KISSADAN – 10

Nisan 23rd, 2024

AŞIK VEYSEL VE HÜZÜNLÜ EVLİLİK HİKAYESİ (CEYDA ÇAKIR)

Aşık Veysel Şatıroğlu, 25 Ekim 1894 tarihinde Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya gelmişti. Veysel 7 yaşındayken çiçek hastalığı Sivas yöresinde hızlı bir şekilde yayılıyordu. Kardeşleriyle birlikte çiçek hastalığına yakalanan Veysel’in 2 kız kardeşi bu hastalıktan ölmüştü. Kendisinin de sol gözü bu hastalıktan dolayı kör olmuştu. Sağ gözü ışığı az çok seçiyordu ama o da bir kazaya kurban gitmişti. Bir gün babası inek sağarken Veysel yanına gitmiş, ansızın dönüverince babasının elindeki değnek sağ gözüne girmiş, gözü hemen oracıkta akmıştı. Aile üyeleri bu yaşananlara çok üzülmüşlerdi. Veysel’in babası ona dertlerini unutsun, kafasını dağıtsın diye bir saz almıştı. Halk ozanlarının meşhur şiirlerini ezberletip, okutarak oğlunu avutmaya çalışmıştı. Bu şekilde aşıklığa merak salmaya başlayan Veysel zamanla aşıklık geleneğinin gerekliliklerini öğrenmeye başlamıştı. Ömrü hep dertlerle geçen Aşık Veysel’in bir de  hazin bir evlilik hikayesi vardı. Belki de bu evlilik ona gökyüzünü, ağaçları ve kuşları görememesi kadar acı vermişti ki “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa.” sözleri dökülmüştü dudaklarından.

Aşık Veysel’i 25 yaşındayken köylerindeki en güzel kız olan Esma ile evlendirmişlerdi. Ailelerin uygun gördükleri bu evliliğin olmasını ne yazık ki Esma istememişti. Ama yapacak bir şeyi olmadığı için mecbur kalmıştı. Aşık Veysel eşini çok seviyordu bu nedenle eşini çok kıskanıyordu. Esma ise bu kıskançlıkları gereksiz görerek bunalıyordu. Belki de eşinden ve 8 senelik evliliğinden soğumasının en büyük nedeni buydu. Çünkü daha sonrasında Hüseyin adındaki komşusuna gönlünü kaptıracaktı. Aşık Veysel belki olanları göremiyordu ama hissediyordu. Eşinin onu bir gün bırakıp gideceğinin farkındaydı. Zaten çok fazla bir zaman geçmeden düşündükleri çıkmıştı. Esma bir gece Hüseyin ile birlikte kaçmıştı. Epeyce yol alan Hüseyin ve Esma bir yere oturarak soluklanmaya karar vermişlerdi. Yol boyunca çorabının içerisindeki bir şey Esma’yı rahatsız etmişti. Çorabını çıkararak ne olduğuna bakmaya karar veren Esma gördükleri karşısında çok şaşırmıştı. Çorabında 1 aylık geçimlerine yetecek kadar para vardı. O an Esma her şeyi anlamıştı, Veysel kaçacaklarını anlayarak parasız pulsuz sefil olmasınlar diye Esma’nın çorabına para koymuştu. Bu öyle bir sevgiydi ki kendisini aldatan eşine başka biriyle kaçarken bile kıyamamıştı. Yine aynı sebeple gönlünde açan çiçeğini başka bir adamın söküp almasına izin vermişti. Çünkü biliyordu, o çiçek başka bir gönülde açmayı diliyordu.

Şafak ve Güneşin Doğuşu

Eşinin onu terk edip gitmesi Aşık Veysel’i çok etkilemişti. O günden sonra kendini sürekli saz çalmaya vermiş, mısralarını acıya daha çok bulamıştı. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin ne eşini ne de ona olan sevgisini unutabilmişti. Yalnız çok kırılmıştı gönlü, bu şiiriyle dile getirmişti üzüntüsünü:

“Bir vefasız zalim yare bağlandım,

Tarih üç yüz otuz beşte evlendim.

Sekiz sene bir arada eğlendim,

Zalim kafir yetim koydu kuzumu.”

Esma kaçarken geride altı aylık kızını da bırakmıştı. Aşık Veysel kızını iki yıl kucağında gezdirmiş, ne çare o da yaşamamıştı. Onca acının üzerine bir de Esmayla arasındaki tek bağ olan kızını  toprağa vermenin acısı eklenmişti. Aşık Veysel yıllar sonra Gülizar adında bir kadınla evlenmişti. Gülizar artık onun yoldaşı, arkadaşı, çocuklarının anası olmuştu. Ölene kadar birbirlerini sevmiş ve birbirlerinin yanından ayrılmamışlardı. Gülizar Aşık Veysel’i çok seviyordu, Esma ile olan anılarını bilse de hiçbir zaman kıskançlık yapmamış, Esma’nın kendisine bile iyi davranmıştı. Gülizar’ın Esma hakkında kötü konuştuğunu hiç duyan olmamıştı. Veysel’den 7 çocuğu olmuştu. Hem iyi bir anne hem de iyi bir eş olmuştu. Aşık Veysel  ömrünün sonlarında onun sayesinde mutlu, huzurlu bir evliliğe şahit olmuştu.

“Onun başı daha çok ağrıyacak.”

Esma kaçtıktan sonra Hüseyin ile köye geri dönmüştü. Yalnız durumları çok kötüydü, ne paraları vardı ne pulları. Bunu duyan Aşık Veysel üzülmüş arada bir haber göndererek bir ihtiyaçları olup olmadığını sordurtmuştu. Bir gün Esma Aşık Veysel’in kapısını çalmıştı. Kapıyı Aşık Veysel’in kızı açmıştı. Ona başının çok ağrıdığını söylemiş, babasının ona bir ilaç verip vermeyeceğini sormasını istemişti. Aşık Veysel’in kızı biraz çekinmiş nasıl isterim diye düşünmüştü. Esma da ona “Sen iste, o verir” demişti. O da babasının yanına giderek olayı anlatmış ve ilacı istemişti. Aşık Veysel cebinden bir ilaç çıkararak kızına vermiş ve ağzından “Onun başı daha çok ağrıyacak.” sözleri dökülmüştü. Gerçekten de Esma hiç gün yüzü görmemişti. Ömrü sefalet içerisinde geçmişti. Aşık Veysel akciğer kanseri olup yatağa düşünce, onunla helalleşmek için evine gitmiş, içeri girmeden kapıdan Aşık Veysel’in kızına ne niyetle geldiğini söylemişti. Kızı hemen babasına içeri gelebilir mi diye sormuştu. Aşık Veysel “İstiyorsa gelsin.” demişti. Fakat Esma, kapıdayken ona yaşattıklarını düşünmüş ve ondan helallik alacak yüzünün olmadığının farkına vararak gitmişti. Esma belki de yıllarca pişmanlık yaşamıştı ama bu hayatı o seçmişti ve sonuçlarına da böyle katlanıyordu. Ömrü sürekli dert çekerek geçen Aşık Veysel’in kimseden görmediği vefayı topraktan gördüğünü söylemesi Esma yüzündendir belki de. Fakat o gerçek aşkı Gülizar’da bulmuştu. Güzel bir ömür geçirememişti belki ama onunla ömrünün sonunu güzel bir şekilde bitirmişti.

ABDURRAHİM KARAKOÇ VE MAHZUNİ ŞERİF (ODA TV)

A. Karakoç, bir yayında Mahzuni’den şöyle bahseder; “Mahzuni benim memleketlim. Aslında fazla solcu birisi değildi. Kendisi de ailesi de hepsi sünniydi…gençliğinde içen birisi, bir de saz çalan. Bizimkiler tarafından dışlanan birisi, o da üç beş Alevi ailesi vardı, onların içine gitti. İyi ki de gitti, yoksa bizimkiler bir “Mahzuni” çıkartamazdı. Mahzuni beni bilir ben de onu bilirim. Yaşça benden küçüktü. Ben Elbistan’da çıkan bir gazetede, kültür-sanat sayfasını yapardım, şiirlerini getirirdi. O zamandan beri dostluğunu, saygısını hiç eksik etmedi, ben de ondan” .

MAHZUNİ ŞERİF (ŞERİF CIRIK / 19402002)

“ASRIN OZANI” sitesinden özet alınmıştır.

Bütün Elbistan ve Malatya’da, o günün büyük mürşidi ve evliyası olarak bilinen Seyyid Hacı Mehmet Dede, aşık Mahzuni Şerif’in babası Zeynel’in öz dedesidir.

Seyyid Mehmet’in 1800’lerin başında vefatıyla, Cırıklı ve Ağuçan (Ağuiçen) Türkmenleri, asimile edilerek sünni yapılan Hasan köyde kalır. Dersim’den, Horasan’dan, Hatay’dan Elbistan’a akın etmiş bütün Türkmen ve Yörük Alevileri asimileye uğrar. Köylere camiler yapılıp, imamlar tayin edilir.

Mahzuni Şerif, Barginekli Ağuçan Alevi Türkmenlerinden olup, nene tarafı Varto Hormekan Aşiretinden Razey’e (Irazca Hatun) mensuptur. Mahsuni 1940’ta Alevi ve Sünni Türkmenlerin birarada yaşadığı Berçenek köyünde doğar. Babası, ağaya çalışan ırgat Zeynel Cırık’tır. Annesi, Döndü hanımdır. “Şerif” adı 1940’ın martında ölen amcasının adını yaşatmak için verilir. “Mahzunimahlası, üzüntülü ve mahcup hali nedeniyle tasavvuf dersleri aldığı Cırık Dede tarafından verilir.

Berçenek’te ilkokul olmadığı için, “Elbistan Alembey Köyü Lütfü Efendi Medresesi“nde Kuran eğitimi alır. 1956 yılında köye ilkokul açılmasıyla buradan mezun olur. Sonrasında Mersin Astsubay Okuluna gider. 1960 yılında da Ankara Ordu Donatım Teknik Okulunu bitirir. Başarısının gereği, Kuleli Askeri Lisesini haketmesine karşılık, sosyalist ve alevi halk edebiyatına gönül vermesi nedeniyle ordudan ihraç edilir.

Mahzuni daha 10-12 yaşlarındayken ana babasının baskısıyla, dayısının kızı Emine ile bir süre nişanlı kaldıktan sonra imam nikahıyla evlenir ve bir kızları olur.

Mahzuni, “bu evlilik çok sürmedi. Bir mektupla karımı boşadım” der.

1961’de Ankara’da İtalyan asıllı Sovina ile tanışır. Onunla evlenmek ister ancak Sovina daha 14 yaşındadır. Bunun üzerine kaçırıp köye götürür.

“Bir yandan 14 yaşında yabancı asıllı kızı kaçırmış, bir yandan da okul ve asker kaçağı olarak aranıyordum” der.

Mahzuni, adını ‘Suna‘ yaptığı Sovina’yı çok sever.

” İkinci eşim Suna’ydı, önce ikiz doğurdu. Ferhat ve Şirin koydum adlarını. Bir de Emrah geldi arkalarından. Suna’yı seviyordum ama arkadaşlarım kötü yola sevkettiler onu. Şimdi çeşitli pavyonlarda şantözlük yapıyor” der.

(“Kötü yola sevkettiler” dediği kişilerin, en yakın arkadaşları “Ali Ekber Çiçek ve Mahmut Erdal” olduğu, özellikle de Suna’yı kandıran, evi kendisi için terketmesini sağlayan kişinin, Ali Ekber Çiçek olduğu söylenir. ‘bilgeler.net’)

Mahzuni, bu evlilikten sonra üçüncü evliliğini uzaktan akrabası olan Fatma Özdemir ile yapar. Bu evlilikten de dört çocuğu olur; Derya, Ali, Şeyda ve Yetiş.

Mahzuni, her zaman siyasetin içinde olur. ” İşçi Partisi benim ilk göz ağrımdır ve CHP‘de de üyeliğim vardı” der.

Deniz Gezmiş’lerin idamını protesto eden söylemlerde bulunur. Zamanın başbakanı Nihat Erim’e, “erim erim eriyesin” der. N.Erim de “herkes başbakanı sevmek zorunda değil” diyerek şikayetçi olmaz. Mahzuni, “eğer şikayetçi olsaydı dört yıl yerdim, şikayetçi olmadı onbuçuk ay hapis yattım” der. Mahkemede sorulması üzerine, “elhamdülillah Kızılbaşım ve laikim. Ben değil yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir” der.

CHP’den milletvekili adayı olur ancak kazanamaz. SHP Genel Başkanı, Murat Karayalçın’ın “danışman”ı olur fakat “danışmıyorlar” diye istifa eder.

Mahkemeleri, mahkumiyetleri, işkence görmesi, evinin ailesiyle bulunduğu esnada bombalanmasına kadar, zalimin karşısında mazlumun yanında Pir Sultan’dan ilhamla bütün yaşamı mücadele içinde geçer.

Mahzuni, son yıllarında hastadır. Beyin kanaması, kalp ve solunum yetmezliği geçirir. Ölüme karşı üç kez galip geldiğini söyler fakat bu hastalıklar yakasını bırakmaz ve Almanya’nın Köln şehrinde, 62 yaşında hayata veda eder. Vasiyeti üzerine cenazesi, Hacı Bektaş’a getirilerek defnedilir.

SPİNOZA’NIN TANRISI (1632-1677)

Portekiz asıllı yahudi bir ailenin çocuğu olarak Amsterdam”da dünyaya gelir. Altı yaşında annesini, yirmi iki yaşında da babasını kaybeder.

Babasının da isteğiyle her yahudi çocuğu gibi dini eğitimden geçer. Ancak daha onbeş yaşındayken, sinagogda kuşkucu bir gencin kırbaç cezasına çaptırılması üzerine ilk kez kurumsallaşmış dini otoriteyi sorgulamaya başlar. Üç yıl içinde de Talmud derslerini bırakıp, felsefeye yönelir.

1655’te Baruch Spinoza, ‘tanrının bir bedene sahip” olduğunu söylemesi üzerine, Yahudi Cemaati Mahkemesi tarafından, “Tevratı reddeden materyalist” olduğu hükmüyle “din dışı” olmakla suçlanır.

1656 yılında da “tanrının, evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliğinin olmadığını söyler. Tevratın da tanrının doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğunu savunduğu için yahudi cemaatinden “aforoz” benzeri bir ceza olan “cherem” senediyle kovulur.

1660 yılında sinagogun, ” her türlü din ve ahlak için tehdittir” şikayeti üzerine yaşadığı şehir olan Amsterdam’ı da terketmek zorunda kalır. Zira cemaatin azmettirdiğine inandığı, bıçaklı saldırıdan ucuz kurtulur. Bıçağın yırtıp deldiği paltoyu, ölünceye dek giymeye devam eder.

Spinoza, “Descartes dualizmi”ne tekçi (monist) bir karakter kazandırmaya çalışır. Ona göre tanrı ile varlık, ruh ile beden, etik ile metafizik aynı şeydir. Tanrı, varolan yegane cevherdir. Yıldızlardan tutkularımıza kadar herşey yaratılmamış bu ezeli cevherle doludur. Ortaya çıkan kozmik düzen, öylesine uyumlu bir nedenselliğe sahiptir ki, burada tesadüfe de mucizelere de yer yoktur. Evrenin her zerresi akılla doludur ve “tanrı” denilen kavram doğadaki nedensellikten başka bir şey değildir. Tanrıyı akılla anlamak mümkün olduğundan, inanca yer yoktur.

Spinoza’nın peygamberler ile ilgili görüşleri ise çok çarpıcıdır. Ona göre peygamberler, tanrı ile farklı şekillerde irtibat kurabilen özel kişilerdir. Sıradan insanlara göre muhayyileleri daha güçlüdür. Ona göre İsa peygamber, tanrıyla doğrudan konuşabilen tek peygamberdir. Çünkü, tutkularının esiri olmayan tek peygamber odur. Başta mucizeleri olmak üzere İsa Mesih ile ilgili anlatılanların çoğu ise sonradan uydurulmuş hurafelerdir.

Mesihin mistik yönünü yok sayıp, onu bir bilgeye dönüştürmesi ilahiyat çevrelerini çileden çıkarır fakat geri adım da atmaz.

Özellikle ilahiyat çevreleri, onun tanrı-doğa ilişkisi üzerine panteist fikirlerinin; deist, ateist düşüncelere kapı araladığını söyler.

14.Louis’e ithaf edilmek üzere bir kitap yazması karşılığında ömür boyu kraliyet maaşı teklif edilmiş ancak ahlaki sebeplerle reddetmiştir. Aynı yıl, Almanya’nın en eski üniversitesi olan Heidelberg Üniversitesi Felsefe Bölümü, “halkın inançlarına saygı göstermesi” halinde profesörlük teklif etmiş ancak şart koşmaları üzerine bu teklifi de reddetmiştir.

Spinoza’nın metafizik görüşlerinin, kendisinden yüzyıllar önce yaşamış Muhyiddin İbni Arabi’nin, “Vahdeti vücut ” görüşüyle benzerlikler gösterdiği de bazı çevreler tarafından söylenmektedir.

1652 yılında babasının tüm karşı çıkışına rağmen mercek yontma işine başlar. Geçimini bu şekilde sağlar. Ancak 45 yaşındaki ölümünün de solunum yolları üzerindeki etkileri nedeniyle, bu yontma işinden kaynaklandığı düşünülmektedir.

Sağlığında yayınlamak istemediği için, “Etika” dahil pek çok eseri, ölümünden sonra yayımlanmıştır.

KISSADAN – 9

Ocak 2nd, 2023

  311 NOLU ODA

 Güney Afrika’nın Cape Town şehrindeki bir hastanede, her cuma 311 numaralı yoğun bakım odasına yatırılan hastalar ölü bulunmaktadır. Bu gizemli ölümlere, uzun süre açıklama getirilemez.

 Akla gelen her ihtimal tek tek değerlendirilir, ancak araştırmaların hepsi sonuçsuz kalır. Bu arada ölümler de devam eder. Son çare olarak, 311 numaralı yoğun bakım odası, kameralarla devamlı gözetim altına alınır.

 Sonuç çok trajikomiktir. Cuma sabahı saat 6’da odaları temizlemeye gelen temizlikçi kadın, hastanın bağlı bulunduğu solunum cihazının fişini çekerek, kendi elektrik süpürgesinin fişini takmakta, işini bitirdikden sonra da solunum cihazının fişini tekrar yerine takıp gitmektedir.

 WALDO SEN NEDEN BURADA DEĞİLSİN?

 “Sivil itaatsizlik”in önde gelen ismi Henry David Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında, kişi başına konan vergiyi, “ödediğim parayla insanlar öldürülecek” diye, ödemeyi reddeder. Bunun üzerine de “yasaya karşı gelmekten” suçlanarak tutuklanır.

 Kendisinden 14 yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan arkadaşı Ralph Waldo Emerson, hapiste kendisini ziyarete gelir ve sorar:

 “Henry, neden buradasın?”

  O da “Waldo, sen neden burada değilsin?” diye yanıtlar.

VİETNAM SAVAŞI VE MUHAMMED ALİ

Hristiyanlığı bırakıp islamı seçen ünlü boksör, Vietnam savaşına çağrıldığında katılmayı reddeder. Hakkında açılan “vatana ihanet davası”; 5 yıl hapis,10 bin dolar para cezası, boks lisansının ve pasaportunun iptali ile sonuçlanır.

Maç yapamadığı için ekonomik sıkıntıya düşer ve iflas ettiğini açıklamak zorunda kalır. Ailesinin yardımı ve üniversitelerde yaptığı para karşılığı konuşmalarla geçimini sağlar.

Savunmasında “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki, onlarla savaşayım ama kendi ülkemde sen zencisin diye sürekli aşağılandım, ikinci sınıf insan muamelesi gördüm” demiştir.

1970’te temyiz davasını kazanıp tekrar boksa döndü. Kariyeri boyunca yaptığı 61 maçtan sadece 5’ini kaybetti.

MİLYONLARCA İNSANI KURTARAN VE ÖLDÜREN NOBEL ÖDÜLLÜ:

FRİTZ HABER

Fritz Haber, 9 Aralık 1868 tarihinde  Polonya‘da Yahudi bir çiftinin oğlu olarak doğmuştur. Babası Siegfried Haber boya pigmentleri, boyalar ve ilaçlarla uğraşan tanınmış bir tüccardı. Doğumundan üç hafta sonra annesi Paula Haber’i kaybetti.

 Berlin‘de bulunan Friedrich Wilhelm Üniversitesi‘ne (Humboldt Üniversitesi) kimya bölümüne kaydoldu. Aldığı eğitim, amonyak sentezleme alanında birçok yeni keşif yapabilmesi için ona yardımcı oldu. Yahudi olmasının akademik kariyerinin gelişmesini engellediğini düşündüğünden dinini değiştirip Hıristiyanlığa geçmiş, ilk eşi Clara’yı da buna zorlamıştı.

Albert Einstein ve Fritz Haber yakın arkadaştılar fakat karakterleri ve siyasi görüşleri tamamen farklıydı. Albert Einstein kozmopolit bir bohem, Fritz Haber katı ve disiplinli bir Alman yurtseverdi.1889’da, bir yıllık zorunlu hizmet için Altıncı Bölge Topçu Alayı’na katıldı.

1906 yılında, Fiziksel Kimya ve Elektrokimya Profesörü ve Enstitü Müdürü olarak atandı. Buna rağmen çeşitli projeler üzerinde çalışmaya devam etti.

Fritz Haber, 1907 yılında hidrojen-oksijen yakıt hücresi hakkında ayrıntılı bir çalışma yaptı. Daha sonra 1909‘da cam elektrot üzerinde öncü bir çalışmaya başladı. Ancak 1908‘de amonyağın laboratuvar koşullarında nitrojen ve hidrojen gazıyla sentezlenmesini sağlayan ‘Haber Yönteminin icadı, en önemli çalışmalarından biri oldu.

 1914‘te 1. Dünya Savaşı başladığında, Savaş Bakanlığı Kimya Bölümü Başkanı oldu. Görevi, hendek savaşında kullanılmaya uygun ölümcül gazlar geliştirmekti. Sadece bu gazları geliştiren ekibi yönetmiyordu, aynı zamanda kullanıcıları koruyacak bir maske de icat etmişti.

Nisan 1915‘te cephede, çoğu Cezayir kökenli ellibin Fransız askerinin klor gazından ölümünü, büyük bir mutlulukla gözlemlemiştir.

Haber, savaş sırasında yeni ve “daha etkili” zehirleri geliştirmekten de sorumluydu. Alman ordusunda yüzbaşılığa terfi etmişti ama Berlin‘deki villasında yeni rütbesinin ilan edildiği gece eşi intihar etti. Çiftin Hermann adında bir oğlu vardı.

Polonya Yahudisi bir aileden gelen ve eğitimli bir kimyacı olan Clara Immerwahr Haber, hayatını evine, oğullarına adamıştı ancak kocasının yaptığı araştırmaların insanlara verdiği zararlar nedeniyle gittikçe hayâl kırıklığına uğramıştı. 2 Mayıs 1915’te Clara, kocasının zehirli gazlar üzerindeki çalışmalarını lanetleyerek intihar etti.

Clara’nın ölümü, Frizt Haber’in hayatında çok fazla şey değiştirmeyecekti.

Savaştan sonra bile, 1919‘dan 1923‘e kadar Alman Ordusu için gizli kimyasal silah programında çalışmaya devam etti.

Bir Yahudi olarak doğmuş olmasına karşın, uzun zaman önce Hıristiyanlığa geçmişti. Ayrıca, 1. Dünya Savaşı sırasında ülkesine yaptığı hizmet de “eşsizdi”. Bütün bunların kendisini vatansever bir Alman olarak kabul ettireceğini düşündü ama öyle olmadı. 1930 sonrası nazizim hızlı ve tedirgin edici şekilde yükselmeye başladı.

Haber, farklı alanlarda çalışmış olmasına rağmen, atmosferik nitrojen ve hidrojen gazları kullanarak amonyak sentezi üzerine yaptığı çalışmalarla da tanınıyor.Haber-Bosch Yöntemiolarak bilinen işlemle gübrenin endüstriyel biçimde üretimini sağladı ve bu da tarım mahsullerinin miktarını önemli ölçüde artırdı.

Haber-Bosch Süreci’ne ek olarak, Fritz Haber, Born-Haber Döngüsü ile de tanınır. Haber ve Max Born tarafından geliştirilen döngü, esas olarak bir iyonik katı maddenin kafes enerjisini hesaplamak için kullanılır.

Fritz Haber, Amonyak konusundaki çalışmaları nedeniyle 1918 yılında Nobel Ödülü‘nü kazandı. Buna karşın, kimyasal savaşın babası, zehirli gaz araştırmaları nedeniyle bir savaş suçlusu olarak tutuklanmaktan korkuyordu.

Weimar Cumhuriyeti’nin yeni Almanya’sında, karakteristik bir özgüvenle ‘yurtseverliğe’ devam etti.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1919-1923 yılları arasında Almanya‘nın gizli kimyasal silah geliştirme çalışmalarına yer almayı sürdürdü. 1920’lerde enstitüsünde çalışan bilim adamları, II. Dünya Savaşı‘nda Yahudi Soykırımı Holokost‘ta Nazi ölüm kamplarında kullanılacak ‘Zyklon B’ gazının öncülü sayılan ‘Zyklon A’yı geliştirdiler.

Adolf Hitler‘in 1933 yılında Şansölye (Başbakan) seçilmesiyle, Fritz Haber ve dünyanın geri kalanı için durum daha da kötüleşti. Naziler kısa süre sonra kamu hizmetlerindeki Yahudilerin işten çıkarılmasını isteyen bir emir yayınladı. Başında bulunduğu enstitü çalışanlarının yüzde 75’i Yahudi’ydi ve görevden alınmaları gerekiyordu. Fritz Haber bir süre oyalandı ve ardından istifa etti. Kaiser Wilhelm-II‘ın Almanya’sında büyümüştü, yeteneğinin takdir görmesini istiyordu. Aynı şekilde çalışanları da bunu hak ediyordu. Ebeveynlerinin ve büyükbabalarının kim olduğu önemli değildi.

Fritz Haber, kısa sürede vatanının elden gittiğine inanarak Almanya‘dan ayrıldı. Avrupa‘da dolaştı ve bir süre için İngiltere‘deki Cambridge Üniversitesi‘nde profesörlük yaptı. Oradayken, Fransızlar tarafından kendisinin bir savaş suçlusu olarak nitelendirilmesiyle İngilizler şaşkına döndü. Fritz Haber İngiltere‘den ayrılarak, amaçsızca Avrupa’da dolaştı, bu esnada sağlığı gittikçe kötüleşti. Bir sanatoryumda iyileşmek için, İsviçre‘ye giderken kalp krizi geçirdi. Fritz Haber, 1934‘te bir otelde yalnız başına öldü. Ölümünden hemen önce, zihnini ve yeteneklerini savaşın hizmetine vermesinden ötürü pişmanlığını dile getirdi.

