerinin oturmak istemesiyle suçlar.

Kilise otoritesinin yerini; ‘devlet otoritesi’, devlet otoritesinin yerini; ‘vicdan’, vicdanın yerini de günümüzde genel uyum araçları olarak, ‘sağduyu’ ve ‘kamuoyu’ otoriteleri almıştır. Eski açık otorite biçimlerinden kendimizi kurtardığımızdan, yeni bir otoritenin kurbanı olduğumuzu görememekteyiz. Kendi kararlarını veren bireyler olduğumuz yanılgısı içinde yaşayan, robotlar haline dönüştük.

İnsanın özgür olup da yalnız olmayabileceğine, eleştirel olup da kuşkularla dolu olmayabileceğine, bağımsız olup da insanlıkla bütünleşebileceğine inanıyoruz. Bu özgürlüğe insan, benliğini gerçekleştirerek, kendisi olarak ulaşabilir.

Faşizmin sunduğu en yüce erdem, özveridir.

Günümüzde insana en çok acı veren; yoksulluk değil, büyük bir çarkın küçük bir dişlisi olmak, bir robot olmak, hayatının boş ve anlamsız hale gelmesidir.

…/…