Fritz Haber, bir sonraki dünya savaşı başladığında çoktan ölmüştü ancak araştırmalarının çoğu, Zyklon adında hidrojen-siyanür pestisiti de dahil olmak üzere, hâlâ kullanımdaydı. Naziler bu buluşu yeniden keşfettiklerinde, ihtiyaçlarını mükemmel bir şekilde karşılayacağını fark ettiler. Gerekli olan tek şey, formülde yapılacak küçük bir değişiklikti. Zyklon-B, Fritz Haber’in yeğenlerini, torunlarını, arkadaşlarını ve diğer milyonlarca Yahudi insanını Auschwitz‘in gaz odalarına doldurulduktan sonra öldürecek olan gazdı.

Talihin bu acı mı acı cilvesi, belki de Fritz Haber hakkında anlatabilecek en dokunaklı gerçeklerden biriydi. Hayatı, kör bir vatanseverlikten daha derine gidiyordu. Sadece bir Alman Yahudi‘si değildi, bir insandı. Yaratıcı ve yıkıcı, sıcak kalpli ve acımasızdı. Araştırmalarıyla insanlığa büyük miktarlarda besin katkısı sağlarken, diğer yandan binlerce insanın acı dolu ölümleriyle mutlu oldu. Lüks içinde yaşarken, kaçarak, saklanarak ve yokluk içinde bir otel odasında tek başına, 29 Ocak 1934 tarihinde İsviçre‘de 66 yaşında ölmüştür.

ALEKSANDR PUŞKİN’İN ÖLÜMÜ

(ORHAN TÜLEYLİOĞLUMİLLİYET SANAT)

1836 kışı Petersburg sosyetesinde şairi kıskananlar, eşi Natalya ile ilgili alçakça bir iftira uydururlar. Eşinin adını önce Çarın sonra da Baron Dantes’in sevgilisi diye etrafa yayarlar.

Puskin, kendisi ve ailesini korumak amacıyla Dantes’i, zamanın geleneği olan düelloya davet eder. 27 Ocak 1837 de Dantes ile yaptığı düello yirmibirinci ve son düellosu olur. Ağır yaralanan Puskin, iki gün sonra yaşama veda eder.

Ölümünden sonra Dantes’in havaya ateş ettiği ancak başta Çar olmak üzere, komplo kuranların keskin nişancısı tarafından vurulduğu iddia edilmiştir.

Rusya’dan sürülen Dantes, Fransa’ ya yerleşip politikayla uğraşır. Yıllar sonra Maksim Gorki’yle karşılaşlaştıklarinda ona elini uzatır. Gorki :

“Afedersiniz beyefendi, ben büyük Rus şairini vuran eli sıkmam” der. Dantes öfkeyle:

“Benim elim onurunu korudu. Öldürmek için ateş etmedim’ der.

Gorki, Dantes’i düelloya davet eder ancak Dantes buna bir mektupla cevap verir.

“Doğmakta olan Rus şiirini güneşinden yoksun kılmak istemiyorum. Aramızdaki ihtilafı sona ermiş olarak kabul etmenizi saygılarımla bildiririm” der.

II.ABDÜLHAMİD VE ŞAMLI REŞİT EFENDİ

(Dr. AHMET ANAPALI’dan alıntıdır)

Abdülhamid Han, birgün danışmanı Süleymaniye medreseleri baş müderrisi Şamlı Reşit Efendiyle dertleşirken şöyle der:

“Hocam; defterdarım, katibim, odacım, kapıdaki çaycım saraydaki herkes casus. Hepsini deşifre ettim, kullanıyorum ama bu durumdan çok sıkılıyorum” diyerek gözyaşları içinde Reşit Efendinin omzuna yaslanır.

Şamlı Reşit Efendi, Abdülhamid Han ile aralarında geçen bu olayı, yıllar sonra gerçek ismi Arminius Frederick Vambery adıyla yayınladığı hatıralarında şöyle anlatır:

” Herkesi çözmüş ama beni çözememiş”.

Şamlı Reşit Efendi, İngilizlerin Şam’a, Mısır’a ve İstanbul’a yerleştirdiği dört ajandan biridir. Fıkıh kitapları vardır. Tefsir konusunda “dersiam“dır. Süleymaniye medreselerinin baş müderrisidir. Efendi hazretleridir. “Şazeli” ve “Halveti” tarikatlarında “seyr-u süluk” sahibidir.

***********

Şamlı Reşit Efendi gerçek adıyla Arminius Frederick Vambery (1831-1913) Macar Musevisi fakir bir ailenin çocuğudur. Macarların, Türk soylu olduğunu savunan bir Türkolog olup, Turancı görüşleriyle Osmanlıda büyük heyecan yaratmıştır. Küçük yaşlarda dil öğrenmeye yatkınlığıyla Türkçe, Macarca, Almanca, İtalyanca, Rusça, Farsça, latince, İbranice dillerinde uzmanlaşmış dilbilimcidir.

KISSADAN / 8

Mart 2nd, 2022

İSKENDER LAHDİ VE OSMAN HAMDİ BEY

İskender Lahdi, aslında M.Ö 4. yüzyılda yaşamış, Sidon kralı Abdalonymos‘a ait olduğu düşünülmektedir. Lahdin üzerinde, İskender’in Perslerle yaptığı savaşlara ilişkin rölyefler bulunduğu için, “İSKENDER LAHDİ” adıyla tanımlanmıştır.

1887 yılında, Osman Hamdi Bey başkanlığında yapılan, Sayda’daki (Sidon – Lübnan) arkeolojik kazılarda bulunmuştur. İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen, en önemli eser olarak kabul edilmektedir. Eser, İstanbul’a getirildiğinde sergilenebileceği tek müze vardır, o da Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Çinili Köşk Müzesi (1472). Osman Hamdi Bey buraya, müze müdürü olarak atanır (1881). İlk işi, restorasyondan geçirdiği köşkü, çini ve seramiklerin sergilendiği bir müze olarak yeniden ziyarete açmak olur. Bunun dışında tarihi eserlerin sergileneceği bir müze olmadığından, mimar Alexandre Vallaury’e “İstanbul Arkeoloji Müzesi”ni yaptırıp, 13.06.1891 tarihinde ziyarete açar.

II.Abdülhamit, Osman Hamdi Beyin binbir güçlükle İstanbul’a getirdiği lahdi, II.Wilhelm’e dostluk hediyesi olarak vermeye kalkınca, Osman Hamdi Bey, kendisini Galata Kulesinden atacağını söyleyerek kıyameti koparır. Hamdi Beyin ikna edilemeyeceğinin anlaşılmasıyla, lahdin verilmesinden vazgeçilir. Hamdi Beyin, Sultan karşısında bile böylesine bir yaptırım gücünün olması, ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.

Lahit, o vakitler Osmanlıya bağlı olan Lübnan’daki Sayda’dan, İstanbul’a gemi yoluyla getirilecektir. Ancak kaptanlar, “bu yük ağır, gemiyi batırır” diyerek taşımayı reddederler. Bunun üzerine Hamdi bey, Lahdin üzerine çıkıp, kendisini zincirle bağlar. Bütün çabalara rağmen vazgeçiremezler. En sonunda taşımayı kabul edip, zorlu bir yolculukla İstanbul’a getirilir. Maalesef bu eser de mezar soyguncularının hışmına uğrar. Taş heykellerin ellerinde tuttuğu, gümüş ve altın silahlar çalınmıştır. Buna rağmen, insanı huşu içinde bırakan olağanüstü bir eserdir.

Osman Hamdi Bey (30.12.1842 – 24..02.1910) ilk Türk arkeoloğu, ilk modern müzecisi, ressam ve Kadıköy’ün de ilk belediye başkanıdır. Sakız adasından ufak yaşta evlatlık olarak gelen, Rum asıllı Osmanlı sadrazamlarından İbrahim Ethem Paşa’nın oğludur.

Bağdat’ta ilk arkeolojik çalışmasını yaptıktan sonra gerekli yasanın çıkarılmasını sağlayarak, modern arkeoloji biliminin Osmanlıdaki temellerini atmıştır. En önemli kazısı, İskender Lahdini bulduğu (1887-88) Lübnan kazılarıdır.

Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’sinin (1883) kurucusudur. Günümüzde halen Mimar Sinan Üniversitesine bağlı “Güzel Sanatlar Fakültesi” olarak hizmet vermektedir.

Türk resminde, ilk figürlü kompozisyon kullanan ressamdır. En tanınan eserleri, “Kaplumbağa Terbiyecisi” ve “Silah Taciri”dir.

TÜRKÇE

“En çok sevdiğim ve hayran olduğum dil, Türkçedir. Türkçeyi öğrendiğimde 22 dil biliyordum, şu an da 50 civarında dil öğrendim ve benim cevabım hep aynı. Çok farklı sistemlere sahip diller öğrendikten sonra, hala en çok hayran kaldığım dil, yapısı en mantıklı, matematiksel bulduğum dil, Türkçedir.” Pof.Dr. JOHAN VANDEWALLE

“Türkçeyi söyleyip yazmak için en ufak bir istek beslememiş olsa dahi bir Türkçe grameri okumak bile gerçek bir zevktir. Kiplerdeki hünerli tarz, bütün çekimlerde egemen olan kurallara uygunluk, yapımlarda baştan başa görülen saydamlık, dilde pırıldayan insan zekasının harika kudretini duyanlar, hayrete düşmekten geri kalmaz. Bu öyle bir gramerdir ki, bir billur içinde bal peteklerinin oluşunu nasıl seyredebilirsek, onda da düşüncenin iç oluşlarını öyle seyredebiliriz…Türk dilinin gramer kuralları o kadar düzenli, o kadar kusursuzdur ki, bu dilin, dil bilginlerinden oluşmuş bir kurul, bir akademi tarafından bilinçle yapılmış bir dil sanmak olasıdır.” MAX MÜLLER (Science of the Langnage)

“Bir çok yabancı dil bilirim. Bu diller arasında Türkçe, öyle farklı bir dildir ki, yüz yüksek matematik profösörü bir araya gelerek Türkçeyi yaratmışlar sanki…Bir kökten bir düzine sözcük üretiliyor. Ses uyumuna göre anlam değişiyor. Türkçe öyle bir dildir ki, başlı başına bir duygu, düşünce, mantık ve felsefe dilidir. Prof. Dr. DAVİD CUTHELL

PROFÖSÖR, OSMAN GÜREL HOCANIN ARDINDAN

Osman hocayla iki binli yılların hemen başında Datça’da tanıştık. Aynı pansiyonda kalıyorduk. Kendisi onbeş yıldır bu pansiyona geliyormuş. Tüm pansiyon çalışanlarıyla adeta akraba olmuş, herkes tarafından çok sevilen ve sayılan birisiydi. Önceleri eşiyle geliyormuş ancak kendisinin kabullenemediği olaylar neticesinde eşinden boşanmış. Eski eşinden söz açıldığında her seferinde ses tonu yükselip, öfkeleniyordu.

“Hocam çok alkol alıyorsunuz, sağlığınızı bozmasın!” dediğimde, “bu sefer böyle, sadece tatil döneminde” demişti.

Osman hocayla tanışmadan önce, gazetede yazdığı birkaç makalesini iyi hatırlıyordum, dostluğumuz için iyi bir başlangıç olmuştu. Hocanın nerdeyse her konuda birikimi ve olağanüstü etkileyici bir konuşma tarzı vardı. Konuşmaya başladığında giderek artan bir kalabalık eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız keyifli dakikalar başlıyordu.

Bir gün Emre Kongar’dan bahsederken, “ne zaman karşılaşsak, Emre bey yukardan kesecek ya bastıra bastıra; sizi bir yerden gözüm ısırıyor ama nerden?” dedikten sonra kahkahayı patlatıyordu.

O yaz kısa ama samimi dostluğumuzu unutmamış, imzalı birkaç kitabını posta ile göndermişti.

 Gönül dostu sevgili hocam, nurlar içinde yatın.

FREUD’U KURTARMAK (ANDREW NAGORSKY’ den mini özet)

Nazilerin Avusturya’yı işgali ile Psikanaliz biliminin kurucusu ve aynı zamanda yahudi olan Sigmund Freud (1856-1939), Goethe’den gelen bir ulusun, bu denli kötüye gidemeyeceğine inanarak büyük bir yanılgıya düşmüştür.

Bu yanılgı ona ve 24 kişilik kalabalık ailesine çok pahalıya malolacakken dostları, ABD Viyana Başkonsolosu John Wiley, 1939 da ağız kanserinden ölümüne kadar, onu Viyana’da zor koşullarda bile terk etmeyen kişisel doktoru Max Schur, Freud’un toplam mal varlığının dörtte biri olan uçuş vergisini ödemeyi kabul eden Napoleon Bonaparte’ın yeğeni de olan, kendisine “orgazm tedavisi” uyguladığı ve platonik aşkı prenses Marie Bonaparte ve daha bir çok kişinin yardımıyla 1938 yılında İngiltere’ye göç etmeleri sağlanmıştır.

Freud, ailesi ve çok sevdiği köpeği Lün ile önce Paris’e oradan da Londra’ya geçerek özgürlüğüne yeniden kavuşabildi. Ne yazık ki, dört küçük kız kardeşi yakalanarak toplama kamplarına götürülmüş ve katledilmişlerdir.

KURAN TİLAVETİ VE FRANSIZ SEFİR

Fransız sefiri bir camide kuran tilaveti dinler, çok duygulanır ve “mollaya 40 altın verin” der. Sefir bir başka zaman yine kuran tilaveti dinler ancak imam da ne ses vardır ne makam. Sefir, “buna 80 altın verin” der. Yanındakiler, “ekselansları geçen sefer 40 altın vermiştiniz” deyince sefir, “o beni dinimden çıkarıyordu bu geri döndürdü” yanıtını verir.

MUSSOLİNİ ANTALYA’YI İSTİYOR

1930’lu yıllar… İtalya devlet başkanı faşist Mussolini’dir. Bir harita yayınlar. Anamur burnundan kuzeye doğru, Konya ve batıya doğru Isparta ve Aydın illerini kapsayan bir haritadır bu. Sürekli demeç verir. “Bu haritada gösterilen yerler İtalyanlarındır. Gidecek ve oraları alacağım” der.

1934 yılına gelindiğinde, Mussolini iyice şımarmış, Antalya’nın İtalyanlara verilmesi gerektiğini söyleyerek tehditler savurmaya başlamıştır. Ayrıca İtalyan öğrencilerini, Roma’daki Türk Elçiliği önünde “Antalya’yı istiyoruz” diye avaz avaz bağırttırıyordu.

Atatürk, o günlerde İtalyan Büyükelçisinin Ankara Palas’ta yemekte olduğunu duyunca, onun yanındaki masayı kendisine hazırlamalarını söyler ve yanyana geldiklerinde:

“Antalya’yı istiyormuşsunuz. Antalya, bizim İtalya’daki elçimizin cebinde değil ki, çıkarıp size versin. Antalya buradadır, Anadolu’da? Niçin gelip almıyorsunuz? Ekselans Duçe’ye (Mussolini) bir teklifim var, ordusunu göndersin, kazanırsa Antalya onun olur.”
Büyükelçi:
“Bu bir savaş ilanı mı ekselans?” diye sorar, Atatürk:

“Hayır, ben burada herhangi bir vatandaş gibi konuşuyorum. Türkiye adına savaş ilanına sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkilidir. Ama şunu da hatırlatayım, Büyük Millet Meclisi, zamanı gelince, benim gibi basit yurttaşların duygularını da göz önüne alır.”

Büyükelçi yemeğini bitirip, tek kelime söylemeden ayrılır.

Mussolini’nin hala aynı saçmalıklara devam ettiği görülmekte idi. Sanki, Atatürk’ün o sözlerine cevap vermek istiyormuşçasına, Rodos Adasına asker yığmaya başlar.

Birkaç ay sonra da İtalyan Büyükelçisi, randevu talep edip gelir. Büyükelçiyi günlük kıyafetleriyle karşılayan Atatürk:

“Bana on dakika müsaade etmenizi rica ediyorum”, diyerek yandaki odaya geçip mareşal üniformasını ve çizmelerini giymiş olarak elçinin yanına döner:
“Buyurun, şimdi sizi dinliyorum” der.

Büyükelçi, afallamış gözlerle Atatürk’e:

“ Ekselanslarına, Duçe’nin selamlarını ve iyi dileklerini takdim etmek için rahatsız etmiştim” der ve müsaade isteyip çıkar.
Ertesi gün Mussolini, Rodos’daki askerlerini geri çekmiş, bir daha da Antalya’nın adını ağzına almamıştır.

KISSADAN / 7

Ocak 25th, 2022

RUANDA SOYKIRIMI (Onedio.com)

 Ruanda Katliamı, emperyalizmin çıkarları için insanları, siyah-beyaz ayrımını, hatta siyahların kendi aralarında burun ve vücut yapılarına göre ayrımını ve bu ayrımın sonuçlarını yüzümüze en sert biçimde vurduğu olaydır.    

Üstelik bu olay 1800’lerde olmuyor daha dün diyebileceğimiz tarihte 1994’de gerçekleşiyor. Ve bu katliamdan şu anda bile birçok kişinin maalesef haberi yok.

Ruanda, küçük bir orta Afrika sömürge ülkesidir. Ruanda nüfusunun %1’i Prigme idi. Prigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu.

Afrika siyasetinde yönetenler ile yöneticilerin birbirinden ayrılması politikasını izleyen Belçikalıların, insanları akıl dışı kriterler kullanarak Tutsi ve Hutu diye ayırmıştır. Tutsiler’in daha ince yapılı ve narin olduğunu iddia edilmiş ve halk uzun boylu, güzel görünüşlü kişileri Tutsi olarak sınıflandırmış. Belçikalılar ilk başlarda Tutsiler’i el üstünde tutup onlara ayrıcalıklar tanımıştır. Ve bu desteklemeyi yapıp Tutsiler’i maşa olarak kullanarak Hutuları hayatın her yerinde ezmiştir.

Az olanların, Hutuları uzun bir süre ezdikten sonra 1950’lerden sonra da Hutuları desteklemiştir. Tabi bu ani dönüş, 1890’dan 1950’ye kadar ezilen Hutuların, geçen bu süredeki kendilerine yapılan haksızlıklardan öç alma düşüncesini ortaya çıkardı. Artık güç Hutular’dadır ve 60 yıllık zulmün doğurduğu düşman %9’luk Tutsiler’dir. Yani Hutu-Tutsi diye bir şeyin olmadığı sadece Belçikalıların çıkarları için bir halkı birbirine zulüm ettirerek birbirine düşman haline getirmesidir.

1950’den sonra Hutular desteklenince, ilk ‘öç alma’ 1959’da başlıyor. Belçika desteği ile ayaklanan Hutular, yaklaşık yirmi bin Tutsi’yi katletti. Maalesef bu sayı sadece başlangıçtır. Olaylardan kaçan iki yüz bin Tutsi, çevre ülkelerin kamplarına kaçtı. 1962 yılında Ruanda bağımsız olur. İktidara gelen Hutu Hükümetinin ilk işi, Tutsilerin haklarını budamak oluyor. Tutsiler toplumun her yerinde dışlanıyor, haklarına kısıtlama geliyor. Hatta hükumet vatandaşı olduğu Tutsileri, ‘Karafatma’ olarak adlandırıyor. Birçok Tutsi göç ediyor. Çevre ülkelere sığınıyor.

İyi eğitimli olan Tutsiler; Uganda, Tanzanya gibi sığındığı ülkelerin yönetiminde yüksek makamlara geliyorlar. Sürgündeki Tutsiler, ülkelerine geri dönmek için ‘Ruanda Yurtseverler Birliğini'(RYB) kuruyorlar. Gerisi bilindik hikaye devlet tarafından ezilen halk, devlete karşı gerilla savaşı başlatıyor. RYB silahlanıp, 1990’da hükumet ile silahlı mücadeleye giriyor. 1992’ye kadar iç savaş sürüyor. 1992 de silahlı mücadele sona eriyor. Artık siyaset ortamında sorun çözülecekti. Tabi bu koca bir yalan…

Devlete karşı silahlanan Tutsilerin silahlı kanadı RYB, silahlarını bıraktı artık herkes bu işin kan dökülmeden biteceğinin sanıyordu. Bu sorunun kökten çözülmesi gerektiğini düşünen aşırı milliyetçi Hutular, ‘İnterahamwe’ adı verdikleri yarı askeri bir örgüt kurdular. Ülkenin her köşesinde örgütlenerek tüm Tutsileri ve savaş karşıtı Hutuları fişlediler. Tüm Tutsiler kayıt altında idi.  

 Ordudaki Hutu subayları da milisleri eğitiyordu. Ülkenin ekonomisi kötü olduğundan, ateşli silah temin etmek kolay değildi. Bu yüzden Çin’den yüz binlerce satır ve pala siparişi verildi, tanesi 50 centten. Ama yine yetmiyordu İnterahamwe milislerine, satır yetmeyenlere ise ucu sivri sopa verildi. Artık yangını başlatacak bir kıvılcım bekleniyordu.

Katliam için her şey hazırdı. Katiller satırlarını bileyliyor, harekete geçmek işaret bekliyorlardı. O işaret, 6 Nisan 1994 tarihinde bir Hutu olan, Ruanda devlet başkanının uçağı, başkent Kigala’da düşürülmesiyle herşeyin fitili ateşlenmiş olur.                                                                                            

6 Nisan günü, dünya tarihinin en kanlı günlerinden biri yaşandı. Ülkenin resmi devlet radyosundan yapılan katliam çağrısı ile Irkçı Hutular, başta eğitimli Tutsiler olmak üzere önceden belirlediği tüm Tutsileri, doğramaya başladı. Parası olan Tutsiler, ücret karşılığında ateşli silahlarla öldürülmeyi seçebiliyorlardı. Parası olmayanlar ise pala, bıçak, taş ile acı çektirilerek öldürüyorlardı. Artık yorulan Hutular dinlenmek için yakaladıkları Tutsilerin kaçmamaları için aşil tendonlarını kesiyorlardı. Katliamların ilk günü böyleydi. Ama yine de umut vardı Tutsiler için, çünkü ülkede barışı sağlamak için gelen BM askerleri vardı. Tek umut onlardı. Tabi bilmiyorlardı güvenecekleri insanlar onların zaten bu duruma getirenler olduğunu…

Hükumet kanadı olaylara müdahale etmiyor. Hatta göz yumuyor. Hatta ve hatta ordu saldırganlara silah temin ediyordu. Tutsiler hükûmetten fayda gelmeyeceğini anlayınca tek umudu, BM oldu. İşte burada o demokratik, hümanist Avrupa’nın yüzünü tüm dünya görecekti. Olaylardan önce Ruanda da görevli BM komutanları, Genel Sekreterliğe katliam uyarısında bulundu ve önlem almanın gerekli olduğu iletildi. Ama Genel Sekreterlik, olaylara müdahale yerine gözlem yapma görevini verdi. Katliam sırasında Ruanda da 2.500 civarı BM askeri vardı. Ama olaylarda 10 Belçika askeri öldüğü bahanesi ile BM Güvenlik Konseyi aldığı kararla, asker sayısının 240’a düşürülmesine karar verildi. Yani BM, insanları cellatlarına teslim ediyordu.

İnterahamwe’nin çekindiği tek güç olan BM barış gücü de gidince artık katliamın şiddeti insan aklının hayal edemeyeceği yerlere geldi. Ülkede artık ceset koyacak yer kalmadı. Ülkedeki Kagere Nehrinden bir günde altmış bin insanın cesedi kıyıya vurdu. Bu sadece kıyıya vuranların sayısıydı. Komşunuz sabah kalktığınızda elinde balta ile sizi parçalamaya geliyor. Şehirdeki cesetleri yemek için aç hayvanlar şehre indi. Hutuların gözü o kadar kararmıştı ki, cesetleri yiyen köpeklere sinirlendikleri için köpeklerin önemli bir kısmını öldürdüler. Radyolar sürekli ‘Böcekleri ezin!’ anonsu yapıyorlardı.

1948’de imzalanan bir anlaşmaya göre ABD ve Fransa soykırım yaşanan bölgelere müdahale etmeye söz vermiştir ama buradaki katliamda ikisi de sorumluluktan kaçıyorlardı. BM ve Avrupalı devletler, müdahale etmemek için bu yaşanan katliama, soykırım tanımlaması yapmıyorlar. Ölü sayısı bu şekilde 600 bine çıkıyor. Ve RYB, Tutsileri kurtarmak için tekrar silahlanıyorlar. Tutisiler için yine tek kurtuluş yolu, RYB gerillalarıdır. 

Tutsileri kurtarmak için ülkesinin doğusundan başlayarak ilerleyen RYB önüne kattığı katliamcı Hutularla beraber, katliamın kalbi olan başkent Kigali’ye doğru ilerliyordu. Ülkede Tutsiler için işler iyiye gittiği anda Fransa bir karar aldı. Şu ana kadar ölenler için kılını kıpırdatmayan Fransa bir anda, “Ruanda’da katliam, soykırım var ve biz bunu durduracağız” diyerek ülkenin meşru hükumeti olan Hutu gücüne soykırımı durdurması için silah yardımında bulundu. Böylece Hutular, Fransa koruması altında katliamlarına devam eder.

RYB yavaş yavaş kasabaları ve insanları kurtarıyordu. Zaten Hutu milisleri artık öldürecek Tutsi bulamıyorlardı. Nihayetinde BM Güvenlik Konseyi, katliamın başladığı 6 Nisan tarihinden 2 ay geçtikten sonra haziran ayında Ruanda’da katliam yaşandığını kabul etti ve Ruanda için toplanma kararı aldı. Toplantılarda bölgeye gönderilecek barış gücü askerlerinin masrafları konusunda uzun uzun tartışıldı. Toplantılarda Fransa olayların soykırım olmadığını, hükumeti destekleyerek bu sorunun çözülebileceğini savunuyordu. Hararetli tartışmalar sonunda 23 Haziran tarihinde bölgeye geçici barış gücü askerleri ve olayların soykırım olup olmamasını araştırmak için BM temsilcisi gönderildi. Sonunda ülkede yeniden barış gücü güvenli bir bölge kurarak, insanları buraya toplamaya başlamıştır.    

Bunlar devam ederken RYB ilerlemeye devam ediyordu ve RYB gerillalarının ellerinde otomatik silahlar olduğu için geneli palalı, satırlı olan İnterahamwe üyelerinin çekilmesi kolay oluyordu. RYB’nin intikam amacından korkan Hutu hükumeti yöneticileri, İnterahamwe üyeleri ve Hutu halkı yaklaşık 3 milyon kişi bulundukları yerleri terk edip çevre ülkelere sığındı. Olayların üstünden 100 gün gibi bir süre geçmişti.

RYB’nin ilerleyişi ile Hutularda çekilmişti. Ülkede devlete ait hiçbir resmi organ, hiçbir resmi yetkili yoktu. Başkentte yağmalanmamış, yıkılmamış bina yok gibiydi. Ve şehirlerdeki insanlar ne arkadaşlarına ne komşularına hatta akrabalarına bile güvenmiyordu. Ülke 1999 yılındaki seçimlere kadar hükûmetsiz gidecekti. Bu korkunç 100 günün bilançosu ağırdı:

100 gün içinde Tutsi’ler ve bazı ılımlı Hutu’lardan oluşan yaklaşık 800,000 ila 1 milyon arası sivil kişi katledildi.

Soykırımdan sadece 300,000 ile 400,000 arasında kişi kurtulabildi.

Soykırımın 100 gününde, 250 – 500,000 kadına tecavüz edilmiş, bu kadınlar 20,000 kadar çocuk doğurmuşlar.

Hayatta kalanların, 75,000’i soykırım sonucu öksüz kaldı.

Hayatta kalanların 100,000 kadarı 14 ile 21 yaş arasında, 60.000 kadarı kendine bakamıyor. 10 da 7’sinin aylık geliri 5000 Ruanda Frank’ından ( $8 USD) daha az.

Sorumluların yargılanması:

Yaşanan katliamın ardından, sorumluların tespit edilmesi ve yargılanması için çalışmalar yapılmıştır. Ancak sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden, yargılamada bazı sorunlar yaşanmıştır. Katliam sırasında neredeyse devlet kurumlarının yok olması sebebiyle, katliam sanıklarının büyük kısmı, kendi köylerinde yaşamaya devam etmiştir. Katliamın acısının halk üzerinde yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların, adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine, ‘halk mahkemeleri’ 3’ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve halk kendi cezasını kendisi vermiştir. 3’ten az öldürenler ise mahkemeye bile çıkmadı. Elle tutabilecek tek ceza Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu Tanzanya’daki BM Savaş Suçları Mahkemesine götürüldü. Bizimungu soykırım yaptığı için 17 Mayıs 2011 tarihinde otuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Evet 1 milyona yakın insan katledildi ve en büyük ceza 30 yıl. Bu kadar insanı katledenler şu anda Ruanda caddelerinde yemek yiyip yürüyorlar.

*******

SAVAŞ YILLARINDA YUNANİSTAN 

( ERHAN AFYONCU, HATİCE YILDIRIM, CENGİZ MUTLU)

Venizelos, İngiliz ve Fransız askerlerinin desteğiyle 1917 Haziran’ında Kral Konstantin’i tahtından indirerek savaş sonrası kazanımlardan faydalanmak amacıyla Yunanistan’ı I. Dünya Savaşı’na dahil etti. Cihan Harbi’nin bitmesinden sonra hayallere dalarak Anadolu’yu işgale kalktı. Kuruluşundan itibaren Batılı devletler tarafından siyasi, mali ve askeri anlamda desteklenen Yunanistan’ın bu durumu Milli Mücadele sırasında da devam etti. Yunanistan’ın savaşı devam ettirecek herhangi bir mali kuvveti olmamasına rağmen gaza gelerek, “Megali İdea” hayalleri kurup, emperyalist devletlerin siyasetine alet oldu.

1918 Şubat’ında müttefik devletlerin yardımları Yunanistan’a ulaştı. 12 milyon pound İngiltere’den, 300 milyon frank Fransa’dan ve 50 milyon dolar Amerika’dan gelmişti. İngiltere Mart 1919’a kadar 2 milyon pound daha gönderdi.

İngilizlerin desteğiyle Batı Anadolu’yu işgale başlayan Yunanistan, ummadığı bir direnişle karşılaştı. Yunanistan’ın Anadolu’da uğradığı hayal kırıklığı Yunan siyasetini de değiştirdi. Kasım 1920’deki seçimleri İtilaf Devletleri’ne yakın olan Venizelos’un kaybetmesi ve ardından Kral Konstantin’in geri dönmesi, İtilaf Devletleri tarafından verilen destek ve yardımların kesilmesine sebep oldu. Bu durum mali buhranı da beraberinde getirdi.

İngiltere ve Fransa’nın mali desteğini kesmesi, Yunan maliyesinin altüst olması demekti. Zira Yunanistan’ın büyük bir bütçe açığı söz konusuydu. 1920-1921 yıllarında Yunanistan’ın geliri o dönemin Türk Lirası’yla 115 milyon, gideri 142 milyon Türk Lirası’ydı. Mevcut 142 milyon liralık giderin 53 milyonu harp masrafıydı.

Yunan hükümeti Venizelos dönemindeki borcu ödemeyeceğini ilan edince drahmi 93 kuruşa kadar düştü. Yunanistan’ın dış yardım almadan ayakta kalamayacağını bilen Kral Konstantin politikalarda bir değişiklik olmayacağını beyan etti. Tekrar borçların sahiplenildiği ve ödeneceği açıklaması yapıldı. Bu açıklama üzerine drahmi 170 kuruşa çıktı.

Yunanistan ile İtilaf Devletleri’nin arasını açan bir diğer husus, tedavüle yeni paraların sokulmasıydı. Yunan Maliye Bakanı, Anadolu’yu işgale devam etmek için her ay 100 milyon drahmiye ihtiyaç duyduklarını ve ordunun acil ihtiyaçları için 200 milyon drahminin tedavüle sokulması gerektiğini savunuyordu. İtilaf Devletleri ise böyle bir durum yaşandığında mali desteğin son bulacağını ifade ediyorlardı.

Yunanistan aldığı borçlarla silah alıyor, ancak aldığı silahlarla herhangi bir başarı elde edemiyordu. Dolayısıyla aldıkları silahlar doğrudan doğruya ülke ekonomisini batırıyordu. Yunanistan, ülkedeki mali buhran sebebiyle İtilaf Devletleri’nin onayını almadan piyasaya 500 milyon drahmi sürdü. Bu yüzden drahminin değeri 208 kuruştan 178 kuruşa düştü.

Yunanistan’da askere alımlar yüzünden azalan tayfa sayısı, asker nakline tahsis edilen gemilerin çalışamaması gibi sebeplerden deniz ticareti de aksamıştı. Yine yabancı devletlerin limanlarına gidemeyen gemiler, ecnebi kambiyo tedarikinden de yoksun kaldıkları için drahminin değerinin düşüşü arttı.

Yunanistan’ın borçları hızla arttı. Savaştan 10 yıl önce 400 milyonu geçmeyen Yunanistan’ın borçları 6 milyara ulaşmıştı.

Eskişehir-Kütahya Muharebesi sonrası drahmi düşüşünün sebebi, Yunanistan’ın günlük askeri masrafının 2 milyondan 6 milyon drahmiye çıkmasıydı. Bu masrafı karşılayamayan Yunan Hükümeti, dışarıdan borç bulmak için Kuvayı Milliye’nin dağıldığını iddia ediyordu. Yunanistan, başarı kazanamayıp drahminin düşüşünü engelleyemeyince, sahte haberler üreterek kendilerine güven duyulmasını sağlamaya çalıştı. İstanbul’daki Rumlar arasında Yunan ordusunun 40 bin Türk askerini esir aldığı, Mustafa Kemal ve Erkan-ı Harbiye Heyeti’nin de bu esirler arasında olduğu konuşuluyordu. Ancak Avrupa devletleri buna itibar etmedi. Drahminin değeri bu haberlerle ilk başta 180 kuruşa yükseldi, ancak daha sonra 142 kuruşa düştü.

Büyük Taarruz öncesi drahmideki dalgalanmaların çok fazla olmasından dolayı pek çok İngiliz şirket, teslim ettikleri malların karşılığını alamamaya başladı. Yunan tüccarlar verdikleri sözleri yerine getiremiyorlar, herhangi bir ödeme yapamıyorlardı.

Savaş masrafları ve memleketin durumu iyice kötüye giden Yunanistan’da Atina’daki ekmekçilerin grevi neticesinde hükümet halkın iaşesi için 160 fırına el koydu. Yunanlar, Atina ve diğer şehirlerde kriz sebebiyle protestolar düzenlediler.

İzmir Rumları, Mayıs 1921’de, “Yunanlar geldiler, rahatımızı bozdular, biz harp istemeyiz. Tanrı’nın izni ile Türkler gelir kurtuluruz” demeye başladılar. İlginç olan bir diğer husus da Yunan işgali altında bulunan halkın, ellerindeki drahmiyi Osmanlı parası ile değiştirmeleriydi. Bu değişim sonrasında İzmir borsasında drahmi 85 kuruşa gerilemişti.

Yunan Hükümeti, tüccar, halk ve vapur sahiplerine yüklü miktarda borç yapmıştı. Ayrıca Atina Milli Bankası’ndaki ahalinin parasının bir kısmı da gizlice sarf edilmişti. Drahminin değersizleşmesiyle gümrükten mallar çıkarılamıyor, bu yüzden de eşyalar gümrüklerde birikiyor ve bekleyen mallar da bozuluyordu.

Anadolu’daki Yunan işgalcilerinin iaşesinde sıkıntılar yaşanıyordu. Yunanistan’ın bununla ilgili borç bulma teşebbüsleri ise hüsranla sonuçlanıyordu. Zar zor buldukları borçlar da silah alımına gidiyordu.

Yunanistan’ın mali durumu o denli kötüydü ki Sakarya Savaşı’ndan sonra işgali altında tuttuğu yerlerde kendi toprağı olmamasına rağmen hukuka aykırı olarak vergi toplamaya çalıştılar. Ekonominin kötüye gitmesi üzerine Yunanlar açlık mitingleri düzenlediler, mitinglere katılanlar ise jandarma tarafından tutuklandı.

Savaş masrafları Yunan ekonomik gücünün çok üstünde idi ve gelir-gider savaş boyunca dengelenememişti. Dönemin Türk gazeteleri durumu, “Şımarık ve haddini bilmez bir milletin az çok sağlam bir devlet maliyesini nasıl altüst edebildiklerini izah eden en büyük bir misaldir” şeklinde yorumlamıştı.

Borca girilerek alınan silahlarla başarıya ulaşmayan askeri harekâtlar, Yunanistan’ın para biriminin değerini düşürmekten başka bir işe yaramamıştı. Silahlanmaya harcadıkları dış borçlar Yunanistan’ı fakirleştirdi. Yunanlar Milli Mücadele’de büyük bir bozguna uğrayınca Avrupa’dan yardımlar da kesildi. Avrupalılar, 1927’deki borç anlaşmasına kadar kapıları Yunanistan’a kapattılar.

YUNANİSTAN’IN VEKÂLET SAVAŞI

Cengiz Mutlu, bir makalesinde Yunanistan’ın İngiltere adına nasıl vekâlet savaşına girdiğini anlatır. İngiltere dünya savaşının sonlarına doğru harbin getirdiği ağır mali yük ve toplumsal baskı ile karşılaşmıştı. Yorgun İngiliz ordusu, Anadolu’da yeni bir savaşı göze alamazdı. İngiliz Başbakanı Lloyd George, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’na Anadolu’yu işgal etmelerini teklif etti. Fakat teklif reddedildi. Daha sonra Sırp ordusunu İstanbul’un işgaline davet etti. Bu teklif de reddedildi. Romenler de İngilizler’in teklifini kabul etmediler.

Bunun üzerine İngilizler, I. Dünya Savaşı’na geç katıldığı için, savaşın sonunda fazla yıpranmamış Yunan ordusunu Anadolu’nun işgalinde kullanıp, kendi istediklerini elde etmeye çalıştılar. Yunanistan, hayaller kuruyordu, ancak sadece bir piyondu. Atatürk, not defterine İngilizler’in bu planıyla ilgili, “Tarih, İngiltere hükümetinin böyle gülünç bir teşebbüse ümit bağlamasını hayretle kaydedecektir. Maskara bir kavmi, Türkiye’yi istilâ ettirerek cihangir yapmak. Siyasi ve askeri bir gaflet numunesi” kaydını düşmüştü. Atatürk, Sovyetler Birliği’nin ilk elçisi olarak Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya gelen Aralov’a ise “İngilizler’in boğazlanmak üzere gönderdiği Yunanlılar’ı yeniyoruz. İngiliz emperyalistleri bizi yok etmek istiyorlar, ama bunu başaramayacaklardır” demişti.

EY DÜNYA İNSANLARI HEPİNİZ TÜRKSÜNÜZ (HABERTÜRK)

Geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye’ye gelen Amerikalı araştırmacı yazar Gene D. Matlock, ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz’ adlı kitabında da yer verdiği ilginç iddialarıyla ‘Tüm dünyanın kökeninin aslında Türkler olduğu’ tezini yeniden alevlendiriyor.
Kadim Türkler, tüm insanların ataları olabilir mi? Maya ve Azteklerden Kızılderililere, Ruslardan Hintlilere, Araplardan İngiliz, İtalyan ve Kuzey Avrupalılara hepsinin kökenlerinin Türk olduğu söylense inanır mısınız? Peki, acaba Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammet ve Buda da Türk müydü? Tüm dinler Kadim Türklerin Tengri dininden mi türedi? Bunlar kafa karıştıran ama bir o kadar da merak uyandıran, cevaplaması zor sorular. Ancak bir araştırmacı bu soruların hepsine ‘evet’ cevabını veriyor. Ve iddiasının doğruluğuna dair kanıtları da ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz’ adlı kitabında önümüze sunuyor. İşin ilginç yanı, bu tezin sahibi Türk değil, bir Amerikalı: Gene D. Matlock. Temmuz ayında Hermes Yayınları tarafından Türkçe olarak basılan ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz / Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir’ adlı kitabında Gene D. Matlock ilk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını, ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden doğduğunu söylüyor. 65 yıldır Meksika’da yaşayan ve hem Hıristiyanlığın kökenleri hem de Meksika’daki Amerikan yerlilerinin kökenleri üzerine uzun yıllar boyunca araştırmalar yapan Matlock’un dini kitaplar, mitolojiler, kültür, gelenekler ve özellikle de dil biliminin ışığında elde ettiği ipuçlarını birleştirerek sunduğu kanıtlar da hayli şaşırtıcı. 81 yaşındaki Matlock ile bir konferans vermek için geldiği İstanbul’da buluştuk ve çarpıcı iddiası üzerine konuştuk.

– Dünyadaki tüm insanların Türklerden geldiğini söylüyorsunuz. Sizi bu konuda bir araştırma yapmaya yönelten şey neydi?
Yıllar önce İsraillilerin Filistinlilere yaptığı kötü muamele sebebiyle çok üzülmüştüm ve bu insanların bir türlü paylaşamadığı kutsal toprakların tarihi ve buradaki dinlerin kökenleri üzerine araştırmalar yapmaya başladım. Bu araştırmalarımı bir yandan da yazıyordum. Araştırma ilerledikçe her şey beni önce Hindistan’a, daha da derinleştiğindeyse Hindistan’ın kuzeyine götürdü. Elimi neye atsam önünde sonunda her şeyin kaynağı olarak karşıma Türkler ve coğrafya olarak da Türkiye ve Orta Asya çıkıyordu. Zira dikkatle incelediğimde Eski Ahit (Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümünü oluşturan, Tevrat ve Zebur’u da kapsayan 39 kitap) ve İncil’de İsrail’den bahsedilmediğini gördüm. Kutsal kitaplarda bahsedilenler aslında Türkiye ile bağdaşıyordu. Nuh’un Gemisi efsanesi, Büyük Tufan… hepsinin kökeni Türkiye ve Türklere dayanıyordu. Bu da bana şunu gösteriyordu: İnsanlığın başladığı yer Türkiye idi. Biz insanlar tüm uygarlığın atası olarak Sümer, Yunanistan, Mısır ve Çin’i görmeye yanlış bir şekilde şartlanmışız.

İNSANLIK TÜRKİYE’DEN BAŞLADI
– Peki, nasıl oluyor da Türkler tüm insanlığın atası oluyor?

Birkaç bin yıl önce Kuzey Kutup bölgesinde bir cennette, bolluk içinde yaşayan ileri derecede uygarlaşmış bir halk vardı… Dünyadaki bütün dinler hangi ulusa ait olursa olsun insanlığın beş kökensel ırkı olduğunu söyler. Bu beş ırka Kurus, Krishti ya da Krishtaya deniliyordu. Yaşadıkları yere ise Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Aden denir. Hindular buraya Uttura Kuru adını verir. Eski Yunan tarihçileri ve mitolojisi ise buraya Hiperborea olarak göndermede bulunur. Tibetli Budistlar ise Khedar Hand (Tanrı Şiva’nın ülkesi) ve Şambala der. Aynı zamanda buraya Tanrı Şiva’nın toprakları anlamında Sivariya ve Sibirya da denmektedir. Yeni ilk insanların yaşadığı cennet bahçesi Sibirya bozkırlarıdır. Buradaki ilk insan olan Adem (İngilizcedeki yazılışıyla Adam) Türk dilinde ‘insanoğlu’ anlamında kullanılır. Nitekim buradaki yüksek zeka ve uygarlığa sahip ari ırk (aryan) Türk’tür. Türkler’in kendilerinden Kıpçaklar, Kurular ya da Aryanlar diye bahsetmesi de bunun kanıtıdır. Ancak pek çok farklı din ve mitolojide geçtiği üzere bu insanlar lanetlenip bir doğal felaket yaşar, dünya ekseninde meydana gelen ani bir sapma ile yaşadıkları yer donmuş, büyük seller olmuştur. Şimdi adına Türkler dediğimiz Kurular güneye, Orta Asya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Bu anlatılan Büyük Tufan’dı. Nuh ve insanlığın soyunu devam ettiren oğulları da işte bu kökenden geldi; yani Türk’tü. Nuh’un gemisinin karaya oturduğu Ararat Dağı’nın Türkiye’deki Ağrı Dağı olduğu inancı da bunu kanıtlıyor. Böylece Türk soyundan gelen insanlık Türkiye’ye ve aşağıya Mezopotamya ve Hindistan’a dağıldı. Dolayısıyla Sümerler, Hititler, Iraklılar, Kürtler, Hintliler, Mısırlılar hepsi aslında Türk’tü. Kuzey Kutbu’ndan aşağı inerek Kuzey Avrupa’ya İsveç, Finlandiya, İngiltere’ye ve tüm dünyaya yayıldılar. Bugün herkes kendi neslinin izlerini Türklere dek sürebilir.

– Buna kanıt olarak neleri gösterebiliyorsunuz?
Dünyanın her köşesinde kullanılan dilden inançlara ve tanrı isimlerine kadar her şeyin dil olarak aynı kökenden geldiğini görebilirsiniz. Bu tüm dinlerin, dillerin de tek bir kaynaktan çıktığını gösteriyor: Türklerden! İngiltere’den, Finlandiya’ya insan isimlerinden yer isimlerine Türkçe kökenli kelimelere rastlayabilirsiniz. Finlandiya’da Kırkpınar diye bir yer var! Urdu dilinde binlerce Türkçe kelime var. Hintlilerin Kutsal Kitabı Mahabharata aslında Türklerin tarihlerini anlatıyor. Yunanlıların büyük tanrısı Zeus’un ismi de Türkçe. Kudüs, İsa gibi kelimelerin kökeni de aslında Türkçe ve dahası bu bahsedilen yerler de aslında İsrail’de değil Türkiye’de; İsa da bu topraklarda yaşadı. Öte yandan yakın tarihte Keltlerin (İrlandalılar, Galiler, İskoçyalılar) DNA’sı incelendi ve Altay’dan geldikleri kanıtlandı. Vikingler, Finikeliler ve İtalya’nın Roma İmparatorluğu’ndan yıllar önce burada yaşayan ve Roma’nın kurucuları sayılan yerli halkı Etrüskler de Türk’tür. Estrüskler’in DNA’larının Türklerinkiyle yüzde 97 aynı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

– Amerika’daki Kızılderililerin de Türk olduğu sıkça dile getirilen bir iddiadır….
Evet, Kızılderililer Türk’tür, bunu kendileri de söyler. Kültür ve geleneklerindeki benzerlik aşikar. Özellikle Amerika’da Türk soyundan geldiğini söyleyen Meluncanlar’dan olan Cherokee’ler Türkiye ile bugün çok yakın ilişkiler içindedir.

– Bu iddialarınızı dünyanın pek çok yerinde dile getiriyorsunuz. Peki, nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Önceleri herkes bana gülmüştü ama şimdi durum değişiyor. Amerika’nın yerli halkları, Kızılderililer, Meksikalılar bu teze çok pozitif tepki veriyor. Çoğu kabul de ediyor. Ancak ABD’deki Amerikalıların veya İngilizlerin pek hoşuna gitmiyor.

– Dünya bunu kabul etse ne olur sizce?
Hepimizin kardeş olduğuna inanmak insanlığın sahip olduğu tüm sorunlar ve huzursuzluk çözüme ulaşır. Dünya daha iyi bir yer olur.

Amerika’yı İspanyollar değil, Türkler keşfetti
‘Amerika kıtasındaki pek çok yer ismi aslında Türkçe kökenli. Meksika’daki Teotihuacan kalıntıları aslında Türkçe olan Tea (tanrı)+ Tiwa (Bir Türk boyu olan Tuvaların bugün bir cumhuriyeti de vardır) + Han (krallık anlamına gelen Türkçe kelime) kelimelerinden türemiştir. Peru’daki Karal kalıntılarındaki piramitler Mısır’dakilerden daha eskidir ve Türkçe’de ‘hükümdar’ anlamına gelen kral kelimesinden türemiştir. Meksika’da bugün de Türkçe kökenli birçok kelime kullanılıyor. Örneğin dağ/tepelere Meksika’da tepek deniliyor; Atatepek, Çapultepek isminde şehirler bulunuyor. Havasu diye bir yer bile var. İspanyollar Meksika’ya ilk geldiklerinde Aztek’lere hangi tanrıya inandıklarını sorduğunda onlar ‘İnana’ cevabını vermişti. Bu Antik Sümer’de de bir tanrıçanın adı. Yani Sümerler ile Aztekler aradaki onca mesafeye, okyanusa rağmen aynı adlı tanrıya inanıyor. Dahası Meksikalılar da Hintliler de Türkleri aynı kelimeyle ‘Karaskus’ diye adlandırıyordu. Demek ki Amerika’yı İspanyollar değil, önce Türkler keşfetmişti. Sonuçta bunlar gibi sayısız örnek şunu gösteriyor: Dünyanın her köşesindeki bütün uygarlıklar Orta Asya’dan geçmiş ve her yerde ortak olarak karşımıza çıkan din, dil, kültür ve inanışları buradan tüm dünyaya taşımıştır.’

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN / 6

Ağustos 6th, 2021

AYTEKİN HOCANIN HORTLAMASI

1990’lı yılların başında, hoca 65 yaşlarındayken hikayesini kendisinden dinlemiştim.

Aytekin hoca, İstanbul Üniversitesinde öğretim görevlisidir ve genç yaşta kalp krizi geçirir. Sonrasında öldüğü tespit edilerek, morga kaldırılır. Eşi ve yakınları, büyük bir üzüntü içinde morga gelirler. Naaşını alıp, defnedeceklerdir. Ancak hiç beklenmeyen bir durumla karşılaşırlar. Hocanın vücudu sıcaktır ve istemsiz hareketler vardır. Hemen acile götürürler ve bir süre sonra gerçek ortaya çıkar. Hoca, öldü zannedilerek, rapor düzenlenmiş ve morga kaldırılmıştır.

Hoca, ölmeden önce “ateist” olduğunu, şimdi ise bu lütuf karşısında inançlı biri olduğunu söyleyip, sürekli şükrediyordu. Arada bir donup kalıyor gibi oluyor, sonra yine tane tane anlatıyordu. “Ben KDV’li yaşıyorum” diyordu. Yaşından, bir yirmi yaş kadar daha büyük, “tonton dede” gibi görünüyordu. Üniversite, yürüyüp konuşmaya başladıktan sonra vefa göstererek onu yormayacak sayıda derse girmesine izin vermişti.

Hocanın iyileşmesi kolay olmamış. Morgda kanı pıhtılaştığından uzun süre konuşamamış, yürüyememiş pek çok sağlık sorunu olmuş hatta çok sıcakta dahi terleyemiyormuş. Tam anlamıyla konuşabilmesi, yürüyebilmesi, kollarını oynatması gibi her şey aylarını hatta yıllarını almış. Her gün düzenli olarak, buzla dolu suya girerek, kan dolaşımının hızlanması için banyolar yapıyormuş.

Bir yaz günü, öğle namazı için Beyazıt Camisine gider, hava çok sıcaktır ama hoca terleyemediği için de daha fazla bunalmaktadır. Hoca, “o an bir mucize daha oldu, 20 yıl sonra ilk kez terledim. Gözyaşları içinde Allah’a şükrettim. Ben önceleri ona inanmasam da O bana inanmıştı. Şimdi her an, onun verdiği nimetlere şükrediyorum”.

DEVRİMCİ ZAFER YAVUZ

Zafer abi, 1980 askeri darbesi sonrası devrimci eylemleri nedeniyle, devlet düzeni için tehlikeli görülerek tutuklanır. İçerde de kötü muamelelere karşı direnen ve isyan edenlerden olduğu için, cezası katlanarak artar. 1990’lı yılların başında aftan yararlanarak, şartlı olarak çıkar.

Senaryo yazmak amacıyla, “Çocuk Esirgeme Kurumları”nı ziyaret ederek uzun gözlemlerde bulunur. Bu ziyaretleri esnasında da psikolog Makbule hanımla tanışıp, evlenirler. İki de çocukları olur.

Devrimci arkadaşlarının desteğiyle kendisine, bir lojistik şirketinin önemli bir yerdeki bayisinin, yöneticiliği verilir. Burada oldukça iyi paralar kazanmasıyla, Zafer abinin sefalet günleri biter. Ancak çok para, onu değiştirmeye başlar, adeta içerdeyken mahrum olduğu herşeyin fazlasını ister ve kendini eğlenceye verir. Herşeyin farkında olan eşi, bu durumdan çok muzdariptir. Yaptıklarının, herkese zarar verdiğini söylemeye çalıştığında da öfkeli ve sert davranışlarına maruz kalır. Çocukların bütün sorumluluğu onun üzerindedir. Bu durum, altı yedi yıl kadar sürer.

Bir gün Zafer abi, eşinin görevli olduğu, “çocuk yuvası”nın Silivri’deki yaz kampını, bir arkadaşıyla beraber kendi kullandığı arabayla ziyarete gider. Yolda, kendisini iyi hissetmediğini, başının çok ağrıdığını söyler. Ziyareti kısa kesip, zar zor eve gelir daha da kötü olur. Hastaneye kaldırılır, tetkikler yapılır ve beyin kanaması geçirdiği anlaşılır. Acilen ameliyata alınır, sonrasın da ise bir tarafına felç iner ve konuşma yetisini de tamamen kaybeder. Zafer abinin sefahat günleri de böylece biter.

Bir süre sonra eşi Makbule hanım, Çocuk Esirgeme’den ayrılır ve eşinin işinin başına geçer. Bu kez de Makbule hanım iyi paralar kazanınca, renkli bir hayat sürmeye başlar. Ancak bu renkli yaşam da altı yedi yıl kadar sonra bir astım kriziyle son bulur. Zafer abi, tarifsiz acılar içinde, iki çocuğuyla kalır, sonradan öğrendiği az sayıda sözcüklerle, gözleri dolmuş halde, “Makbuş gitti” der.

İNSANLIĞA ADANMIŞ BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ : “OYA ANNE”

Varlıklı bir ailenin kızıdır. Robert Kolejden mezun olduktan sonra yüksek öğrenimine yurt dışında devam edecektir. Ancak, özel hayatında çok az kişinin bildiği bir olay, onu yurtdışı eğitiminden vazgeçirir.

Daha yirmi yaşında bile değilken, “korunmaya muhtaç çocuklar”ı farkeder. “Çocuk Koruma Birlikleri”nde gönüllü olarak çalışmaya, yalnız kalplere bütün benliğiyle sevgi ve umut olmaya başlar. İki yıl kadar sonra “Kasımpaşa Çocuk Yuvası”nın yöneticiliği kendisine verildiğinde, Maçka’daki evlerinde babasıyla arasında şu konuşma geçer:

“Bu iş çocuk oyuncağı değil. O çocukları önce umutlandırıp sonra da yüzüstü bırakıp gelemezsin. İyi düşün taşın, bu işi yapacaksan bir daha geri dönüşün yok. O çocuklar, kendi çocuklarınmış gibi herşeyinle kendini adayacaksın. Buna hazır mısın?” O da babasına:

“Evet bunu çok düşündüm ve kararımı verdim. Zor bir yaşam olacağını biliyorum ama vazgeçmeyeceğim” der.

Kolej mezunu, genç ve güzel bir kız olarak, “Kasımpaşa Çocuk Yuvası”na gelir. Kısa zamanda, yaptığı güzel işlerle herkesin dikkatini çeker. Eski binayı yeniden ihya eder, gençleri hizmetli, bakıcı, eğitici olarak yanına alır. Yuvada dispanser açıp, mahalleliye hizmet verir. Fakir fukakaraya, garip gurebaya sahip çıkar, karınlarını doyurur, harçlık verir, iş bulur. Kötü alışkanlıkları olanları tedavi ettirip, bakımlarını üstlenir.

1983 yılında “Çocuk Esirgeme Kanunu” çıkıp, bütün faaliyetler tek çatı altında toplanınca, kendisi de memur olmadığından, yuvada geçen yirmi küsur yıllık yöneticiliği son bulur. Yine aynı kurumda arkadaşlarıyla beraber “Kasımpaşa Çocuk Yuvası Derneği”ni kurarlar ve oybirliğiyle de başkan seçilir. 2020 yılında, ölünceye kadar da statüsü “dernek başkanı” olsa da çocukların “Oya anne”si olarak herşeyleriyle ilgilenir.

Sabahlara kadar hasta olanların başında bekler, tedavilerini yapar, çamaşır yıkamadan terziliğe, hidrofor, brülör tamirine kadar her bir işle bizzat ilgilenir. Engelli çocuklara daha çok ihtimam gösterir, bu yüzden de başka kuruluşlar bile engelli çocuklarını ona yönlendirir. Ailesini görmeye bile mecbur kalmadıkça gitmez. Çocuklarla yatar, onlarla kalkar onların yemediğini yemez, giymediğini giymez. Doğru dürüst uyumadığı ve çok çalıştığı için varisleri iyice azar. Dökülen dişlerini bile ısrarlar sonucunda yaptırmıştır. Göz önünde olmaktan, övülmekten hiç hazetmez. Kendisi için değil, başkaları için yaşardı. Çocukların sevinci onun da sevinci, üzüntüleri onun da üzüntüsüydü. Evinde, elinde sahip olduğu ne varsa çocuklara, etrafındakilere karşılıksız olarak verirdi. Ailesi de maddi olarak her zaman yanındaydı.

Bir duygu insanıydı, mal mülk edinme kavramı yoktu. Bir çocuğun ağlaması ya da gülmesi onun için en anlamlı şeydi. Onun çilesi de herkesin acısını, yüreğinde hissetmesiydi.

Kendi kariyer planlamasını bırakıp, sahip olduğu tüm zenginliği, yardıma muhtaç herkese karşılıksız veren, onlardan biri olan, hiç evlenmeyen ve çocuk doğurmayan ama her çocuğu, zihinsel engelli de olsa annesi gibi bağrına basıp, ayakları üzerinde duruncaya kadar da peşini bırakmayan özel bir insandı.

Herşeye yabancılaştığımız bu çağda, bize insan olma değerlerini hatırlatan bu özel insan, zor zamanlarda hayatlarımıza sihirli bir dokunuşla bizleri iyileştirip, bir yıldız parlaması gibi kayıp gitti.

Güzel insan, nurlar içinde ol.

BİR DİRENİŞ ÖYKÜSÜ, “SUNA KIRAÇ”

 Vehbi Koç’un kızı Suna Kıraç, hastalığı ile ilgili bazı belirtiler ortaya çıkınca, Houston Methodist Hastanesi Nöroloji Bölümü’nün başındaki, Prof. Dr. Y. Harati’ye gider. Tetkikler sonucunda doktor Harati, “hastalığınız ne yazık ki ALS!. Kötü bir hastalık ve bir  ilacı yok. Hastalığın nedenini de bilmiyoruz’ der.

 Bir gün, Suna hanım eşi İnan Kıraç’a “İnan senden bir isteğim olacak, bunun sonu makine ama ben makineli bir hayatı istemiyorum. O gün geldiğinde sana soracaklar ve sen muhakkak hayır diyeceksin. Ölümü öp bunu yapacaksın” der. İnan bey ise bir şey söyleyemez.

 14 Ağustos 2000’de yeniden hastaneye kaldırıldığında doktorlar onu hızla yaşatmak için makinelere bağlamaya çalışırlar. O ise makineye bağlanmamakta kesin kararlıdır. Evlatlığı İpek de sadece 13 yaşındadır. Çaresizlik içindeki İnan bey, kızı İpek’in annesiyle konuşmasını şöyle anlatır: “Anne ben daha çok gencim ve benim sana ihtiyacım var. Beni evlat olarak aldığında anne olmaya karar verdin. Bu sorumluluğun, bana karşı görevlerin henüz bitmedi. Beni üniversiteye sokacak, evlendireceksin. Anneme çok ihtiyacım var”.

 İpek’in bu sözlerinden sonra Suna Kıraç, suskunluğunu bozup,  yaşamak için “tamam” der. İnan beyin de üzerinden böylece büyük bir yük kalkar.

FİKRET MUALLA SAYGI: Yalnız Bir Hayatın Renkli Ressamı

(AYÇA YENİGÜN)

 Paris’te bilinen ismi ile Fikret Moualla Saygı, onca yaşadığı çalkantılı ve sarsıcı olaylara rağmen, sanatını aydınlatmayı başarmış bir Türk ressam.

 “Feci bir şekilde, ızdıraplar içinde uykuya dalıyorum, sızıyorum. Sonra bir de bakıyorum, uyanmışım, sabah olmuş. Ölmemişim… Öyle üzülüyorum ki.  Şöyle akşamdan kalma bir sabaha bir ölsem gözüm arkada kalmayacak!”

 Sizi şaşkınlıklara sürükleyecek kadar çok, ünlü isimle yolu kesişmiş Fikret Mualla’nın…

 1903 yılında İstanbul Moda’da dünyaya gelir. Ailesi, aslında kız çocuk bekliyormuş. Bu yüzden Fikret adının yanında Mualla ismi kalmış. Çocukluk ve gençlik yılları Kadıköy çevresinde geçen Fikret Mualla’nın futbolcu dayısı Hikmet Topuzer ise, günümüzde hala Fenerbahçe ambleminin yaratıcısı olarak tanınıyor.

 Fikret Mualla Saygı, Galatasaray Lisesi’nde eğitimine devam ederken, oynadığı bir maçta geçirdiği kaza sonucu sağ ayağını kırmış ve topal kalmış. Üstüne, okuldan kaptığı İspanyol gribini annesine bulaştırmasının sonucunda annesi vefat etmiş. Bu yaşananların üzerine babası bir de genç bir kadın ile evlenmiş. Tabii Fikret, bu evliliği benimseyememiş ve 17 yaşındayken öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalarak İsviçre’ye mühendislik okumaya gönderilmiş.

 Bir çocuk düşünün ki, futbolcu olma hayalleriyle yaşıyor ve geçirdiği kaza hayallerine set çekiyor. Bir çocuk düşünün ki, belki de hayatta en sevdiği insan olan annesine hastalık bulaştırıyor ve ölümüne neden oldum diye kendisini suçluyor. Bir çocuk düşünün ki, babası tarafından yurt dışına gönderiliyor ve o çocuk hayatı boyunca içten içe evden atıldığını düşünüyor.

 Fikret daha sonra İsviçre’de resmin mühendislikten daha çok ilgisini çekmesi sonucu, dönemin konsolosu Rıza Bey’in desteği ile Almanya’da Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolmuş. Bir diğer ressamımız Hale Asaf ile birlikte resim eğitimi almış ve Hale Asaf’a duyduğu karşılıksız aşk böylelikle başlamış. Topallığı ve utangaçlığı sebebiyle yalnızlaşan Fikret Mualla, 1928 yılında alkol bağımlılığı nedeniyle tedavi olmak zorunda kalmış. Tedavisinin ardından İtalya ve Fransa’daki sanat merkezlerini gezmiş.

İstanbul Yılları

 Evden gelen yardım kesildiği için yurda geri dönen Fikret Mualla, bir süre Galatasaray Lisesi ve Ayvalık Ortaokulu’nda resim dersi vermiş.  Çoğunlukla geçimini kitapları resimleyerek ve sahne kostümleri çizerek sağlamış. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen “Lüküs Hayat” gibi meşhur operetlerin kostümlerini çizmiş. Bu sırada Soprano Semiha Berksoy’a ilgi duyduğu biliniyor, fakat aşkına karşılık bulamamış çünkü o dönemde Semiha Berksoy Nazım Hikmet‘e aşıkmış.

 Nazım Hikmet, eserlerini resimleyen Fikret Mualla için şu sözleri sarf etmiş: “Ben bu sanatçıyı harikulade buluyorum. Resimlerinde, çizgilerinde, renklerinde inanılmayacak bir sadelik ve bu sadeliğin dehşetli bir tenkidi var. Bana göre öyle geliyor ki ancak yazı, resim ve musiki zihniyeti hakim olursa ‘İstanbul’un Eski Evleri’ isimli eser meydana gelir. Ben Fikret’in bu eseri kadar İstanbul’un eski evlerini böyle hüzünle içeren bir nesne görmedim. Fikret Mualla yeni bir alem!”

 Bir gece Beyoğlu’ndaki bir lokantada içerken gözü Atatürk portresine takılan Fikret Mualla, portreyi resim kalitesi açısından beğenmediği için yüksek sesle küfretmiş ve sanatçının bu sözleri yanlış anlaşılarak, Atatürk’e hakaret ettiği düşünülmüş. Derdini anlatamadan soluğu karakolda almış ve işkence görmüş. Maalesef bu hadise hayat boyu polislerden korkmasına neden olmuş.

 Sanatçı arkadaşları Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Abidin Dino gibi isimlerin araya girmesiyle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi‘nde müşahede altına alınmış. Doktoru Mazhar Osman olmuş, hastanedeki en yakın arkadaşı ise Neyzen Tevfik’ten başkası değilmiş.

Paris Yılları

1938’de babasının kaybı ile yüklü bir mirasa kavuşan Fikret Mualla, Paris’e yerleşir. Mirasın tükenmesi ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla zor zamanlar geçirmeye başlayan Fikret Mualla’nın yok pahasına tablolarını sattığı söylenir hep. Sainte Anne Hastanesi‘nde tedavi görürken yaptığı resimler, Paris’in ünlü galericilerinden Dina Vierny‘nin sergisinde tanıtılmış ve bu sayede sanat çevresinde ün kazanmaya başlamış.

 Paris yıllarının onun için en ilgi çekici olayı şüphesiz Picasso ile tanışması olmuş. Fikret Mualla’yı atölyesine çağıran Picasso, ona bir resmini hediye etmiş ve sonraları bu resmi satan Fikret Mualla, Hıfzı Topuz’a: “Tabloyu satıp bir güzel yedim ama hayatımın en güzel 15 günüydü…” demiş. O zamanlar 1000-1500 dolar civarına sattığı tablo, günümüzde 25 milyon dolara alıcı bulmuş.

Fikret Mualla Saygı’nın Ölümü

 Yaşadığı polis korkusundan, alkol krizlerinden ötürü hayatı travmatik ve huzursuz geçmiş Fikret Mualla’nın. 1962 yılında felç olmasıyla bakımını, resimlerinin alıcısı olan Madam Fernande Agnes adlı sanatsever üstlenmiş ve Fikret, 1967’deki ölümüne kadar Reillanne’deki çiftlikte kalmış. Tıpkı Hıfzı Topuz’a dediği gibi “akşamdan kalma bir sabaha” doğru sessizce aramızdan ayrılmış. Manosque Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş, oysa aslında vasiyeti yıllardır hasretini çektiği yurdunda gömülmekmiş…

 Yıllar sonra İstanbul’a getirilerek Karacaahmet Mezarlığı’na gömülmesine, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi Emel Hanım vesile olmuş. Fikret Mualla, İstanbul’da öğretmenlik yaptığı yıllarda, Emel Hanım’a resim dersleri vermiş. Öğretmenliğin ne derece kutsal bir meslek olduğunu gösteren ve kalplere dokunan bir vefa örneği…

 Kadıköy’de aristokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, iki dünya savaşı gören ve Alp Dağları’nın eteğinde yapayalnız son bulan yaşamı boyunca, ürettiği eserlerle 20. yüzyılın dünyaya açılan en önemli isimlerinden birisi olur Fikret Mualla. Var oluşunu ifade ediş biçimi, yüreğini ortaya koyabildiği yegane yer resimleridir. Kendisi için “bohem” deniyor ama ben yaşadığı hayatın onu bohem olmaya ittiğini düşünüyorum. Sanatçının eserleri birçok makalenin konusu ve günümüzde rekor fiyatlara satılıyor. Öyle ki, Banu Alkan’ın geçimini Fikret Mualla tabloları ile kazandığı haberi yapılıyor…

 Fikret Mualla Saygı’nın yeryüzünde en çok sevdiği şeylerden biri, karşılıklı saygıdır… 1934 soyadı kanunu çıkınca, “saygı” soyadını seçmesi boşuna değil elbet, peşin bir uyarı, bir istekti bu, kendisinden en çok esirgenen şeyi diliyordu böylece, sizden, bizden, hepimizden.

DAHİLİYE UZMANI AHMET TAŞTAN

Ahmet Taştan, Erzurumlu kalabalık bir ailenin son çocuğudur. Diğer kardeşleri, okula gitmiş, iş bulmuş, evlenmiş ve evden ayrılmışlardır. Anadolu’da genellikle son çocuk, ailenin yanında tutulur. Anne baba yaşlandığından hem kendileriyle hem de bağ bahçe, tarla tapan işleriyle ilgilensin diye. Bu nedenle Ahmet abiyi okutmazlar da ancak o, köyde kalmak istemez. Herkes gibi okumak, meslek sahibi olarak, şehirde kendi hayatını kurmak ister.

Onsekiz yaşında evden kaçıp, İstanbul’a yakınlarının yanına gelir. Okula gitmek istediğini söyler. Merak içindeki ailesi, yerini öğrenince gelir ve birçok neden göstererek, onu istemeye istemeye geri götürür. Ahmet abi köye gelir, çobanlıktı, bağ bahçeydi derken bir yıl geçer ve değişen bir şey olmaz. Bunun üzerine, yine İstanbul’a kaçar.

Onu tamamen kaybetmekten korkan yakınları, bu sefer rahat bırakırlar. Ahmet abi, okula kayıt yaptırır ancak yaşı büyük olduğu için dışardan bitirme sınavlarına girebilecektir. İlk yıl büyük bir azimle, ilkokul derslerinin tamamını vererek mezun olur. ikinci yıl ortaokul, üçüncü yıl lise derken aynı yıl üniversite sınavlarına girer ve aldığı yüksek puanla da Tıp Fakültesi‘ne kayıt yaptırma hakkı kazanır.

Ahmet abi yine aynı azimle, orayı da bitirerek, “pratisyen hekim” olur. Bu arada evlenir, çocukları olur ama yine okumayı bırakmaz. Hazırlanıp, “TUS” (Tıp Uzmanlık Sınavı) sınavına girer. Tabii ki onu da kazanıp, bitirir ve “dahiliye uzmanı” olur. Otuzbeş yaşlarında, GATA‘da askerliğini yaptıktan sonra hastanelerde yıllarca “dahiliye uzmanı” olarak hizmet verir.

İnsan azmettiği zaman bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini ve bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

 “ZEYNEP – KAMİL ” BİR AŞK HİKAYESİ

Yusuf Kamil, Malatya Arapgir’de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir ve küçük yaşta da yetim kalır. Amcası Osman Paşa onu yanına alıp okutur. Zeki, becerikli, dürüst ve çalışkandır. 21 yaşında Divan-ı Hümayun Kalemi’nde katip olarak işe başlar. 4-5 yıl sonra da Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın sarayına atanir.

 Züheyla Zeynep ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 3 kızından biridir. Hidiv Sarayının prensesiydi. Yüreği insan sevgisiyle doludur, Kahire’nin yoksullarına yardım eder, Herkesin dertleriyle ilgilenir. Büyüdükçe de güzelleşip, serpilir. Katip Kamil, Hıdiv Sarayında işe başladıktan kısa süre sonra Vali Mehmet Ali Paşa ile tanışıp, güvenini kazanır. Bu güven onu, Mısır Hazinesinin katibi yapar. Yeni görevi nedeniyle sık sık valinin yanına çıkıyor ve kızı Züheyla Zeynep’i görüyordu. İkisi de birbirinden etkilenmişti. Gel zaman, git zaman Kamil Bey, Mehmet Ali Paşa’ın evladı gibi oldu. Sürekli rütbe atlıyordu. 30’lu yaşlara gelince artık albaydır ve bir gün Paşa yanına çağırıp:

 “Zeynep ile birbirinize çok yakışıyorsunuz, kızımı sana nikahlıyorum” der. Dillere destan bir düğünle evlenirler ancak bu evliliğe karşı çıkan da çoktur. Kim oluyor da bu yoksul halk çocuğu, Kavalalı ailesinden kız alıyordu.

  Ali Paşa ortalık yatışsın diye Kamil Beyi kısa süreliğine İstanbul’a gönderir. Yıl 1845 tir ve Sultan Abdülmecid, kızı Adile Sultan’ı evlendirmektedir. Kamil Bey de bizzat sultana Mehmet Ali Paşa’nın tebriklerini ve hediyelerini sunacaktır. Sultan ile aralarında sıcak bir dostluk oluşur ve sonrasında kendisini Mirimiranlık (beylerbeyi) rütbesine yükseltir.

 Kamil Bey Mısır’a geri döndükten bir süre sonra önce Mehmet Ali Paşa, ardından yerine geçen oğlu İbrahim Paşa ölür. Yeni vali Abbas Paşa, Kamil’e diş bileyenlerin başında gelmektedir ve ilk işi Kamil beye, “boşanacaksınız” der ve direnince de Asvan’a sürgüne gönderilir. Tam zindana girecekken de prenses Zeynep’in gönderdiği terliği alır. Terliğin astarında gizli bir not bulur.

 “Hastasın, zindana girme, seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim” yazmaktadır, bunun üzerine boşanma belgesini imzalar. Kamil bey sürgünde geçen üç ayın sonunda bir yolunu bulup Sultan Abdülmecid’i durumundan haberdar eder. Duruma çok sinirlenen sultan Abdülmecid, Mısır Valisi Abbas Paşa’ya sert bir ferman gönderir:

“Bizzat kendin Asvan’a gidip, Yusuf Kamil’i sağ salim prenses Zeynep ile birlikte buraya göndereceksin” Abbas paşa, “ferman padişahındır” deyip her ikisini de İstanbul’a gönderir.  Eski evlilere ikinci kez nikah kıyılır. Damadın şahidi Sadrazam Reşit Paşa, gelinin şahidi ise Şeyhülislam Arif Hikmet Beydir. Üsküdar’da bir yalıya yerleşirler. Zeynep, kocasına kavuşmasının mutluluğuyla iyiliklerini de artırmıştır. Nerede bir şeye ihtiyaç var, koşuyordu. Tüm bu iyiliklerin ve aşklarının arasında zaman geçer ancak bir çocukları olmaz. Onlar da hayıflanmak yerine birçok yetime ana baba olur. Üsküdar’da 100 yataklı bir hastane yaptırırlar. Hastalar hiç bir ücret ödemez.

 Gün gelir hak vaki olur. Bugün her ikisi de hastane bahçesindeki türbede yan yana yatmaktadırlar. Pek çok insan, Zeynep Kamil’i tek bir kişi sanır. Oysa bu hastane, bize Zeynep hanım ile Kamil beyden kalan bir hatıradır. 1862’de kurulmuş olup,  bugün aynı adlı semtiyle, “Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi” adıyla hizmet vermektedir.

ABRAHAM LİNCOLN VAZGEÇMEDİ

“Kaybedenler, vazgeçenlerdir.”

Abraham Lincoln bize en önemli dayanıklılık örneklerinden birisini sunmaktadır. Fakir bir hayata gözlerini açan Lincoln, 8 seçim kaybetti, iki defa iş hayatında başarısız oldu ve bir defa sinir krizi geçirdi. Ancak tüm bu yaşadıklarına rağmen vazgeçmedi ve ABD tarihinin en büyük başkanlarından birisi oldu. Lincoln Beyaz Saray’a gelene kadar yaşadıklarının bir listesi:

  • 1816: Ailesi evlerinden atıldı ve Lincoln onları desteklemek için çalışmak zorunda kaldı.
  • 1818: Annesi vefat etti.
  • 1831: İflas etti.
  • 1832: Eyalet meclisi için aday oldu – kaybetti.
  • 1832: Aynı yıl işini de kaybetti. Hukuk fakültesine girmek istedi ama giremedi.
  • 1833: Bir iş kurmak için arkadaşından borç aldı ama yıl sonunda iflas etti. Sonraki 17 yıl boyunca bu borcu ödemek için uğraştı.
  • 1834: Eyalet meclisi için yeniden aday oldu – kazandı.
  • 1835: Nişanlısı vefat etti ve büyük üzüntü yaşadı.
  • 1836: Büyük bir sinir krizi geçirdi ve altı ay boyunca yataktan çıkamadı.
  • 1838: Eyalet meclisi sözcüsü olmak istedi – yenildi.
  • 1840: Başkanı seçen “Seçiciler Kuruluna” girmek istedi – yenildi.
  • 1843: ABD Temsilciler Meclisi üyeliğine aday oldu – kaybetti.
  • 1846: Temsilciler Meclisi üyeliğine yeniden aday oldu– bu defa kazandı.
  • 1848: Temsilciler Meclisi üyeliğine yeniden seçilmek istedi – kaybetti.
  • 1849: Kendi eyaletinde arazi dairesine girmek istedi – reddedildi.
  • 1854: ABD Senatosu için aday oldu – kaybetti.
  • 1856: Parti kongresinde Başkan Yardımcısı adayı olmak istedi – 100 oydan az aldı.
  • 1858: ABD Senatosu için yeniden aday oldu – yine kaybetti.
  • 1860: ABD Başkanı oldu.

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN / 5

Mayıs 22nd, 2018

 

      DEHA İLE DELİLİK ARASINDA 13 ÜNLÜ FİLOZOF

  1. “Emile” isimli kült kitabında, kendi “ideal birey yetiştirme” sistemini tanıtan ve mükemmel insan yetiştirmeye dair pedagoji dersleri için yöntemler sunan Rousseau, beş çocuğunun beşini de yetimhaneye vermiştir.
  2. Sinirli olmasıyla bilinen Ludwig Josef Johann Wittgenstein’ın, Keynes’i dövdüğü ve Karl Popper’ı da kızgın maşa ile tehdit ettiği rivayet edilir. Öğretmenlik yaptığı yıllarda ise bir kız öğrencisini dövmüştür.

En bilinen eseri Tractatus’u,  I. Dünya Savaşı’nda cephede yazdı, II. Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katıldı, dünyanın en büyük miraslarından birini reddederek İngiltere’ye taşındı. Basit bir işçi olmak için başvurduğu Sovyetler Birliği’ne kabul edilmedi. Sekiz kardeşinden üçü intihar eden Wittegenstein, kanser tedavisini geri çevirerek, 62 yaşında hayatını kaybetmiştir.

  1. Pesimistliğiyle bilinen Arthur Schopenhauer, boğazının kesileceğinden korktuğu için, hiçbir zaman berberde tıraş olmamıştır.

Evinde tabanca bulunduran ve insanlardan değil de yaşamdan nefret ettiğini üstüne basa basa söyleyen filozofun, annesiyle de sorunları vardı. Savurganlığı nedeniyle, parasını yediğini düşündüğü annesinden nefret ederdi ve bu sebeple kadınlardan çekinirdi.

  1. Fenomenolojiyi varlık sorunu bağlamında yeniden yorumlayan Martin Heidegger, 1933’te Nazi Partisi’ne katılmıştır.

Yahudi soykırımının yanlış olduğunu düşünmeyen filozof, eşinin kendisini aldattığını öğrendikten sonra Yahudi bir kadınla birlikte oldu.

  1. Hassas bir bünyeye sahip olan Immanuel Kant, doğup büyüdüğü Königsberg kentinden hiç çıkmamıştır.

Günlük rutinlerine uyan ve her gün aynı saatte yürüyüşe çıkıp disipliniyle nam salan filozofun obsesif olduğu biliniyordu. Öyle ki, bir milim bile eğik olsa tabloları düzeltirmiş.

  1. Medeniyeti reddedip medeniyet içinde, medeniyetten uzak bir yaşam süren Diyojen, topluma açık yerlerde mastürbasyon yapmıştır.

Sinop’ta doğan, darphane işleten babasının paralarının değerini azalttığı için sürülen ve Atina’ya yerleşen Diyojen, insanların doğal hayatta yaptıkları bazı davranışlardan neden utandığına kafayı takmıştır. Ahlak anlayışının mesnetsiz olduğunu vurgulamak için kamuya açık alanda mastürbasyon yapan Diyojen, ayrıca tuvalet ihtiyacını da ortalık yerde gidermiştir.

  1. Pragmatizmin kurucularından Jeremy Bentham, yol kenarlarının mumyalanmış cesetlerle süslenmesini istemiştir.

Evcil hayvan olarak domuz besleyen ve mumyalanmış cesetleri çiçeklerden daha estetik bulan filozof, kendisini mumyalatmıştır.

  1. Hiçbir matematik sisteminin tam olamayacağını söyleyen Kurt Gödel, öldürüleceği korkusuyla hiçbir şey yememiş ve açlıktan ölmüştür.

Şüpheci, içe dönük ve titiz olan filozofun hayatının son dönemlerinde mikrop kapmamak amacıyla kar maskesiyle gezdiği biliniyordu. Paranoyanın kendisini ele geçirdiğini söylesek yanlış olmaz.

  1. Varoluşçuluk akımının ana figürü olan Jean-Paul Sartre, annesine karşı ensest duygular beslediğini söylemiştir.

Bebekken babasını kaybeden ve yeniden evlenene kadar annesiyle çok yakın ilişkide olan filozof, ölüm döşeğinde Simone de Beauvoir’a verdiği röportajda, annesine karşı ensest duygular beslediğini söylemiştir. Kendisi gibi biseksüel olan Simone de Beauvoir ile açık bir ilişki yaşamıştır.

  1. Adını verdiği teoremiyle meşhur Pisagor, müritlerine fasulyeye dokunmayı ve onu yemeyi yasaklamıştır.

Bir düşmanı tarafından evi basılan ve yakılan filozof kaçmaya çalışırken fasulye tarlasına denk gelmiş ve yasağı ihlal etmediği için de yakalanmıştır.

 

PİSAGOR TARİKATI’na girenlerin uymak zorunda olduğu bazı kurallar:

“Herşey ateşin, havayı ısıtmasıyla olur.”

* Güneşe karşı idrarını yapmamak,
* Altın takı takan bir kadınla evlenmemek,
* Sokakta yatan bir eşeğin yanından geçmemek,
* Baklagillerden sakınmak,
* Yatakta vücut izi bırakmamak,
* Ateşte tencere izi bırakmamak, karıştırmak,
* Ateşi demir çubukla karıştırmamak,
* Düşen şeyi yerden almamak,
* Beyaz horoza dokunmamak,
* Ekmeği bölmemek,
* Bütün ekmeği yememek,
* Çelenkten çiçekleri koparmamak,
*Dört ayaklı sandalyede oturmamak,
* Yürek yememek,
* Ana yollarda dolaşmamak,
* Kırlangıçların damda yuva yapmasına engel olmak,
* Işığın yanında aynaya bakmamak.

*****

  1. Modern felsefenin babası Descartes, soğuktan korunmak için eski usul bir fırın odasına sığınmış ve burada analitik geometriyi formüle etmiştir.

Temel bir doğru bulmanın ve mantıkla ilerlemenin tüm bilimlerin yolunu açacağını düşünen filozof, Almanya Neuburg’dayken soğuktan korunmak adına eski usul bir fırın odasına sığınmıştır. Kutsal ruhun kendisine yeni bir felsefe konusunda ilham gönderdiğine dair üç imge görmüştür ve matematiksel metodu felsefeye uyarlama fikrini bulmuştur.

  1. Hazcı olarak bilinmesine rağmen zevk ve sefa alemlerinden uzak duran Epikuros, sadece arpa ekmeği, peynir ve meyve ile beslenmiştir.

Müritlerinin yalnızca yılda bir kez şarap içmelerine izin veren filozof, onlara cinsellikten uzak kalmalarını öğütlemiştir.

  1. “Atina sineği” lakabı takılan Sokrates, yaşadığı dönemde tıpkı sineklerin atları rahatsız ettiği gibi sokaklarda gezerek insanları rahatsız emiş ve tüm kuralları sorgulamıştır. Bu durum sonunda da tutuklanarak, ölüme mahkum edilmiştir.

YAŞAM FİLOZOFU EPİKTETOS

“Mutluluğa giden tek yol vardır. Bu, irademizin dışındaki şeyler yüzünden kaygılanmayı bırakmaktır.”

“Senin huzursuzluğun başkalarıyla değil, kendi kendinle bağdaşamadığın içindir.”

“Eğer kendinizi geliştirmek istiyorsanız, başkalarının sizin aptal yada deli olduğunu düşünmelerine aldırmayacaksınız.”

“Bir insanın, bildiğini zannetiği bir şeyi öğrenmesi imkansızdır..”

“Nasıl saat günün bir parçasıysa ben de öylece bütünün bir parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Görevim, elimde olanı yapmak ve üst yanına kulak asmamaktır. Deniz yolculuğuna çıkarken gemiyi, kaptanı ve mevsimi seçerim. Bu benim işimdir. Yolda bir fırtına koparsa asla umursamam. Bu benim işim değildir. Kaptanı seçmek benim elimdedir, fırtınayla uğraşmaksa kaptanın elindedir. Bilgelik, bizim olanı ve olmayanı bilmek ve ona göre davranmaktır.”

“Oynaşan şu köpek yavrularını görüyorsun, birbirleriyle gerçekten dost gibi görünüyorlar. Küçük bir kemik at, o zaman gerçeği göreceksin. Kardeşlerin, babaların ve çocukların dostlukları işte böyledir. ele geçirilmesi gereken bir servet, bir tarla ya da bir metres ortaya çıksın; ne baba, ne kardeş, ne çocuk kalır.”

“Senden alınan şeylere karşı, senden alınamayacak olanları koysana! Bu, senin iradendir. İradenin hürriyetine ise, Jüpiter bile müdahale edemez. İşte asıl özgürlük budur.”

“Kişileri yaşananlar değil, o yaşananlara bakış açıları rahatsız eder.”

“Sadece eğitimli olanlar özgürdür.”

“Kader eninde sonunda günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer, bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddî manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir.”

“Bizi gerçekten korkutan ve umutsuzluğa düşüren şey, dışımızdaki olayların kendileri değil, fakat bizim onlar hakkındaki düşüncelerimizdir. Bizi rahatsız eden ‘şeyler’ değil, onların anlamını yorumlama biçimimizdir.”

“Hayatında olup biten şeylerin, dilediğin şekilde olmasını isteme, nasıl oluyorlarsa, öyle olmalarını iste. Böylece her zaman mutlu olursun.”

“Yaşamındaki sınırlar, yalnızca senin belirlediklerindir.”

  GLENN CUNNİNGHAM

  Kansas’ta soğuk bir kış gününün sabahı, Cunningham kardeşler, sınıfın sobasını temizleyip odunla doldurdular. Bir şişe gazı odunların üstüne döktükten sonra ateşe verdiler. O anda öyle bir patlama oldu ki, eski bina sallandı.

 Patlama sırasında büyük kardeş ölür, diğerinin de bacakları feci şekilde yanar. Daha sonra anlaşılır ki, şişeye gaz yerine yanlışlıkla benzin doldurulmuştur.

  Doktor, yaralı kurtulan Glenn’in ise bacaklarının kesilmesi gerektiğini söyler. Bir oğullarını kaybeden acılı anne ve baba, kesme işinin ertelenmesini ister ve bu ertelemeyi iki ay uzatırlar. İki ay sonra sargılar açıldığında, sağ bacağının diğerinden 6 cm daha kısa olduğu, sol ayağındaki parmakların da neredeyse koptuğu görülür. En azından bacakları kesilmekten kurtulmuştur.

 Fakat genç adam kararlıdır, acılar içinde kıvranmasına rağmen, her gün egzersiz yaparak sonunda bir iki adım atmayı başarır. Kısa olan ayağı da düzelmeye başlamıştır. Yılmayıp koşmaya başlar öyle koşar ki iyi bir “atlet” olur. Kesilmek üzere olan ayaklarıyla bir dünya rekoru kırar.

 Bu genç adam; Glenn Cunningham’dır. “Dünyanın En Hızlı İnsanı” olarak,  Madison Square Garden’da yüzyılın sporcusu ünvanını alır.

 ASLAN İLE FİL

 Aslan, keyiflenince yanından geçen hayvanlara soruyormuş; “ormanların kralı kim?” Bütün hayvanlar da “sensin” deyip geçiyormuş. Fille karşılaşınca ona da sormuş. Fil de onu hortumuyla tuttuğu gibi fırlatmış.

  Aslan güya bozuntuya vermemek için düştüğü yerden; “ne kızıyorsun ya, bilmiyorsan bilmiyorum de” diye seslenmiş.

 YAŞLILIK

  Adamın biri yaşlılıktan bahsederken, “insanın yaşlandığını gösteren üç husus vardır” demiş. “Birincisi; unutkanlık, ikincisi” dedikten sonra düşünmüş düşünmüş, “ikincisi ve üçüncüsünü unuttum” demiş.

 LEİBNİZ’İN EVLİLİK TEKLİFİ

 Leibniz ilk defa 50 yaşındayken bir kadına evlilik teklif eder. Kadın da  teklifini düşünmek için zaman ister.

 Bunun üzerine Leibniz, ” iyi ki zaman istedi, ben de düşündüm ve teklifimi geri çektim” der.

DÖRT SURE

Temel, Dursun’a “kaç sure biliyorsun” diye sormuş. O da “dört” demiş. Temel bu kez, “hangileri” demiş.

O da “üç kulhü bir elham” demiş.

 AZİZ NESİN

Annesini, küçük yaşta hastalıktan kaybeder. Çok fakirdirler. Bir ara, İstanbul Topkapı surlarının dibinde, sebze yetiştirip satarak geçinirler. Babası çok mütedeyyin birisidir, kendisinin de din eğitimi alarak, dindar bir insan olmasını ister. Bu amaçla onu Kasımpaşa’da din eğitimi alacağı bir cami kursuna yerleştirir ve orada “hafız” olacak aşamaya kadar gelir.

 Sonrasında durumlarına acıyan bir kişi, annesi ölmüş olduğu halde babası ölmüş gibi göstererek, Darüşşafaka’ya kayıt olmasını sağlar. Buraya iki yıl kadar devam eder fakat bu sahtekarlığa daha fazla katlanamayıp okulu bırakır. Ancak, “Darüşşafaka” armalı ceketini vapur ve otobüslere ücretsiz binmesini sağladığı için, bir müddet çantasında taşıyarak kullanır.

 Kuleli askeri lisesini kazanır. Subay olur, ancak bir soruşturma neticesinde üsteğmenken askerlik görevinden uzaklaştırılır.

 Kendisinin çok cimri olduğu söylenir ancak o, kimsesiz ve bakıma muhtaç çocukların yetiştirilmesi için “Nesin Vakfı”nı kurar ve kitaplarının tüm gelirini de buraya bağışlar.

 Hafız olarak başladığı hayat serüvenine, sonrasında ateist olarak devam eder ve bunu açıkça söylemekten de kaçınmaz.

 “Şeytan Ayetleri” kitabı yayınlandığında, Ayetullah Humeyni, “bu kitap İslama karşı hakaretler içeriyor” diye yazarı Selman Ruşdi için ölüm emri vermişti. Aziz Nesin de “ kimse inanç ve fikirlerinden dolayı ölmemeli” diyerek taraf oldu ve sözkonusu kitabı kendi yayınevinde basacağını söyledi. Sonrasında kendisi hakkında da linç kampanyaları başladı.

 1993 yılında Sivas’ta Madımak Otelinde düzenlenen “Pir Sultan” etkinliğinde diğer aydınlarla beraber yakılarak öldürülmek istendi. 37 kişinin hayatını kaybettiği bu elim olayda, şans eseri hayatta kaldı ancak iki yıl sonra kalp krizi geçirerek aramızdan ayrıldı.

AZİZ NESİN VE SOYADI KANUNU

“1934 yıĺında soyadı kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. 

Herkes, kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri ‘eli açık’, dünyanın en korkakları ‘yürekli’, dünyanın en tembelleri ‘çalışkan’ gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazacak zamanda ancak imzasını atabilen ögretmenimiz, ‘çevikel’ soyadını almıştı. 

Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar, ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana ortada böbürleneceğim bir soyadı kalmadığından, kendime ‘nesin‘ soyadını aldım. Herkes ‘nesin‘ diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.”

KAYSERİLİ VE İSLAMIN ŞARTI

Kayserililerin ticarete düşkünlüğü herkesçe malumdur. Bir gün Kayserilinin birine sormuşlar; “İslamın şartı kaç?” diye. O da hemen “sekiz” demiş. “İslamın şartı beştir” diye itirazlar yükselince, o da  “bize gelişi beş” demiş.

KANUNİ’DEN, I.FRANSUVA’YA MEKTUP

Alman İmparatoru Şarlken ile 1525’de yaptığı Pavye Savaşı‘nda yenilerek esir düşen, Fransa Kralı I.Fransuva’nın annesi Düşes Dangolen’in, yardım talebine cevaben Kanuni’nin yazdığı mektup:

“Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un , Dulkadiroğluları Vilayeti’nin, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Haleb’in, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arap memleketlerinin, Yemen’in ve daha nice ülkelerin ki, büyük atalarımın Allah kabirlerini nurlu etsin karşı konulmaz kuvvetleriyle fethettikleri ve benim muhteşemliğimle de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle fethettiğim nice memleketlerin sultanı ve padişahı olan Sultan Bayezid Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Han’ım.

Sen ki, Fransa vilayetinin kralı olan Françesko’sun…”

 MARKA DEĞERİ

  Ünlü bir markanın ceosu, pek çok kişide kendi ürünleri olan ayakkabıyı görünce, telaşa kapılır. Satış bölümüne, “neden bu ürün daha çok satılıyor?” diye sorduğunda da “depoları boşaltmak için fiyat indirimi yaptıkları” cevabını alır.

  Ceo, bu cevaba daha da sinirlerek şöyle der; “derhal fiyatı yükseltin, bizim markamız herkesin alabileceği ürünler değildir. Fiyat indirerek marka değerimizi düşürüyorsunuz” der.

HAZIRCEVAP NEYZEN TEVFİK

Neyzen’in parasız pulsuz gezdiğini bilen birisi, ona para vermek ister ama tepkisinden çekinmektedir. Parayı Neyzen’in arkasından atarak, “Neyzen paran düştü” der.

Neyzen “o düşen benim param değil, zaten bende para ne gezer, o düşen senin altın kalbindir.” der.

*

Mazhar Osman, Neyzen Tevfik’e içki içmeyi yasaklamış. İçmeye devam ettigi takdirde hayati tehlike doğacağını söylemiş. Samimiyetlerine dayanarak da içki içmeyeceğine dair and içirmiş. Aradan zaman geçmiş, Neyzen’e bir yerde içki içerken rastlamış.

– “Hani bir daha içki içmeyeceğin üzerine and içmiştin?” diye sorar.

Neyzen de “üstat, biz fakir adamız, bulunca içki içeriz, bulamayınca and içeriz!”

*

Basın çevrelerinde tanınmış bir hanım, Neyzen’le karşılaşınca sitem eder:

“Aşk olsun, benim için aşüfte gibi sözler söylemişsiniz.”

Neyzen, “hanım, sen beni tanımıyorsun, ben herkesin bildiği şeyleri söylemem” der.

*

Bir gün Atatürk, Neyzen’i çağırır ve epey muhabbet ederler. Sonrasında da Atatürk, Neyzen’e teşekkür eder ve  “var mı benden bir istediğin?” diye sorar.

Neyzen de cevap olarak, “sağlığınız paşam” der, çıkar. Neyzen, Atatürk ile konuşmasını abisine anlatır ancak abisi kızar:

“Ulan yatacak yerin yok, ne istersin diye sorduğunda bir ev isteseydin ya” der. Neyzen de hemen cevap verir:

 “ O zaten hepimize bir ev verdi ya!”

*

Neyzen, gece meyhaneden çıkmış evine dönerken, dar bir sokakta densizin biriyle karşılaşır. Adam ileri geri konuşarak, “ben senin gibi ciğeri beş para etmez herife yol vermem!” der.

Neyzen geri çekilir, yolu açar; “ ben veririm!” der.

 

 TUTUKLU GENÇ NAZİ SUBAYI DÜNYA TURUNDA

 Nürnberg davaları başladığında, tutuklu genç nazi subayı, üst düzey bir nazi ile birlikte kalmaktadır. Her gün birkaç saat avluya çıkma izinleri vardır. Genç nazi, her avluya çıktığında adımlarını sayarak, kaç kilometre yol yaptığını hesaplar. Harita bilgisi de iyi olduğundan, hayalinde canlandırarak, Nürnberg’den Avusturya’ya doğru yürümeye başlar.

 Sınıra yaklaştığında, oda arkadaşına sorar:

“Sence doğuya mı yoksa batıya mı gitmeliyim?” O da:

“Doğuya git” der. Ancak sınırdan fazla uzaklaşamadan dava sonuçlanır ve cezaları infaz edilir.

STEFAN ZWEIG’IN İNTİHAR MEKTUBU
 

 “Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor, bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum ki, hayatım boyunca tinsel uğraşım, en büyük haz kaynağım olan kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”

 20.yüzyılın en büyük edebiyatçılarından olan Zweig, ardında bu mektubu bırakarak, 23 Şubat 1942’de Birezilya’nın Petropolis şehrinde, eşi Lotte ile birlikte intihar etti.

 1881 yılında zengin bir yahudi ailenin çocuğu olarak, Viyana’da dünyaya geldi. I.Dünya savaşının yıkımları halen devam ederken 1933’te Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle, güzel günler tamamen geride kalır. Çünkü nazi iktidarı, onu en sakıncalı yazarlar arasında gösteriyordu.

 Zweig 1934’te ülkesini terkederek İngiltere’ye yerleşir. 1937’de ilk eşinden boşanır ve iki yıl sonra sekreteri Lotte Altman ile evlenir. 1940’ta İngiltere vatandaşı olur.

 Hitler’in Batı Avrupadaki ilerleyişinin sürmesi üzerine sırasıyla ABD, Arjantin, Paraguay ve son olarak da Birezilya’nin Petropolis şehrine yerleşir. Ancak nazilerin yaptığı zulümlerin tarifsiz acıları karşısında yeni bir hayata başlamak için gerekli gücü kendinde bulamaz.

23 Şubat 1942’de kendisine aşkla bağlı olan karısı Lotte’yi de ikna ederek, birlikte ilaç içip sarılarak, aynı yatakta intihar ederler.

 Kaderin cilvesine bakın ki, Zweig’ı ölüme sürükleyen olayların baş mimarı Hitler de üç sene sonra karısıyla beraber intihar eder.

 Büyük yazar üç sene daha dayanabilseydi, bütün kalbiyle bağlı olduğu vatanının küllerinden yeniden doğduğunu görebilecekti.

 “Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler. Çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey, insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz.” (‘SATRANÇ’ adlı kitabından)

 

GÖRME ENGELLİLERDE YÖNELİM VE BAĞIMSIZ HAREKET EĞİTİMİ

Şubat 19th, 2018

 BAĞIMSIZ HAREKET ve YÖNELİM BECERİLERİ

 (AHMET AĞI) 

Bağımsız hareket; bir başkasına bağımlı olmadan ya da en az yardımla kendi başına istenilen yere gidip gelebilme yeteneğidir. Bu yeteneği açığa çıkarmak için, geliştirilen tekniklerin tümüne birden, “Bağımsız Hareket Eğitimi” diyoruz.

Bağımsız hareket eğitiminde öğretilen tüm davranış ve teknikler, görme engelliler gözlemlenerek, en güvenli ve kolaylık sağlayanın seçilmesi sonucu belirlenmiştir.

Akla ve mantığa aykırı olan, “Bağımsız Hareket” eğitimine de aykırıdır.

İki ana konudan oluşur:

1-Güvenli yürüyüş teknikleri; zamana zemine göre, rehber eşliğinde kenar takibi yaparak yürümektir.

2-Yön bulma (yönelim/oryantasyon/konumlama); zihinsel harita oluşturup, rota belirleyebilmektir.

-GEB (Görme Engelli Birey); daima kendini koruyacak ve yol gösterecek, bir rehberin arkasında yürümelidir.

Rehber, yol göstermesinin yanında, tehlike karşısında da koruyarak yardımcı olmalıdır. Görenler, GEB’e nasıl yardımcı olacağını bilmediği için, onu da yönlendirecek olan, GEB’dir.

GEB için rehber, başkasının gözünden ya da göz gibi kullanabileceği bir şeyden yararlanmasıdır.

-Rehber, GEB’i bırakmadan, GEB onu bırakmamalıdır.

Rehber; gören kişi, klavuz köpek, baston, eller, navigasyon cihazları v.s.

Yön bulmak, kendini konumlandırabilmektir. Bulunduğu yer ile etrafında olanların mesafe ve yönlerini tahmin edebilmektir. Zihinsel haritayla, rota oluşturabilmektir.

Zihinsel harita; kenar takibi yaparak ipuçlarını değerlendirmek ve işaretleri sıraya koymaktır. Bütünü oluşturan parçaların, birbirleriyle olan bağlantısını kurmaktır. Bir tür “puzzle” yapmaktır. Parçaların birleşimiyle birlikte, bütün hakkında bir imaja sahip olunur.

Dersin amacı:

Yakın hedefler; GEB’i (Görme Engelli Birey) evde ve bahçede ihtiyaç duyduğu yerlere erişebilir hale getirmek.

Orta hedefler; GEB’i evinin caddesi, sokağı ve mahallesinde ihtiyaç duyduğu yerlere erişebilir hale getirmek.

Uzak hedefler; GEB’i ihtiyaç duyduğu her mesafedeki yere erişebilir hale getirmek.

***

Göz; rehberdir, bütünlük algısıyla beraber kendimizi ortamda konumlandırmamızı sağlar. Oryantasyonla (konumlama) beraber stres/kaygı azalır, özgüven artar.

Görmemek her şeyden önce, güvenli yürüme ve yön bulma kabiliyetini sınırlayan hatta ortadan kaldıran bir durumdur. Bu durum, kaygı bozukluğu ile başlayan psikolojik rahatsızlıklara neden olabilir. Kendini konumlandıramayan, kendini güvende de hissetmez.

Bütün GEB’ler, tamamen görmez değildir.

Görme engelliler; hiç görüşü olmayanlar, ışığı hissedenler ve az görenler olmak üzere üçe ayrılabilir.

-Işığı hissetmek bile, engeller ve mesafeler hakkında bilgi verir.

-Tamamen görmezler, bütünlük algısından yoksun oldukları için, tümevarım yöntemi kullanırlar.

-Az görenler, görüşleri oranında tümdengelim de kullanırlar.

-En çok kazayı az görenler yapar. Az görmek, çoğu kez aldatıcıdır.

-Hareket eksikliği nedeniyle görmezlerde, vücut tembelliği olabilir. Bol bol yürüyüş egzersizi yapmalıdırlar.

-Gözlerini sonradan kaybedenlerin, körlüğünü kabullenmeleri için zamana, bazen de psikolojik desteğe ihtiyaçları vardır. Avantajları ise, geçmiş tecrübeleri ve imajlarından yararlanmaktır.

-Görmezlerin acelesi, varsa da yoktur! Daima kontrollü olmalı, yürüyüş hızının üstüne çıkmamalıdır. Sadece, güvenli yerlerde ve gören birisi varsa daha hızlı olabilirler.

-Kalabalık ve tehlikeli yerlerde, yürüyüş hızlarını bile yavaşlatmalıdırlar.

-Baş, baston gibi önde ya da yere doğru olmamalı daima görmese de ileri bakmalı, tek bir noktaya değil ortama odaklanmalıdır.

-GEB’lerde, geri vites yoktur. Düşmeleri halinde kendilerini koruyamazlar. Düşmeyi de öğrenmeli, son tahlilde güvenli yere doğru, eller önde hamle yapmalıdır.

-Korunma yöntemlerini kullanmalı. Küçük önlemlerle büyük kazaların önüne geçebileceğini bilmeli. Tedbiri, başkasına bırakmadan kendisi almalıdır.

Yüksek kolu, refleks haline getirmeli, belli işaret ve sesler karşısında derhal yüksek kola geçmelidir.

-Bağımsız harekette ilk kural; can güvenliği, ikinci kuralsa; “kenar takibi”dir.

-İnsanın yaşadığı her yerde, bir plan vardır. GEB ise bu planı, zihinsel haritaya dönüştürür.

Kenar takibi, bina içinde; duvarlar, pencereler, korkuluklardır. Bina dışında; kaldırımlar, yol kenarları ve klavuz yollardır.

Kenar takibi; emniyet, işaret ve istikamettir. Kenardan gitmek, ortadan gitmeye göre daha güvenlidir . Kenar takibi sayesinde işaretler bulunur. İşaretleri sıralı olarak bilmekse, kendini yönlere göre konumlandırmayı sağlar.

-Bina içi ve dışı birbirine benzerdir. Bina içinde katlar, ana koridorlar, yan koridorlar ve odalar (yaşam alanları) vardır. Bina dışında da buna karşılık gelen; kavşaklar, ana caddeler, yan yollar ve adalar (yaşam alanları) vardır.

-Bina içinde öncelik; sağ kenarı takiptir, sağ takip edilemiyorsa, sol. Bina dışında öncelik kaldırım üstünden yürümek hatta varsa klavuz yolları takip etmek. Zorunlu hallerde yol içinden kaldırıma paralel yürümeli. Tehlike karşısında da yardım almalıdır.

-Önceliği, içeride duvar kenarları, dışarıda ise yol kenarları olmalıdır. Klavuz yolların haricinde, mecbur kalmadıkça orta yerden gitmemelidir. Yol kenarı takibinde de öncelik, kaldırım üstünden yola bakan tarafa baston düşürülerek takip yapılmalıdır. Kaldırım üstünden yürüme imkanın olmadığı zorunlu hallerde, trafik akışının aksi istikamette yani araçların baston kullanımını göreceği şekilde, yol içinden kaldırım kenarına paralel şekilde baston vurarak takip yapmalı,  yaklaşan tehlikeyi hissettiği anda da güvenli yere geçmelidir.  Ne kendisinin ne de başkasının can güvenliğini tehlikeye sokacak hal ve hareketlerden kaçınmalı, gerektiğinde de yardım almalıdır. Özetle birinci öncelik;  varsa klavuz yollar olmalı yoksa kaldırım üstünden yola bakan kenar takip edilmeli, ikisini de takip etme imkanı yoksa, can güvenliğini tehlikeye atmadan,  güvenli bir yol buluncaya kadar, yol içinden kaldırıma paralel  kenarı takibi yapılmalıdır.

-Dar yerlerde yan yana yürümemeli, sürekli olarak, ortam analizi yapmalıdır.

-Tehlikeli yerlerde, yürüyüş güzergahlarında bekleme yapmamalı, ihtiyaç halinde çarpmalardan korunmak amacıyla güvenli bir yere geçmelidir.

-Sese göre, mesafe ve yön tayini yapabilmelidir.

-Düz zeminlerden, hiza almalıdır.

– Seslerden yararlanarak, trafiğe paralel yürümeyi öğrenmelidir.

Trafikte en tehlikeli yerler, karşıdan karşıya geçişlerdir. Geçişler, trafiği kollayarak yol içine doğru yürüdüğümüz tek durumdur. Güvenli anı yakalamadan geçmek, hayati sonuçlara neden olabilir.

Geçişlerde, hiçbir zaman tam köşeden geçilmemelidir. Köşelerden, en az üç dört adım kadar uzaklaşmalı, dik durup dinlemeli ve baston gösterip sarkaçla geçmelidir.

– Kulağımızı; ne sesi, ne taraftan geliyor ve sesin bize olan mesafesini tahmin ederek eğitebiliriz.

-Fırtınamsı havalar, şiddetli yağışlar, iş makinelerinin çıkardığı sesler, çok fazla sesin üst üste binmesi, sesleri ayırt etmeyi, algıda seçiciliği zorlaştırır hatta imkansız kılar. Bu durumda yardım almaktan çekinilmemelidir.

-İpuçlarına erişimde, uzaktan algıyı sağlayan duyularımız; görmek, duymak ve koku almaktır. Görme kaybına, duymanın da eklenmesi GEB’in kendini konumlandırmada ortamla ilişkisini iki kat zorlaştırır.

– Geçiş yapmadan önce, trafiği dinlemede iki duruma çok dikkat edilmelidir. Birincisi; araçlar yaklaşıyor mu yoksa uzaklaşıyor mu? İkinci olarak da yaklaşmakta olan araç, büyük mü yoksa küçük mü? Zira büyük olan araçların sesleri arkalarından gelen küçük araçların sesini bastırır. Bu nedenle, arkasından gelen küçük bir araç olmadığından emin oluncaya kadar uzaklaşmalarını beklemek gerekir.

– Az görenler trafikte görüşlerinden ziyade kulaklarına güvenmelidir. Öncelikle, araçların motor seslerine odaklanmalıdır.

– Beklemede olan ancak motoru çalışan araçların arasına girmemeli, arkasından geçmeye çalışmamalıdır.

-Bölünmemiş yollarda çift taraflı dinleme yapılmalıdır. Bağlantılı olan tali yolları da dinlemelidir. Bir şeritteki araç  GEB için dursa, hatta geçmesi için korna da çalsa, hemen geçmemeli, diğer şeritten gelen olup olmadığından da emin olmalıdır.

-Geçmek için acele etmemeli, emin olmadan asla geçmemelidir. Geçmeye karar verdiğinde de geçeceğini el ya da bastonuyla belli etmeli, oyalanmadan seri bir şekilde, yolu uzatmadan direkt kaşıya geçmelidir. Tehlike seviyesinin yüksek olduğu yerlerde de yardım almaktan çekinmemelidir.

-Her an bir engel çıkacakmış gibi tetikte yürümelidir. Her türlü engelin yanından ya da etrafını kontrol ederek dolaşmalı ama uzaklaşmamalıdır.

-Dönüşleri açılara göre yapmalı, pozisyonunu kaybetmemelidir.

-Yerde bir cisim ararken, saat yönünde, 90 derecelik açılarla  360 dereceye tamamlayarak yapmalıdır.

-Merdiven inerken, tırabzan tarafında, aşağı doğru alçak kol veya baston uzatarak, çıkarken de duvar kenarından yüksek kol veya bastonu yüksek tutarak çıkmalıdır. Dönerli merdivenlerde ise daha geniş olan, iç kısım takip edilmelidir.

-Eğilirken, aşağıdaki nesnelerden korunabilmek için, mutlaka alçak kol ve yüksek kolda eğilmelidir.

-Ellerden, hiç değilse biri serbest olmalıdır. Eller cepte, arkada olmamalı. Kafayı da baston gibi uzatmamalıdır.

-Çanta, sırtta ya da posta çantası gibi çapraz taşınmalıdır.

-Her şeyi sıralı düşünmeli ve sıralı yapmalı. Düzensiz ve dağınık olmamalıdır.

– Başı adeta “radar” gibi olmalı; sürekli etrafı tarayarak ortam ve risk analizi yapmalıdır.

– Ayakları adeta “sonar” gibi olmalı; daima bastığı yerin/zeminin  özelliklerini değerlendirerek yürümelidir.

-Bastonu  adeta kenara yapışmalı; “kenar takibi”  her zaman önceliği olmalı, gerekmedikçe kenardan ayrılmamalıdır.

-GEB  adeta “yarasa” gibi iyi bir ses analizcisidir. Her türlü ses ve yankısını değerlendirerek hareket etmelidir.

“İnnovatif” olmalı; her konuda olduğu gibi etrafını araştırmada da meraklı ve keşifçi olmalıdır.

“Kreatif” olmalı; engeller ve sorunlar karşısında yaratıcı çözümler geliştirmelidir.

-İletişim becerilerini sürekli geliştirmeli, çekingen/utangaç olmamalı, yardım almayı ve kendini korumayı öğrenmelidir.

-GEB’in hareketleri rehberle uyumlu olmalı, kendini “çanta” gibi taşıtmamalıdır.

-GEB; gören rehberle hareketlerinde, seri ve yumuşak olmalıdır, sert ve abartılı davranışlardan kaçınmalıdır.

***

-GEB’lerde, postür bozukluğu ve uyaran eksikliği nedeniyle de tikler olabilir. Bunların daha da artmaması için, uyarıcı olunmalıdır.

***

GEB ile ilk ders; tanışmak ve ders hakkında genel bilgi vermektir. İkinci ders, rehberle hareket edebilmektir.

-GEB’in özgeçmişini, sosyo-ekonomik, mental durumu ve biyopsişik özelliklerini bilmek hayati derecede önemlidir. Sağlık şartlarını zorlamak, istenmeyen sonuçlara yol açabilir.

GEB’e ilk olarak kaldığı yer ve temel ihtiyaçlarını karşılayacağı yerler, uygulamalı olarak gösterilmelidir.

***

Öğrenme yöntemleri:

-Basitten karmaşığa,

-Parçadan bütüne (tümevarım),

-Yakından uzağa,

-Güvenli yerlerden daha az güvenli yerlere (riskli) yerlere doğru olmalıdır.

-Önce tam fiziksel yardımla, sonra yarı fiziksel yardımla, en son olarak da rota vererek kendi başına bırakılmalıdır.

Kullanılan Materyaller:

Baston, maske, kabartma harita, kroki, maketler, navigasyon programları v.s.

Eğitim Alanı; bina içi, bahçe, cadde, sokak, kavşaklar…

***

-İşaretlerden önce, ipuçları gelir.

İpucu, kaynağına götüren duyusal verilerdir:

*Işık, gölge, karanlık, loşluk

*Ses, yankı, gürültü, sessizlik, uğultu

*Sıcak, soğuk, ılık, serin, esintili

*Mesafe, zaman

*Alçak, yüksek, engebeli, çukur

*Açık, kapalı, dar, geniş, bol, hacimli

*Ağır, hafif, yumuşak, sert

*Renk, parlaklık, kontrast renkler

*Her türlü kokular

İşaret; ana ve yardımcı işaretler:

Ana işaretler; bulunduğu yerde sabit, belirgin herhangi bir nesne, ses, koku, ısı ya da dokunsal bilgi kaynağı.

Yardımcı işaretler; sabit ve belirgin olmasa da ana işaretleri destekleyen her türlü nesne.

İyi bir “bağımsızcı”:

-İyi bir, kenar takipçisidir.

– Daima rehber eşliğinde arkasından yürür ve rehber onu tutmaz, o rehberi tutar.

-İşaretlerden önce, ipuçlarını değerlendirir.

– Trafiğe güvenli mesafede paralel yürür.

– Yanında akan sesleri duvar takibi gibi kullanır.

– Ekolokasyon ve hava akımlarını hesap eder.

-Haritacıdır, ezbere gitmez. Her türlü ipucu ve işaretleri sırasıyla değerlendirerek, yön bulmada zihinsel harita oluşturur.

-Radar gibidir, etraftaki bütün hareketleri takip eder.

Sonar gibidir, zemin farklarını dikkate alarak yürür.

– Etrafında olup biteni merak eder, keşfetmeyi sever, sorunlar karşısında çözüm odaklıdır.

-Zamana ve zemine göre, güvenli yürüyüş tekniklerini uygular.

-Risk analizine göre, rota belirler.

-Açının mesafe, mesafenin de zaman olduğunu bilir.

-Tecrübenin performansına bağlı olduğunu, reflekslerin de tecrübeyle geliştiğini bilir.

Bağımsız hareket; zeka, performans, tecrübe ve özgüvendir.

***

Varolan her şey “sanat eseri” gibi tektir. Birbirinin benzeri çoktur ama aynısı olan hiçbir şey yoktur. Bu da GEB için, işaretlerin ayırıcı özellikleridir.

Her şey “matruşka” gibi iç içe geçmiştir (odalar, katlar binada, bina bahçede, bahçe mahallede…). Bu da yöntem verir; merkezden dışarı, dışarıdan merkeze.

BASTON

Baston, en kolay erişilebilir olan rehberdir. GEB’in yerdeki gözüdür.

Rehberden iki şey bekliyoruz; yol göstermesi ve tehlike karşısında koruması. Baston da aynı şeyleri yapar; önde gidip çukur ve yüksek engelleri bulur, kenar takibiyle de yön bulmamıza yardımcı olur.

Baston; ergonomik ağırlıkta, sağlam ve esnek olmalı yolda bırakmamalıdır.

Baston her GEB’in boy ölçüsüne göre, göğüs hizasından daha kısa olmamalıdır.

Göğüs hizasındaki bastonların zaafı, göğüs hizasının üstündeki engeller için koruma sağlamamasıdır. Baş hizasındaki bastonu  ise dar ve alçak yerlerde kontrol etmek zor olabilir.

Duruma, zemine göre baston teknikleri uygulanmalıdır. İç mekanlarda, mekanın büyüklüğüne göre hem çapraz hem de sarkaç teknik uygulanabilir. Dış mekanlarda, sarkaç teknik, kalabalık ve tehlikeli yerlerde (sulu, karlı yerler) ise kalem / mum tutuşu uygulanmalıdır.

 Doğru baston tutuşu = Doğru sarkaç = Doğru adım.

 Doğru baston tutuşu; dirsek karın boşluğuna sabitlenir, kol bel üstü yüksekliğe alınır ve baston sadece el bileği ile hareket ettirilir.

 Doğru sarkaç; “sarkaç mesafesi” omuzları dört parmak (10 cm) aşacak şekilde yapılır.

 Doğru adım; baston sağda ise “sol ayak” ileri atılacak eğer baston sola geçmiş ise “sağ ayak” ileri atılacak.

***

Mental olarak kapasitesi sınırlı olan GEB’in, karmaşık ve kazaya uğrama riski yüksek yerlerde, tek başına trafiğe çıkması sakıncalıdır.

*********

*********

İSTANBUL GÖRME ENGELLİLERDE 

BAĞIMSIZ HAREKET VE YÖN BULMA EĞİTİMİ – (AHMET AĞI, CANAN ÇAMYÜCEL)

Bağımsız Hareket Becerilerinde Temel İlkeler:
*Bağımsız Hareket becerilerinde önemli olan, güvenli yürüyüş tekniklerini bilmektir.
*Rehber, baston, rehber köpek, bağımsız hareket için kullanılan yöntemlerdendir.
*Amaç, bir başkasına bağımlı olmadan hareket etmektir. Her bireyi, kendi potansiyeli doğrultusunda bir yere getirmektir.
*İlk önce, oryantasyon çalışması yapılır.
*Engelle uyumlu bir şekilde yaşamak amaçlanmaktadır.
*Görme engelli birey, her zaman temkinli ve tedbirli olmalıdır. Kendi hayatının sorumluluğunu almalıdır.
*Görme engelli birey, keşifçi ve yaratıcı olmalıdır.
*Körlerin geri vitesi olmaz. Geri geri yürümemeye dikkat etmelidir.
*En, boy,  derinlik, mesafe, açı, zaman bilinmesi gereken önemli kavramlardır.
*Yankı, ışık, ses, gölge, önemli ipuçlarıdır.
*Bağımsız hareket öğretimi düzenli ve sıralı, kısacası sistematik olmalıdır.
NOT: Rehabilitasyonda 1,5 ay bina içi çalışmalar yapılırken, geriye kalan yaklaşık 4 ayda bina dışı çalışmalar yapılmaktadır. Bina içinde rehberli yürüme, rehbersiz yürüme, çapraz baston teknikleri öğretilirken, bina dışında sarkaç baston tekniği öğretilir.

Becerilerin Öğretim Sıralaması:
-Rehberli teknikler (Rehberle yürüme, rehberle merdiven inme çıkma, rehberle dar yerden geçme -dar geçit-, rehberle yürürken taraf değiştirme, rehberle yürürken 180 derece tersine -geriye- dönme, rehberle kapı açma -kapama, rehberle sandalyeye oturma, rehberle temas kurup ayağa kalkma, yanlış rehber tutuşlarının düzeltilmesi.)
-Korunma teknikleri (alçak kol korunma tekniği ve yüksek kol korunma tekniği)
-Elle duvar takibi yapma
-Odayı veya sınıfı tanıma
-Güneşe göre yön bulma
-Arama teknikleri (paralel arama tekniği ve dairesel arama tekniği)
-Sese göre yön bulma, mesafe tahmini yapma (Örneğin; yere düşen bir nesnenin sesinin geldiği yönü tespit etme ve mesafesini tahmin etme, nesneyi gidip dairesel arama yöntemiyle el veya ayakla arayıp bulma ve alma)

Baston teknikleri:
1-Çapraz baston tekniği (genelde bina içinde kullanılır.)
-Merdiven inme-çıkma
-Çapraz baston tekniği ile binayı tanıma
2-Sarkaç baston tekniği (genelde bina dışında kullanılır.)
-Bina dışında bastonla ritm çalışması yapma
-Bastonla kenar takibi yapma
-Bastonla ortadan yürüme çalışması yapma (kenar olmayan yerlerde)
-Yol içi çalışması yapma
*İlk önce, kılavuz yol tercih edilmeli, kılavuz yol yoksa kaldırım kenarı takip edilmeli, en son yol içinden yürümek tercih edilmelidir.
-Ada çalışması yapma (İlk önce bahçe içinde, bina içinden bahçeye çıkılır. En son, bahçeden dışarıya çıkılır.)
*Karşıdan karşıya geçme, ada çalışması esnasında da gösterilir.

*Dışarıya çıkıldığında, öğretim aşamaları şu şekildedir:

-İlk önce, etaplar çalışılır.
-Adalar çalışılır.
-Karışık rota çalışması yapılır.
-Taşıtlara binme-inme çalışması yapılır.

Rehberle Yürüme Çalışmaları
Rehberli Tekniklerin Öğretim Sıralaması:
-Rehberle yürüme
-Dargeçit tekniği
-Rehberle taraf değiştirme
-Rehberle merdiven inme-çıkma
-Rehberle 180 derece geriye dönme
-Rehberle kapı açma-kapama
-Rehberle sandalyeye oturma
-Yanlış rehber tutuşlarının düzeltilmesi
*İlk önce, rehberle yürüme teknikleri öğretilmektedir. Rehber, görme engelli bireye yolda yürürken eşlik eden kişidir. Rehber, görme engelli kişinin bir adım önünde yürür.
Bunun nedeni, görme engelli kişinin, rehberin hareketlerini daha kolay takip
edebilmesi (örneğin; merdiven iniş-çıkışlarının anlaşılması gibi…) ve herhangi bir şekilde ani duruşlarda görme engelli kişinin, en fazla gören rehberin yanına gelmesidir.
Görme engelli kişi, hiçbir zaman rehberin yanında veya önünde yürümemelidir. Eğer  böyle bir durum gerçekleşiyorsa, burada yanlış rehber tutuşları söz konusudur. Bu tür durumlarda yanlış rehber tutuşlarının hemen düzeltilmesi ve sonra yola devam
edilmesi gerekmektedir. Rehberle yürürken, doğru rehber tutuşu önemlidir. Doğru rehber tutuşunda rehber, görme engelli bireyin bir adım önündedir. Görme engelli, rehberin dirseğinin üzerinden dört parmağı içeride, baş parmağı dışarıda olacak şekilde tutar. Bu tutuş sırasında rehberin kolunu çok gevşek tutmamalı veya çok sıkmamalıdır.

1-Dar geçit tekniği :
*Bu teknik, görme engelli birey ile gören rehberin aynı anda geçemeyeceği kadar dar, tehlikeli ve kalabalık alanlarda kullanılır.
*Rehberin arkasına geçerken görmeyen kişi, kolunu dümdüz tutmalı iki adım tam arkasından yürümelidir.

2-Rehberle taraf değiştirme:
*Görme engelli birey, bulunduğu konumdan rehberin diğer tarafına geçerken önce rehberin geçmek istediği koluna dokunur. Rehberle teması kesmeden, rehberin arkasından yavaşça geçerek diğer koluna geçer ve hemen daha önce tuttuğu kolunu bırakır.
*Rehberle taraf değiştirirken, rehberle temas kesilmeden ve topuklarına basmadan geçilmelidir.

3-Rehberle kapı açma-kapama:
*Rehberle kapı açılırken, kapının kolunun her zaman rehberin tarafında olmasına dikkat edilmelidir. Kapıyı daima rehber açar, görme engelli kapatır.
*Eğer kapının açılacağı tarafta görme engelli birey bulunuyorsa, mutlaka rehberle taraf değiştirdikten sonra kapı açılmalıdır.
4-Rehberle sandalyeye oturma:
*Rehberle sandalyeye oturma çalışılırken, önce rehber sandalyenin arkalığına vurur, görme engelli sandalyenin arkalığını bulur ve tutar. Sandalyenin arkası tutulduktan hemen sonra rehber bırakılmalıdır.

-Sandalye dönen bir sandalye ise, oturulacak yerini bulmak için diz değdirilip çekilir.

-Sandalyenin oturulacak kısmında bir şey olup olmadığı (oturmaya uygun olup
olmadığı) kontrol edilir. (Elin dış kısmıyla dairesel arama yöntemi kullanılarak, tam ortadan başlayıp soldan sağa, küçükten büyüğe daireler çizerek kontrol edilir.)
-Sandalyenin arka kısmı (sırtın yaslanacağı kısım) aynı şekilde dairesel arama yöntemi kullanılarak kontrol edilir.
-Sandalye, oturmaya uygun görüldüğünde, sandalyeye oturulur.
*Sandalyeden kalkarken, rehberle temas kurulmalıdır. Bu temasın kurulması için önce rehber, kolunu uzatır. Görme engelli, rehberin bileğine dokunarak ayağa kalkar ve kalktığında doğru rehber tutuşuna geçer.

5-Rehberle merdiven inme-çıkma:
*Her zaman güvenli tarafta görme engelli kişi olmalıdır. Merdiven inerken görme engelli, trabzan tarafında, çıkarken de duvar tarafında olacaktır. Gerektiği durumlarda, rehberle taraf değiştirildikten sonra, merdiven inilip çıkılabilir.
*Merdiven inilip çıkılırken güvenli olması halinde sağdan inilip sağdan çıkılmaya dikkat edilmelidir. Korkuluksuz ve daralan sarmal merdivenlerde güvenli iç kısımlar tercih edilmeli.

Korunma Teknikleri:

Yüksek kol korunma tekniği: Özellikle, gövdeyi ve başı korumak için kullanılır. Önce kol, dümdüz uzatılır, sonra 90 derece bükülür ve yüzü koruyacak şekilde biraz çapraz tutularak avuç içi karşıya bakacak şekilde yürünür.
Alçak kol korunma tekniği: Vücudun alt kısmını aşağıdan gelecek tehlikelere karşı korumak için kullanılır. Kol, göbek hizasında, avuç içi vücuda dönük olarak tutularak yürünür.
*Herhangi bir kenar takip edilmediğinde, bir elle yüksek kol korunma tekniği kullanılırken, diğer elle alçak kol korunma tekniği kullanılarak yürünür. Bunun amacı, boşlukta yürünürken görme engelli bireyin kendisini tüm tehlikelere karşı koruyabilmesidir.

Elle Duvar Takibi Yapma:
*Görme engelli bireyler açısından kenar takibi yapmak çok önemlidir.
*Elle duvar takibi yapılırken, elin dış yüzeyi duvara dönük şekilde, parmaklar hafifçe bükülerek, omuzla duvar arasında dört parmak genişliğinde boşluk bırakılarak yürünür.
*Elle duvar takibi yapılırken, kolun mümkün olduğunca düz uzatılması önemlidir.
*Duvar takibi yapılırken, köşeye gelindiğinde, önce kolun dönmesiyle, vücut uygun pozisyonda hareket ettirilir ve dönülür.
*Duvar takibi esnasında, camın açık olması, kalorifer petekleri gibi engellerle karşılaşıldığında, duvardan biraz daha uzaklaşılarak ve kol daha geniş açıyla açılarak yürünmeye devam edilir. Tehlike geçtikten sonra, tekrar uygun pozisyonda yürünür.

Sınıfı veya odayı tanıma:
*Bir mekanı tanırken, zorunlu olmadıkça o mekanı, sağdan sola doğru incelemek gerekir. Bu sıralı öğrenmeyi sağlar. Son olarak da orta kısımlara bakılmalıdır.
*Bir mekanı incelerken, elin dış yüzeyi ile inceleme yapılmalıdır.
*Bir mekanı tanırken ayrıntılı inceleme yapmak gerekir. Görme engelli bireylerde bütüne ulaşma, parçaları birleştirme yoluyla gerçekleşir. Bu şekilde, mekan algısı oluşur.

Güneşe Göre Yönleri Bulma:

*İlk önce, yönler hakkında konuşulur. İçinde bulunulan odada, yüzümüz saat 12’den önce güneşe döndüğümüzde yüzümüz doğuyu sırtımızda batıyı gösterir. Buna göre sağ tarafımız güney, sol tarafımız da kuzeyi gösterir. En son olarak da ara yönler hakkında konuşulur.
*Dönüşler, 90 derecelik açıyla soldan sağa doğru yapılır. Kollarımızla ve ayaklarımızla 90 derecelik açı oluşturulur ve sonra dönüşler yapılır.
*Ayaklarla 90 derecelik açı oluşturmak için önce ayaklar bitişik ve karşıya doğrudur.
Daha sonra, sağ ayak sağa doğru çevrilerek topuklar birbirinden ayrılmadan 90 derecelik açı oluşturulur. Arada kalan (yüzümüzün baktığı) yön hakkında da konuşularak istenilen yöne doğru dönülür. *Dönüşler yapılırken ve istenilen yöne doğru dönülürken, mutlaka bulunduğumuz odada baktığımız yönde, doğuda, batıda,
kuzeyde ve güneyde nereler olduğu hakkında konuşulur. Daha sonra bulunduğumuz ilçenin, İstanbul’un ve hatta Türkiye’nin doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde nereler olduğu hakkında konuşularak yönler anlatılmaya çalışılır.

Binayı Tanıma:
*Bina içinde bulunulan kattan başlanarak tüm sınıfların yerleri, birbirlerine göre konumları çalışılır. İlk önce hangi odanın veya sınıfın yanında hangi oda veya sınıf olduğu üzerine konuşularak çalışılır. Daha sonra hangi sınıfın karşısında hangi sınıfın veya odanın olduğu da gösterilir.
*Bulunulan kat iyice kavrandıktan sonra, bir alt kat ve bir üst katta da hangi odalar olduğu üzerine çalışılır. Katlarda çalışılırken, bulunulan konuma göre, belirtilen sınıf veya odanın altında veya üstünde hangi odanın olduğu da konuşulur.
*Öğrencilerde, bulunulan binanın tamamının zihinsel haritası çıkarılmaya çalışılır.
*Öğrencilerde zihinsel haritanın ve mekansal algının oluşturulmasının ardından, karışık rota çalışması yapılır. Bu çalışmada eğitimci, öğrenciden belirtilen bir odayı veya sınıfı bulmasını ister. Öğrenci, zihninde oluşturduğu harita sayesinde, istenilen odayı bulur.
*Binayı tanıma çalışması yapılırken, bir elle mutlaka duvar takibi yapılır. Duvar takibinin yapılamadığı durumlarda (karşıdan karşıya geçişlerde), bir elle yüksek kol yapılırken, diğer elle alçak kol tekniğine geçilir. Katlar arasında merdiven inerken alçak kol korunma tekniği, merdiven çıkarken ise yüksek kol korunma tekniği kullanılır.
*Bina tanıma çalışması yapılırken, öğrenciler yönler hakkında da konuşulabilir.
Gidilen yönün hangi yön olduğu, herhangi bir oda veya sınıfın hangi yönde bulunduğu gibi konular, öğrencilere düşündürülerek yönlerin daha iyi kavranması sağlanabilir.

Arama Yöntemleri:
*Arama yöntemlerini kullanmaktaki amaç, sıralı ve düzenli bir şekilde arama yapabilmektir. Sıralı ve düzenli arama, sistematik olması bakımından aranan nesneye daha kolay ulaşmayı sağlar.
*Arama yöntemlerini üç grupta toplamak gerekir:
1-Paralel arama yöntemi
2-Izgara arama yöntemi
3-Dairesel arama yöntemi
Arama yöntemleri öğretilirken dikkat edilmesi gerekenler:
*Öncelikli olan her zaman iki elimizi masanın kendimize yakın olan kenarında tam  ortada yan yana getirip baş parmaklarımız masanın üstünde, diğer parmaklar masanın altında olacak şekilde koyup masanın tüm çevresinde elimizi gezdirmektir.
Böylece, hem masanın şekli hem de masanın tüm kenarlarında bir şey olup olmadığı  kontrol edilmiş olur.

*Dikdörtgen ya da kare masada ya da zeminde ilk tercih edilen paralel arama yöntemi olmalıdır. Eğer bir elimiz yaralı, kirli, dolu vb. müsait değilse ya da iki elimizi birden kirletmek istemiyorsak ızgara arama yöntemi tercih edilmelidir.
*Elimizi bir el boyu ilerletirken parmaklarımızı büküp bileğimizi parmaklarımızın olduğu yere getirdikten sonra elimizi ilerletiriz.
*Masanın şekline göre, arama yöntemine karar verilir. Kare ve dikdörtgen şeklindeki masalarda paralel ve ızgara, yuvarlak masalarda, sandalyede ve yerde ise dairesel arama yöntemi ile arama yapılır.
*Dairesel arama yöntemiyle masada arama yapılırken, tek elle ya da iki elle arama yapılabilir.
*Masanın üzeri çok dolu ise, dairesel hareketlerle ızgara arama yöntemi ile arama yapılır. Bunun sebebi, hem masanın üzerindeki eşyalara zarar vermemek hem de aranan nesneyi daha kolay bulabilmektir.
*Ayakla bir nesne aranırken, sol ayak sabit kalır, sağ ayak sol ayağın önüne getirilerek sol ayağın önünden başlayarak soldan sağa, küçükten büyüğe ayağımızın ulaşabildiği noktaya kadar dairesel hareketler yapılarak arama yapılır.
*Ayakla yerde arama yapmayacağımız durumlarda, yine bir elle dairesel arama yapılır.
*Yerde elle arama yapacağımız durumlarda, yere çömelirken mutlaka yüksek kol korunma tekniği kullanılır. Bunun sebebi, yere çömelirken ya da çömeldiğimiz yerden kalkarken, başımızı herhangi bir yere çarpmamaktır.

Ses takibi yapma:
*Ses takibi çalışmalarına başlamadan önce, çevremizde, doğamızda bulunan nesnelerin farklı malzemeleri hakkında konuşulabilir. Örneğin; tahta, plastik, cam, ahşap gibi malzemelerin özellikleri ve bu malzemelerden yapılmış nesnelerin yere düştüklerinde çıkardıkları sesler hakkında konuşulabilir.
*Farklı malzemelerden yapılmış farklı nesneler yere atılarak, görme engelli bireylerden yere düşen nesnenin ne olduğunu tahmin etmeleri ve ismini söylemeleri istenir.
*Ses takibi yapma çalışmalarında ilk önce, sesin geldiği yön elle gösterilir.
*Sonra, adım tahmini yapılır.
*Nesnenin bulunduğu düşünülen yere bir elle gösterilip diğer elle yüksek kolla
gidilerek ve yine yüksek kolla çömelerek dairesel arama yöntemiyle nesne aranır.
*Eğer tahmin edilen yerde nesneye ulaşılamazsa, arama açısı genişletilerek yani biraz daha ilerlenerek yere çömelip aynı aşamalar nesneyi buluncaya kadar tekrar edilir.

Çapraz baston tekniği ile yürüme:
*Çapraz baston tekniği, daha çok kapalı mekanlarda kullanılır.
*Çapraz baston tekniğinde baston, sol elle işaret parmağı bastonun üzerinde diğer parmaklar bastonu kavrayacak şekilde tutulur. Bastonu tutarken kol, öne doğru düz uzatılır ve hiçbir şekilde bükülmeden gergin tutulur.
*Bastonun çapraz tutulması nedeniyle, bu tekniğe, çapraz baston tekniği denmiştir.
*Baston ucu duvarın kenarına dayanır ve yerden kaldırılmadan kullanılır.
Çapraz bastonla aynı anda sağ elle de duvar takibi yapılır.
*Çapraz bastonla yürünürken, nerelerde hangi odaların olduğu hakkında öğrencilerle konuşulur.
*Çapraz bastonla yürünürken, baston hiçbir zaman duvar kenarından uzaklaştırılmaz.
Eğer bir engel varsa, duvar kenarı takip ediliyormuş gibi engelin etrafından geçilir ve tekrar duvar kenarında yürünmeye devam edilir.

*Eğer bir boşlukta yürünecek ise yani bir duvar takip edilemeyecekse, duvara topuklar
yaslanarak ayaklar karşıya bakacak şekilde durulur, sağ elle yüksek kola geçilir ve daha sonra sol elle çapraz baston yapılıp karşı duvara geçilerek tekrar duvar kenarından yürünmeye devam edilir.
*Çapraz baston tekniği kullanarak yürürken, duvara yakın  mesafede olmalıdır.
*Elle duvar takibi yaparken omuzla duvar arasında dört parmak mesafe olmalı, kol dümdüz tutulmalıdır.

Çapraz bastonla merdiven çıkma:
*Çapraz bastonla merdiven çıkarken bastonun ucu, merdivenin ikinci basamağının sağ köşesine gelmelidir.
*Başparmak aşağı bakacak, diğer parmaklar bastonu kavrayacak şekilde tutulur ve bastonu tutan kol dümdüz olur. Çıkarken hiçbir şekilde bükülmez.
*Önce baston sonra görme engelli aynı anda merdiveni çıkar.(Bir baston- bir ayak şeklinde)
*Çıkarken bastonla aramızda iki basamak olmalıdır.
*Merdivenin bir kısmını çıktıktan sonra, düzlüğe gelindiğinde baston, kesinlikle kenardan ayrılmaz, kenarı takip eder, önce baston döner, bastonun hareketine göre de görme engelli birey döner, uygun pozisyonda bastonu merdiven basamağına yerleştirir ve merdiveni çıkmaya devam eder.

Çapraz bastonla merdiven inme:
*Çapraz bastonla merdiven inerken, merdivenin ilk basamağı tespit edildikten sonra  baston göbek hizasından, işaret parmağı yanda tutularak uzatılır ve basamaklardan yaklaşık 5 cm (iki parmak) yukarıda olacak şekilde inilir.
*Merdiven dönüşleri dar bir açıyla baston çok fazla uzatılmadan yapılmalıdır.

Sarkaç baston tekniğini kullanma:
*Sarkaç baston tekniği daha çok bina dışında kullanılır.
*İlk önce, baston tutuş tekniği gösterilir ve sonra bastonla ritm çalışmaları yapılır.
*Ritm çalışmasında amaç, kolu asla hareket ettirmeden, sadece bileği hareket ettirerek ritm tutmaktır. Ritm tutulurken baston, omuzları dört parmak geçecek şekilde yürüme hızında hareket ettirilir.
*Bastonu tutan kolun dirseği, karın boşluğuna yaslanarak sabitlenir. Baston vücudun tam ortasında tutulur ki, sağa sola eşit bir şekilde hareket etsin. Bastonu tutan kol da omuz da hareket ettirilmez. Hareketler sadece bilekten yapılır. Yani, sadece bilek oynatılır.
*Sarkaç baston tutuşunda baskın olan el tercih edilir. Ancak, ihtiyaç duyulan durumlarda el değiştirebilmek açısından, baskın olmayan elle de sarkaç baston kullanma çalışılmalıdır.
*Sarkaç baston tekniği ile yürümeye başlamadan önce, sadece sol kenara yaklaşarak bilek hareketleri çalışılır. Eğer öğrenci, bilek hareketini doğru bir şekilde yapabiliyorsa ve uygun ritmi tutturabildiyse, sarkaç bastonla yürümeye geçilebilir. Öğrencinin ihtiyacına göre, bilek hareketi ve ritim çalışmalarının süresi değişebilir.

Sarkaç baston tekniği ile yürüme:

*Sarkaç bastonla ritim çalışmaları tamamlandıktan sonra, yürümeye geçilir. İlk önce, herhangi bir şekilde kenarı takip etmeden, ortadan yürünür. Amaç, doğru baston tutuşu, doğru sarkaç ve doru adımdır.
*Baston sağa getirildiğinde eş zamanlı olarak sol ayakla adım atılırken, baston sola getirildiğinde yine eş zamanlı olarak sağ ayakla (bir baston-bir ayak şeklinde) adım atılmalıdır. Bastonu sağa aldığımızda sol, sola aldığımızda sağ adımın atılmasının sebebi; bastonun adımı atmadan önce basacağımız alanı tarayıp güvenli olduğundan ve hiçbir engel bulunmadığından bizi haberdar ederek rahat hareket etmemizi sağlamasıdır.
*Bastonla adımlarını uyum içinde atabiliyorsa, artık sarkaç bastonla sol kenarı takip ederek yürünmeye geçilir.
*Sarkaç bastonla zorunlu hallerde sol kenarı takip sebebi, karşıdan gelen aracın, görme engelliyi farketmesi içindir.
*Bastonu sağa veya sola hareket ettirirken, yoldaki çukur ve engebeleri atlamamak için mümkün olduğunca bastonu yerden kaldırmayıp sürükleyerek kullanılmalıdır. Baston, yerden kaldırılmadan sürüklenerek kullanıldığında, engelleri farketmek, daha hızlı ve kolay olacaktır. Ancak bazen zeminin, bastonu sürüklemeye uygun olmadığı durumlarda, bastonu hafifçe kaldırmak ve yine doğru ritim içinde bir sağa bir sola vurmak gerekebilir.

*Bahçe içinde sarkaç baston çalışması yapılırken, sol kenarın takip edilmesine,  adımlarla bastonun uygun ritimde olmasına ve kenarda karşılaşılan yol ayrımlarına da dikkat çekilir. 1.yol ayrımı, 2.yol ayrımı şeklinde öğrencinin de dikkat etmesi sağlanır.
NOT: Sarkaç baston tekniğiyle yürürken ilk önce kılavuz yolu takip etmek, kılavuz yol yoksa kaldırım üstü kenar takibi yapmak, zorunlu hallerde yol içinden kenar takibi yapmalıdır.

Ada çalışmaları (Bahçe içinde);
*Ada çalışması, yön bulma çalışmasıdır ve adayı konumlarken adanın; yönüne, sırasına, ipuçları ve işaretlerine dikkat etmek gerekir.

*Ada çalışmalarında temel kural, yolu önümüze alarak adaları tanıtmaktır. 1.adanın 1. köşesinden başlanarak adanın tüm köşeleri sırayla öğrencilere tanıtılır. Binadan çıkıp sola döndüğümüzde, yolu önümüze aldığımızda, soldaki ilk ada 1., onun sonrasında 2., 1.adanın sağında 3. ada, 3. adanın arkasında4, 3. adanın sağında ise 5. ve 6.adalar  olduğu, zamanı geldikçe anlatılmalıdır. 1.Adadan itibaren çalışılmaya başlandığında, yolu önümüze aldığımızda sağ alt köşe 1, sol alt köşe 4, sağ üst köşe 2 ve sol üst köşe 3 şeklinde sistematik bir sırayla öğretilmelidir.
*Ada çalışmaları yapılırken, köşelerde neler olduğu mutlaka konuşulmalı, mümkün olduğunca öğrenciye dokundurarak inceletilmeli ve ipuçları yakalanmaya çalışılmalıdır.
*Ana işaretler ve yardımcı işaretler hakkında mutlaka bilgi verilmelidir. Ana işaretler, sabit ve belirgin işaretlerdir. Örneğin;  yoldaki cep, bina, duvar, büyükçe ağaç gibi. Yardımcı işaretler ise, değişebilen ya da fabrikasyon olan işaretlerdir. Örneğin; bir araç, bağlı bir köpek, elektrik direkleri gibi. Ayrıca, köşelerde neler olduğu çalışılırken, bulunulan köşeden sağa doğru gidildiğinde neler olduğu hakkında da bilgi verilmelidir. Örneğin,1. köşeden sağa doğru gidildiğinde, bahçe duvarının  olduğu gibi bilgiler, öğrencilere bastonlarıyla dokundurularak gösterilmelidir.

*Ada çalışması yapılırken, köşelerin birbirlerine olan konumları da mutlaka
konuşulmalıdır. Örneğin;1.adanın 2.köşesinden karşıya geçilirse, hangi köşeye geçilmiş olur?
*Adanın etrafında yürünürken, baston farklı bir malzemeye değdiyse (ağaç gibi…), mutlaka baston kullanılmayan elle yüksek kol korunma tekniğine geçilmelidir. Böylece yüz ve baş kısmı korunmuş olacaktır.
*Eğer bir köşeden karşıdaki diğer bir köşeye geçilecekse, köşeden birkaç adım içeriye girildikten sonra, pozisyon alınarak karşıya geçilmelidir.
*Karşıdan karşıya geçme pozisyonunda ilk önce topuklar kenara yaslanır, baston, başparmak aşağıda, dik şekilde, merdiven çıkma pozisyonunda, ayakların arasında tutulur ve yol dinlenir. Eğer araç, insan, hayvan vb. herhangi birşey gelip gitmiyorsa, baston “ben geçeceğim” anlamında hafifçe uzatılır, sarkaca getirilir ve güvenli bir şekilde karşıya geçilir.

*Karşıdan karşıya geçilirken, yolun sağından ve solundan sesler geçmek için güvenli mesafeye uzaklaşıncaya  kadar beklenir ve daha sonra geçilir.
*Ada çalışmaları esnasında, kenar takibi yapılırken, eğer herhangi bir adanın içinde bir cep varsa, kenar bırakılmadan cebe girilir, kenar takip edilerek cepten çıkılır ve tekrar adanın diğer köşesine doğru ilerlenir.
*Eğer bir adanın içinde girilen cepte incelenecek bir yer varsa(Atatürk köşesi gibi), gerekli incelemeler yapıldıktan sonra cepten çıkılarak yürünmeye devam edilir.
*Ada çalışmaları esnasında, merdiven çıkma çalışması da yapılır. Merdiven çıkılırken, baston, sol ele alınır, çapraz biçimde tutulur, merdiven bitince (düz alana gelindiğinde), tekrar sarkaca geçilir ve yürünmeye devam edilir.
*Ada çalışmaları içinde, yüksek bir platformda (bir kenarı boş olan alanda) yürüme çalışması da yapılır. Bu aynı zamanda kaldırım üzerinde yürüme çalışmasıdır. Bu çalışmada, bastonla sol kenar takip edilir. Baston yine sarkaç biçimde kullanılır.
Yüksek zeminlerde bastonun uç kısmı hafifçe düşürülmeli ve baston çok geniş açıyla açılmamalıdır. Buradaki amaç, kenara yakınlığı kontrol ederek, bastonun kontrolünü kaybetmemek ve güvenli bir biçimde tehlikeli alanı geçmeyi öğrenmektir.
*Ada çalışılırken karşıdan karşıya geçilecekse ve eğer kenara park etmiş bir araç varsa ya da tam kenarda duran ve yerinden oynatılamayacak bir nesne varsa arabaya ya da nesneye kenar muamelesi yapılır. Arabanın/nesnenin ucuna kadar gelinir. Baş, hafifçe yola doğru uzatılarak baston dik tutulur, dinleme yapılır, yol müsaitse karşıdan karşıya geçilir.
*Ada çalışmasının en sonunda karışık rota çalışmaları yapılır. Bu çalışmada öğrencilere, öğrenilen tüm adalarla ilgili karışık rotalar verilir. Öğrencilerden, bulundukları noktadan, verilen rotaya gitmeleri istenir. Örneğin, 1.adanın 1.
köşesinde bulunan bir öğrencinin, 3.adanın 4.köşesine en kısa yoldan gitmesi istenebilir.
*Ön bahçedeki adalar tamamlandıktan sonra, arka bahçedeki adalar çalışılmaya başlanır.
*Arka bahçeye geçilirken, binanın duvarı takip edilir, yürüme esnasında geçilen odaların hangi odalar olduğu konuşularak arka bahçeye geçilir.
*Arka bahçedeki adalar da aynen ön bahçedeki gibi sırayla çalışılır. Adaların birbirlerine göre konumları, hangi adanın hangi köşesinde olunduğu gibi çalışmalar yapıldıktan sonra, bahçe içinde ada çalışmaları sona erer.

Bahçe dışına çıkma:
*Bahçe içinde ada çalışmaları tamamlandıktan sonra artık bahçenin dışına çıkılır.
Bahçeden dışarıya çıkılır çıkılmaz ilk önce topuklar duvara yaslanır ve daha sonra baston uygun pozisyonda tutularak karşıya geçilir.
*Karşıdan karşıya geçilirken, çapraz bir biçimde geçilmemesine, yolu uzatmamaya dikkat edilmelidir.
Otopark giriş ve çıkışı olması nedeniyle, karşıdan karşıya geçiş kuralları aynen geçerlidir ve mutlaka karşıya düz bir şekilde geçilmeye çalışılmalıdır. Önce karşı duvar bulunmalı ve daha sonra kılavuz yol takip edilmeye başlanmalıdır.
*Her zaman önce kılavuz yoldan yürünmesi, sonra kaldırım kenarının takip edilmesi, en son mecbur kalındığında yol içinden yürünmesi gerektiği mutlaka hatırlatılmalıdır.
*Okul bahçesinden çıktıktan sonra kılavuz yol takip edilerek ilk yol ayrımına kadar gidilir. Bu sırada, sağda ve solda yol üzerinde nelerin bulunduğu hakkında da konuşulur.

Etaplar Çalışması:
*Bahçe dışına çıkıldıktan sonra çalışılacak güzergah ilk önce, etaplara bölünür ve öğrencilerle etap etap çalışılır. Örneğin, manavın önü birinci etap, daha sonraki kahvehane ikinci etap olarak kabul edilir. Böylece öğretim parçalara bölünmüş olacağından güzergahın öğrenilmesi daha kolay olacaktır.
*Kaldırımda yürünürken öğrencilere mutlaka yürünülen kaldırım üzerinde bulunan mekanlar (market, kasap, postane…) hakkında bilgi verilmelidir. Hatta yürünülen kaldırımın karşısındaki kaldırımda da neler olduğu betimlenmeli ve öğrencide zihinsel bir harita oluşturulmaya çalışılmalıdır.

*Kaldırım üzerinde yürünürken özellikle otobüs duraklarının yeri, yanından geçilen tüm iş yerleri, ışıkların yeri, sesli ışıkların kullanımı konularında da bilgi verilmelidir.
*Kaldırım üzerinde ilerlenirken kılavuz yoldaki uyarıcı işaretlerin ne işe yaradığı da anlatılmalıdır. Uyarıcı zemin, kaldırımın sonuna gelindiği, yol ayrımına gelindiği sağa veya sola dönüleceği ya da merdiven basamaklarının başlayacağı gibi anlamlar içermektedir.
*Kılavuz yol üzerindeki düz çizgiler, yolun düz devam ettiği anlamına gelirken; yuvarlak noktalar, uyarıcı zemin olduğunu göstermektedir.
*Kaldırımın sonuna gelindiğinde hemen karşıya geçilmemelidir. Önce köşeden birkaç adım içeriye girilir, yol iyice dinlenir, herhangi bir tehlike görülmediğinde uygun pozisyonda karşıya geçilir.
*Eğer kaldırımın hemen bitiminde köşede bir araba varsa, arabanın uç kısmına kadar gelinerek uygun pozisyonda karşıya geçilmelidir. Bunun temel sebebi, yoldan gelmekte olan diğer arabaların görme engelli bireyi farketmesini sağlamak ve yolu daha dikkatli dinleyerek güvenli bir şekilde karşıdan karşıya geçebilmektir.
*Kaldırım kenarı takip edilerek yürünürken, bastonun ucu hafifçe kaldırımın kenarından düşürülerek kullanılır. Baston bu şekilde kullanıldığında, ucunun yere çok fazla düşmemesine dikkat edilmelidir. Bastonun ucu çok fazla düşürülürse, bastonun sağa sola hareketi yavaşlayacağından yürüme esnasında görme engelli birey önündeki engelleri taramakta geç kalabilir.
*Kaldırımın kenarından yürünürken dönüşlerde de kenar takip edilerek gidilecek yere ulaşılır.

*Yol içinden yürünürken, kaldırımla aramızda 10 cm kadar mesafe  olmalıdır.
Eğer önümüze bir engel çıkarsa engelin kenarı takip edilerek yürünmeye devam edilir ve engel geçildikten sonra tekrar kaldırımın yanından yürünmeye devam edilir. Eğer yol içinden yürürken önümüze bir araba çıkarsa, arabanın yol tarafındaki uç kısmına kadar gelinir, herhangi bir tehlike gözlenmediğinde aracın yan tarafından elle takip
edilerek yürünür ve tekrar kaldırıma yaklaşılır. Eğer yol içinden yürünürken bir cebe rastlanırsa, cebin içine girilerek takip edilir ve cep bittiğinde cepten çıkılarak tekrar aynı güzergahta yürünmeye devam edilir.

Kavşak çalışması:
*Trafik ışıklarının ilerisinde yol bitiminde bulunan kavşaktaki yollar tek tek öğrencilere anlatılarak tanıtılır .Daha sonra da kavşaktaki yolların tamamı sırayla çalışılarak öğrencilere gösterilir. Bu şekilde, parçadan bütüne gidilerek kavşağın tamamının kavranması sağlanır ve bütünün zihin haritasına ulaşılmış olur. Kavşağı oluşturan yollar tek tek çalışılırken, yol güzergahında bulunan merkezi yerler; market, sağlık ocağı, eczane, camii gibi yerlerin konumları mutlaka öğrencilere tanıtılır.
*Kavşak çalışması sona erdiğinde, ada çalışmalarına geçilir.

Ada Çalışmaları:
*Üçüncü etabın sonunda bulunan ve önemli bir işaret olarak alınan kör ağacından karşıya geçildiğinde adalar başlamaktadır.
*Adaları önümüze aldığımızda, ağacın karşısındaki ilk ada birinci, onun arkasındaki ada ikinci, birinci adanın sağında üçüncü ve dördüncü adalar, ikinci adanın sağında beşinci ve altıncı adalar, üçüncü adanın sağında yedinci, dördüncü adanın sağında sekizinci, beşinci adanın sağında dokuzuncu ve altıncı adanın sağında ise onuncu adalar bulunmaktadır. Kısaca, soldan itibaren 1 ve 2, ortada 3, 4, 5, 6 ve en sağda ise 7, 8, 9, 10. adalar bulunmaktadır.

*Adaları önümüze aldığımızda, sahil önümüzde kalmaktadır. Adaların köşe numaralarını belirtirken her zaman yolu önümüze alarak düşünmemiz gerekmektedir.
*Adaların köşe numaralarının belirlenme biçimi, aynen bahçe içindeki ada çalışmalarında olduğu gibidir. Adayı önümüze aldığımızda, adanın sağ alt köşesi 1,sol alt köşesi 4, sağ üst köşesi 2 ve sol üst köşesi ise 3. köşelerdir.
*Adanın çalışılmasına her zaman 1.köşeden başlanır, sonra 2., 3. ve 4. köşeler çalışılır. En son mutlaka 1.köşeye gelinerek ada çalışması tamamlanmalıdır.
*Ada çalışması esnasında, her köşedeki işaretler ayrıntılı olarak incelenmelidir. Ana işaretler ve yardımcı işaretler, zihin haritasına yerleştirilmeye çalışılmalıdır.
*Adanın etrafında dolaşılırken, köşedeki işaretler dışında yürüme esnasında karşılaşılan belirleyici işaretlere de dikkat edilmelidir. Örneğin, bahçe kapısı, otopark girişi gibi yerler, belirleyici işaretlerdir.

*******

*******

 BAĞIMSIZ HAREKET EĞİTİMİ” SERTİFİKASYON SORULARI (AHMET AĞI)

A1-EĞİTİM ÖNCESİ ÖĞRETİM PLANI VE MESLEKİ GELİŞİM 

1-GEB ile iletişim kurmada, doğru uygulamalar nelerdir?

a)Konuşarak ve koklaşarak.

b)Teknolojik aletler yardımıyla.

c)Konuşarak ve bazı işaretler yardımıyla.

d)İnternet üzerinden.

e)Sadece komutlarla.

2-GEB’in sağlık durumunu gözlemleyerek bilgi formu oluşturmak neden gereklidir?

a)GEB’i sağlık yönünden tanımak.

b)Eğitime engel olabilecek bir durumu olabilir.

c)Sağlık sorunlarına göre öğretim hedefleri belirlenir.

d)Tedavi ve destek hizmeti için veri sağlar.

e)Hepsi gereklidir.

3-GEB’in ihtiyaç duyduğu, eğitim gereksinimleri nasıl belirlenir?

a)Gözlem yoluyla.
b)Kendi ifadesiyle.

c)Deneme yanılma.

d)Performans İhtiyaç Listesi oluşturarak.

e)GEB her türlü eğitime ihtiyaç duyar.

4-“Performans Değerlendirme Sonucu”na göre eğitim ihtiyacı ile ilgili öncelikler neden önemlidir?

a)Dinlenmeye daha çok zaman ayırabilmek.

b)Konuların bağlantılı olması.

c)İhtiyaçtan fazlasını öğrenmemek.

d)Eğitim ihtiyacıyla ilgili öncelikler yoktur.

e)GEB’İ kendi koşullarında hayata daha iyi hazırlayabilmek için.

5-Kazandırılacak beceriler için, kısa ve uzun dönemli olarak, öğretim amaç ve yöntemleri GEB’e göre farklılık gösterir mi?

a)Amaç değişmez ama yöntem değişikliği olabilir.

b)Amaç da yöntem de değişmez.

c)GEB’e göre, öğretim amaç ve yöntemleri farklılık gösterir.

d)Yöntem değişmez, amaçlar değişir.

e)Amaç değişir, yöntem değişmez.

6-Öğretim süreçleriyle ilgili hangisi yanlıştır?

a)Önce rehberli sonra tek başına uygulanır.

b)Parçadan bütüne doğrudur.

c)Öğretimde süreç yoktur.

d)Kolaydan zora doğrudur.

e)Yakından uzağa doğrudur.

7- GEB’in eğitim programlarına katılımıyla ilgili hangisi söylenemez?

a)Ne zaman isterse o zaman katılır.

b)Mazeret harici eğitime katılım tam olmalıdır.

c)Sürekli tekrarlarla pekiştirilmelidir.

d)Eğitim programıyla ilgili materyaller kullanır.

e)Eğitim programının amaç ve hedefleri dışına çıkılmaz.

8- Yeni yöntem, yeni sistem, yeni teknolojik gelişmeleri nasıl takip edebileceğini öğretmek, eğitim açısından önemli midir?

a)Önemli değildir, kafa karıştırır.

b)Önemlidir, nasıl takip edebileceğini öğrenen, engelleri aşmayı da öğrenir.

c)Bazen önemlidir.

d)Olsa da olur olmasa da.

e)Herkes yenilikleri takip edemez.

9- Bilgi ve deneyimlerinizi birlikte çalıştığınız kişilerle paylaşır mısınız, neden?

a)Paylaşmayı gerekli bulmam.

b)Zorunlu hallerde paylaşırım.

c)Karşı tarafın tutumunu dikkate alırım.

d)Samimi olduklarımla paylaşırım.

e)Paylaşırım, karşılıklı fikir alışverişi gelişim sağlar.

10- Mesleğinizle ilgili yasal düzenlemeler ve yenilikleri takip etmenin önemi nedir?

a)Hak arayabilmek için, haklarını bilmek gerekir.

b)Yenilikleri takip etmek, hayatı kolaylaştırır.

c)Kendini güncellemek, modern dünya ile uyumlu olmayı sağlar.

d)Donanımlı olmak, problem çözme becerisini geliştirir.

e)Hepsi önemlidir.

11- Mesleğinizle ilgili etkinlikleri yerine getirirken, yasal mevzuata ve kalite sistemlerine uygun olmasına dikkat eder misiniz?

a)Evet, mevzuata uygunluğu ve standartların altında olmaması yapılan işin değerini gösterir.

b)Kalite standartlarına uygunluk, yapılan işin sonuçları bakımından ölçülebilir olmasını sağlar.

c)Yasal mevzuata uygun olması, doğacak problemleri ortadan kaldırır.

d)Kalite standartlarına uygunluk aynı işin her zaman aynı seviyede uygulanmasını sağlar.

e)Hepsi doğru.

12- Verdiğiniz eğitimle ilgili talep edilen tüm belgeleri hazırlamak ve kaydetmek işinizin bir gereği midir?

a)Evet, yapılan her işi belgelemek hem denetimi sağlar hem de veri tabanı oluşturur.

b)Hayır, gerekli değildir.

c)Uygun gördüklerimi hazırlar ve kaydederim.

d)Her şeyi aklımda tutarım.

e)Her şeyi kaydeder sonra da imha ederim.

13-GEB’in eğitiminde ”tümevarım yöntemi” için aşağıdakilerden hangisi doğrudur?

a)Tümevarım yöntemi ”bütünlük algısı” sağlar.

b)GEB’in kendisini konumlandırmasını sağlar.

c)Total GEB’lerde zorunlu bir yöntemdir.

d)Tümevarım yöntemi, zihinsel harita becerisini destekler.

e)Hepsi doğru

14-GEB’in eğitimiyle ilgili hangi yaklaşım yanlıştır?

a)GEB’in daha kreatif (yaratıcı) ve inovatif (yenilikçi) olmasını destekleyen yaklaşımlara açık olunmalıdır.

b)Yeni teknik ve sistemleri takip edip uygulamak.

c)Başarısı belli denenmiş geleneksel yöntemlerin dışına çıkılmamalı.

d)Gelişimi engelleyen önyargılar ve dogmatik tutumdan vazgeçilmeli.

e)Akılcı, eleştirel ve gerçekçi çözümlerin yanında yer almalı.

15-Total GEB’lerde hangi öğretim yöntemi etkin değildir?

a)Tümdengelim

b)Tümevarım

c)Basitten karmaşığa

d)Yakından uzağa

e)Önce rehberli sonra rehbersiz uygulama

16-Bir eğitimci olarak, kendinizi daha donanımlı hale nasıl getirirsiniz?

a)Alanımla ilgili kaynakları araştırarak

b)Yeni teknik ve sistemleri takip ederek

c)İlgili etkinliklere katılarak

d)Çözüm aşamasında sorunlara önyargısız ve eleştirel yaklaşarak

e)Hepsi doğru

17-GEB’in öğretim süreçleriyle ilgili hangisi doğru bir yöntemdir?

a)Yapamadığında yüksek sesle ikaz ederim.

b)Bir sonraki derse almayarak cezalandırırım.

c)Hiçbir şey söylemeden sürekli tekrarlar yaparım.

d)Yapabildiği kısımları pekiştirir, yapamadığı yerlerde de nerede sorun yaşadığını birlikte değerlendiririm.

e)Başaramazsa programdan çıkarırım.

18-Eğitimde İSG (İş Sağlığı ve Güvenliği) konusunda, aşağıdakilerden hangisi etkili olmayan bir tutumdur?

a)Risk analizi yaparım, başlangıçta en az riskli yerleri tercih ederim.

b)Tehlikeli yerlerden uzak durmasını söylerim.

c)GEB’e tehlikeli yerler hakkında bilgi veririm.

d)Tehlike anında ne yapmaları ve nasıl yardım alabilecekleri hususunda bilgilendirip, uygulamalarla desteklerim.

e)Tehlikeli yerlere karşı önlem alınmış, güvenli yürüyüş  alanları belirlerim.

19-GEB’in bağımsız hareket becerilerine yönelik performans değerlendirmesi yaparken, nelere dikkat edersiniz?

a) Öğrendiklerini tek başına iken nasıl uyguladığına,

b)Farklı problemler karşısında çözüm üretmesine,

c)Kreatif ve inovatif olmasına,

d)Azimli ve gayretli oluşuna,

e)Hepsi

20-Eğitim gruplarıyla ilgili hangisi yanlıştır?

a)Seviye grupları yaparım.

b)Sadece sayısal olarak bölüp, karma gruplar yaparım.

c)Başka bir engeli ya da sağlık problemi olup olmadığına bakarım.

d)Kavrayış ve beceri performansına bakarım.

e)Yaş durumlarına bakarım.

A-1  AÇIK UÇLU SORULAR:

  • Kazandırılacak becerilerde amaç ve yöntemleri önceden belirlemek neden gereklidir, kısaca açıklayınız.
  • Belirlenen amaç doğrultusunda, eğitim süreçlerinin belirlenmesi ve GEB’e anlatılmasının önemini açıklayınız.
  • Performans İhtiyaç Listesinin, GEB’in eğitimdeki ihtiyacı açısından önemini açıklayınız.
  • Verdiğiniz eğitimin kalite standartlarına ve mevzuata uygun olmaması sonucunda, doğabilecek olası sonuçlar nelerdir kısaca açıklayınız.
  • Verdiğiniz eğitimle ilgili, ne tür belgeler hazırlamanız gereklidir, kısaca açıklayınız.
  • Teknolojinin, bağımsız hareket açısından olumlu etkilerini kısaca açıklayınız.

A2- YÖNELİM BECERİLERİNİ ÖĞRETME:

 1-Öğretim planına uygun materyalleri hazırlamak ve ortam düzenlemesi ile ilgili liste yapar mısınız?

a)Listeye gerek yok aklımda tutarım.

b)Evet materyalleri hazırlar, ortam düzenlemesi ile ilgili liste de yaparım.

c)Ortam düzenlemesine gerek yok, her şey doğal olmalı.

d)Sadece materyalleri hazırlarım.

e)Ortam düzenlemesi ile ilgili listeye bağlı kalmam.

2-GEB’e kazandırılacak becerilerin amaç ve gerekçelerini de açıklamak gerekir mi?

a)Hayır gerekmez, öğrenmesi yeterli.

b)Açıklanırsa iyidir açıklanmazsa da olumsuz bir etkisi olmaz.

c)İstemiyorsa açıklanmamalı.

d)Evet gerekir, amaç ve gerekçelerini bilmek, başarıyı artırır.

e)Kafası karışabilir, uygulama yeterlidir.

3-Eğitimde çevre güvenliğini tanımlar mısınız?

a)GEB, çevre güvenliğini kendisi test etmeli.

b)Hayat nasılsa, eğitim için de her şey kendi doğallığında olmalı.

c) Güvenlik tedbirlerinin alınması ve tehlike yaratan örnekleri uygulama eğitimin yapılabilmesinin ön şartıdır.

d)Eğitimde güvenlik, motivasyonu düşürür.

e)Çevrenin riskleri konusunda, örnek uygulamalar yapılmalıdır.

4-GEB’e eğitim verilen yerde, kaynak israfıyla ilgili önleyici tedbirlerden bahsetmek farkındalık yaratır mı?

a) Evet yaratır, eğitimde verimlilik sağlar.

b)Önleyici tedbirlerin farkında olmak, yanlış kullanımın farkında olmaktır

c)Kaynakların yanlış kullanımı, yanlış davranışların alışkanlığa dönüşmesidir.

d)Önleyici tedbirlerin, kaynakları tasarruflu kullanmada önemini kavramak, eğitimde pozitif yönde motivasyonu artırır.

e)Hepsi doğru.

5- GEB’e duyusal beceriler kazandırmada, izlenecek eğitim yöntemlerini belirlemede hangisi söylenemez?

a)Eğitim yöntemleri doğru öğrenmeyi sağlar.

b)Eğitim yöntemlerini belirlemek, davranışı denetleme olanağı verir.

c)Eğitim yöntemlerini belirlemek, öğrenmeyi kolaylaştırır.

d)GEB, duyusal becerilerini nasıl geliştirebileceğini öğrenir.

e)İzlenecek eğitim yöntemlerini belirlemek, gerekli değildir.

6-“Bina içi ve dışı ortamlarda nesnelerin kavramsal ve bilişsel süreçlerinin öğretimi, eğitimde en temel unsurdur” ifadesi için hangisi söylenemez?

a) Doğru değildir, başka değişkenler de vardır.

b)Nesnelerin kavramsal ve bilişsel süreçlerinin öğretimi, eğitimin temelini oluşturur.

c)GEB’in kavramsal ve bilişsel seviyesi, öğretim planınızı belirler

d)Kavramsal ve bilişsel süreçlerin öğretimi birebir eğitimle olmalıdır.

e)Kavramsal ve bilişsel süreçlerin öğretimi, sonraki konuların eğitiminde belirleyicidir.

7-“Ses, ışık, koku gibi uyaranların, ortam içerisindeki doğru analizi engelleri fark etme ve yön bulmada oldukça önemlidir” ifadesi doğru mudur?

a)Engel ve yön bulmada, ses kadar sesin “yankı”sı da önemlidir.

b)Engel ve yön bulmada, ışık kadar ışığın “gölge”si de önemlidir.

c)Uyaranlar ne kadar iyi analiz edilirse, engel ve yön bulmadaki risk yönetimini de o kadar kolay olur.

d)Kokunun kaynağı, mesafe ve yön tahminine yardımcı olur.

e)Hepsi doğru.

8-Bağımsız hareket eğitiminde işaret nedir, kaça ayrılır?

a) İşaret, kolayca tanınan, sabit yerleşimi olan nesne, ses, koku ısı ya da dokunsal bilgi kaynağıdır.

b)İşaretler, ana ve yardımcı işaretler diye ikiye ayrılır.

c)İşaretlerin sırası, yön bulmaya yardımcı olur.

d)Her yerin işaretleri, kendine özgüdür.

e)Hepsi doğru.

9-Bina içi ve dışı numaralandırma sistematiği için en doğru ifade hangisidir?

a)Numaralandırma gerekli değildir.
b)Kendini konumlandırma ve yön bulma için önemlidir.

c)İşaretleme yeterlidir.

d)Numaralandırma tekniğini herkes kullanamaz.

e)Numaralar çoğaldıkça akıl karışıklığına yol açar.

10-“Mesafe, hız ve yükseklik gibi kavramları nasıl ölçümleyebileceğinin yöntemlerini öğretmek, GEB’e öğrendiğini uygulayabilme imkanı verir” ifadesi doğru mudur?

a)Yöntemi bilmek, problem farklılaşsa da çözümü bilmeyi sağlar.

b)Bu kavramları ölçümlemeyi bilmek, engelleri daha kolay bulmasını sağlar.

c)GEB’in kendisini ortamda daha kolay konumlandırmasını sağlar.

d)Problem çözme yeteneğini geliştirir.

e)Hepsi doğru.

11-Bina içi ve dışı “yön tayininde” en önemli unsur nedir?

a)Zihinsel harita oluşturmaktır.

b)Baston kullanmak.

c)Rehber kullanmak.

d)Duvar takibi yapmak.

e)İşaret bulmak.

12-Yönelim becerilerinin kazanılması amacıyla verdiğiniz eğitimin, “Öğretim Sonu Değerlendirmesi”ni nasıl yapacağınızı belirtir misiniz?

a)GEB’in bilmesi gerekmez.

b)GEB’in başarı ölçütlerini bilmesi, merakını giderir.

c)GEB’in “Öğretim Sonu Değerlendirmesi”nin nasıl yapılacağını bilmesi, konulara hazırlığını da etkileyerek daha başarılı olmasını sağlar.

d)İhtiyaç duyarsam açıklarım.

e)Sadece değerlendirme sonucunu belirtirim.

13-Arama tekniklerinde hangisi yanlıştır?

a)Arama yaptığımız yüzeye göre arama tekniği uygulamalı.

b)Her yere sırayla bakılmalı.

c)Arama yapmadan önce zarar verememek için önlem almalı

d)Tek elle ya da çift elle aramaya karar vermeli.

e)Hızlı aramalı.

14-Numaralandırma sistematiğinde hangisi doğrudur?

a)Her işarete bir numara verilmeli.

b)Belirgin ana işaretleri belli bir sıraya göre numaralandırmak yön bulmaya yardımcı olur.

c)Numaralandırmada bir sistematiğe gerek yoktur.

d)Çift numaralar kullanılmalıdır.

e)Numaralandırma sağdan sola doğru olmalıdır.

15-Hissedilebilir kabartma yüzeyler için hangisi söylenemez?

a)GEB’in takılıp düşmesine neden olabilir.

b)Zihinsel olarak harita çıkarmaya yarar.

c)Yön bulmaya yardımcı olur.

d)Erişimi kolaylaştırır.

e)Güvenli yürüyüş sağlar.

16-“Pusula yönlerini bilmek……..önemlidir”, ifadesindeki boşluğu doldurunuz.

a)Ara yönler için

b)Eğitim için

c)Gerçek yönlere göre zihinsel harita oluşturabilmek için

d)Dış dünyanın imajı için

e)Kıbleyi bulmak için

17-Teknolojiden yararlanmada hangisi GEB için geçerli değildir?

a)Yön bulmak

b)Bilgiye daha kolay erişim sağlamak

c)Araçların daha sessiz çalışması

d)Güvenli yürüyüşe yardımcı olmaları

e)Çabuk ve kolay iletişim kurabilmek

18-Bir sesin diğer sesleri maskelemesinin/bastırmasının olumsuz sonuçları nelerdir?

a)Ortamdaki diğer sesleri ayırt edemeyiz.

b)Önlem almayı engeller.

c)Yanlış karar vermeye neden olabilir.

d)Tehlike riski yüksektir.

e)Hepsi doğru.

19-Arama yapılan yüzey, arama tekniğini etkiler mi?

a)Etkilemez.

b)Etkiler, yüzeye göre teknik uygulanır.

c)Önemli olan aradığını bulmaktır.

d)Her zaman gören birinden yardım almalı.

e)Yüzey bozuksa arama yapılmaz.

20-Yön bulmada etkin olamayan yöntem hangisidir?

a)Navigasyon kullanma.

b)Her zaman başkalarından yardım almak.

c)Rota analizi yaparak, zihinsel harita oluşturma.

d)Bastonla kılavuz yol ya da kenar takibi yapmak.

e) Krokisini çıkarma.

 

A-2 AÇIK UÇLU SORULAR:

1-GEB’e pusula yönlerinin kazandırılmasının Bağımsız Hareket eğitiminde önemini kısaca açıklayınız.

2-Bağımsız hareket eğitiminde işaretler ve numaralandırma sistematiğinin önemini gerekçeleri ile kısaca açıklayınız.

3-Bağımsız hareket eğitiminde kaynak israfının önüne sizce nasıl geçilir, açıklayınız.

BECERİ VE YETKİNLİKLER    (P-1))

1-Eğitime başlamadan önce hazır hale getirdiğiniz materyaller nelerdir?

2-Eğitime başlamadan önce eğitim alanını İSG ve Kalite standartlarına nasıl uygun hale getirirsiniz?

3-Eğitime özel acil durum kural ve yöntemleri nelerdir?

4-GEB’in bina içi ve dışı ortamlarda çevresel kavramları ayırt etme becerisi kazanmasına yönelik bilişsel yöntemler nelerdir?

5-Arama tekniklerinin, öğretim süreçleri nelerdir?

6-Bina içi numaralandırma sistemini, kabartma kroki ya da plan üzerinde gösteriniz.

7-Bina dışı numaralandırma sistematiğini açıklayınız.

8-Ölçümleme gerektiren mesafe, hız ve yükseklik gibi kavramları GEB’e nasıl tanımlarsınız?

9-Sese göre mesafe ve yön tayinini, farklı trafik ortamlarında uygulayanız.

10-Bina içi ve dışında pusula yönlerini nasıl uygularsınız?

11-Farklı ortam ve koşullarda teknolojik cihazlarla (Kabartma pusula, navigasyon cihazı vb.) yön tayini nasıl yapılır gösteriniz.

 A-3 BAĞIMSIZ HAREKET BECERİLERİNİ ÖĞRETME:

1-Öğretim planına göre kullanılan materyalleri hazırlamak neden önemlidir?

a)Öğretim planına göre materyallerden yararlanmak, öğrenmeyi pekiştirir.
b)Öğretim planına göre materyallerden yararlanmamak öğrenimde başarısızlığa yol açar.

c)GEB için materyal kullanımı zorunludur.

d)Bazı konular, materyal olmadan işlenemez.

e)Hepsi doğru.

2-Ortam düzenlemesi ile ilgili yapılacak işlemler için hangisi söylenemez?

a)Ortam düzenlemesi, öğretimde verimliliği sağlar.

b)Hayır, her şey doğal haliyle kalmalı.

c)Ortam düzenleme işlemleri, İSG koşullarını da içerir.

d)Eğitimde öncelik, “basitten karmaşığa” doğrudur, bu nedenle düzenlemeler önemlidir.

e)Ortam düzenlemesi ile ilgili düzenlemeler kazandırılacak becerilerin ölçme değerlendirmesini de sağlar.

3-GEB’e öğretilecek becerilerin amaçlarını, gerekçeleri ile birlikte açıklar mısınız?

a)Evet açıklarım, istenilen hedeflere ulaşmada bilişsel süreçler önce gelir.

b)Hayır açıklamam, davranışları öğrenmesi yeterlidir.

c)Duruma göre açıklarım.

d)İstenmedikçe açıklanmamalı.

e)Açıklanırsa iyidir, açıklanmasa da olumsuz bir etkisi yoktur.

4-Eğitim verilen yerde kaynakları tasarruflu kullanmak için nelere dikkat edersiniz?

a)Öğretilecek becerilerin amaç ve gerekçelerini birlikte açıklarım.

b)Kullanılan kaynak ve malzemelerin özellikleri hakkında bilgilendiririm.

c)Kaynak israfı, eğitimde süreklilik ve verimliliği olumsuz etkiler.

d)Önleyici tedbirlerin alınmaması yanlış davranışları pekiştirir.

e)Hepsi doğru.

5-Elle duvar takibi yaparak yürümenin amacı nedir?

a)Duvarın kalitesini anlamak.

b)Duvardaki şekilleri hissetmek.

c)Kenarda güvenli yürümek ve işaretler yardımıyla yön bulmak.

d)Duvarın boyutlarını anlamak.

e)Duvara yaslanmak.

6-Hatalı duvar takibi sonuçları nelerdir?

a)Takip yaptığı eline zarar verebilir.

b)Başkalarının önüne geçerek zarara sebebiyet verebilir.

c)Yönünü kaybedebilir.

d)İşaretlerin sırasını şaşırır.

e)Hepsi doğru

7-Farklı duvar yapılarında “farklı duvar takibi” uyarlamaları yapılabilir mi?

a)Evet yapılabilir, önemli olan kendine zarar vermeden takip yapabilmektir.

b)Hayır yapılamaz.

c)Farklı uygulamalar kafasını karıştırır.

d)Takibi zor olan duvarlarda uygulama yapılmaz.

e)Arada bir takip etmek yeterlidir.

8-“Yüksek kol” ve “alçak kol” korunma tekniğinin hatalı kullanımının olumsuz sonuçları nelerdir?

a)Kendine gelecek zararlardan korunamaz

b)Başkalarına zarar verebilir.

c)Hiçbir koruma sağlamaz.

d)Boş yere kendini yormuş olur.

e)Hepsi doğru

9-Deneyimsiz rehberlerden yardım istenir mi?

a)Hayır istenmez.

b)Zorunlu hallerde istenebilir, GEB yönlendirmelidir.

c)Rehber yardım etmek istiyorsa her zaman kabul edilmeli.

d)Rehber ayrımı yapılmaz.

e)Deneyim kazanmaları için her zaman rehberlerden yardım istenmeli

10-GEB, rehberin yardımını istemediği durumlarda nasıl reddetmelidir?

a)Sert ifadelerle uyarmalıdır.

b)Kibarca teşekkür edip, kendisinin yapabileceğini söylemelidir.

c)Başkaları aracılığı ile uyarmalıdır.

d)Arkasını dönmelidir.

e)Duymazlığa verip, hızla uzaklaşmalıdır.

11-GEB’in fiziksel yapısına göre baston nasıl olmalıdır?

a)GEB’in boyuna göre göğüs hizasında, ergonomik ağırlıkta esnek ve sağlam olmalıdır.

b)Uzun bir cisim olması yeterlidir

c)Bel hizasında, kısa olmalıdır.

d)Sert ve ağır olmalıdır.

e)Mutlaka ucu tekerlekli ve kırmalı olmalıdır.

12-Farklı ortam ve koşullarda baston kullanma tekniği de farklı mıdır?

a)Hayır, her yerde aynı teknik uygulanır.

b)Farklı baston kullanılır.

c)Farklı teknikler için, ortamın ve koşulların farklı olması gerekmez.

d)Farklı baston teknikleri diye bir şey yoktur.

e)Evet, farklı ortam ve koşullarda, farklı baston kullanma teknikleri uygulanır.

13-Hissedilebilir yüzeylerde, baston kullanımı için hangisi doğrudur?

a)Hissedilebilir yüzeye, paralel yürümelidir.

b)Hissedilebilir yüzey üzerinde, çapraz teknikte yürümelidir.

c)Hissedilebilir yüzey üzerinde, sarkaç yapılmalıdır.

d)Hissedilebilir yüzeylerde baston kullanılmaz.

e)Hissedilebilir yüzeylerde baston kullanmak yorucu olduğundan her zaman kullanılmaz.

14-“Elle duvar takibi……..için önemlidir” ifadesindeki boşluk için en doğru  seçenek hangisidir?

a)Yaslanmak

b)Duvarların kalitesini anlamak

c)Ortada olmamak için

d)Yön bulmak ve güvenli yürüyüş

e)Kenarda beklemek için

15-Hatalı duvar takibi için aşağıdakilerden hangisi doğrudur?

a)İşaretleri karıştırır.

b)Başkasına zarar verilebilir,

c)Kendisine zarar verebilir.

d)Gideceği yeri karıştırır.

e)Hepsi doğru.

16-“Alçak kol………önemlidir”, ifadesini tamamlayınız.

a)Çarpmalara karşı, vücudumuzun alt kısmını korumak için

b)Vücudumuzun üst kısmını korumak için

c)Yön bulmak için

d)El sıkışmak için

e)Dengede olmak için

17-“Yüksek kol…………önemlidir”, ifadesini tamamlayınız.

a)Gözlerimizi kapatmak için

b)Yön bulmak için

c)Çarpmalara karşı başımızı korumak için

d)Vücudumuzun alt kısmını korumak için

e)Denge için

18-“Bastonun boyu, GEB’in……… göre olmalıdır”, ifadesini tamamlayınız.

a)Bacak boyuna

b)Göğüs hizasına

c)Alın hizasına

d)Kilosuna

e)İsteğine

19-“Bastonla yürümede, farklı ortam ve koşullarda……………teknikleri uygulanır”, ifadesini en doğru seçenekle tamamlayınız.

a)Güvenli yürüyüş

b)Bastonu zıplatma

c)Bastonu yere bastırma

d)Bastonu yukardan kullanma

e)Bastonu yavaş kullanma

20-“Hissedilebilir yüzeyler için aşağıdakilerin hangisi doğrudur?

a)Adres bulmaya

b)Çabuk ve kolay erişime

c)Güvenli yürüyüşe

d)Yön bulmaya

e)Hepsi doğru.

A-3 AÇIK UÇLU SORULAR:

1-Elle duvar takibi yaparak yürümenin öğretim süreçlerini gerekçeleriyle kısaca açıklayınız.

2-Yüksek kol ve alçak kol yaparak yürümenin öğretim süreçlerini gerekçeleriyle kısaca açıklayınız.

3-Bastonda aranılan özellikler, bastonun işlevi ve baston boyu nasıl olmalı gerekçeleriyle kısaca açıklayınız.

4-Bastonu, rehberin görevleri bakımından tanımlayınız.

5-Farklı ortam ve koşullarda, farklı baston tekniklerini uygulamanın gerekçelerini kısaca açıklayınız.

6-Hatalı duvar takibinin (el ya da bastonla) yol açtığı olumsuz durumlar neler olabilir kısaca açıklayınız.

BECERİ VE YETKİNLİKLER (P-1)

1-Eğitime başlamadan önce hazır etmeniz gereken materyaller nelerdir?

2-Eğitim yapılacak mekanın İSG ve kalite standartlarına göre uygun hale nasıl getirirsiniz?

3-Eğitime özel acil durum kural ve yöntemleriyle ilgili önlemler nelerdir?

4-Duvar/eşya takibini, bir mekan içerisinde gösteriniz.

5-Farklı duvar yapılarında, takip uygulamasını gösteriniz.

6-Yüksek kol, alçak kol uygulamasını bina içinde gösteriniz.

7-Rehberle yürüme tekniğini gösteriniz.

8-Yanlış rehber tutuşları nasıl düzeltilir ve yanlış rehber tutuşlarının neden olduğu tehlikeli durumlara örnek veriniz.

9-Taraf değiştirme ve dar geçit tekniğini uygulayınız.

10-Rehberle yürürken, 90 ve 180 derecelik dönüşleri gösteriniz.

11-Rehberle oturacağı yeri bulma ve oturacağı yeri kontrol etme tekniklerini uygulayınız.

12-Rehberle merdiven inip-çıkmayı gösteriniz.

13-Çapraz baston ve sarkaç baston tekniğini uygulayınız.

14-Bastonla nesneleri inceleme ve tehlikeli olabilecek durumlarda önlem almayı gösteriniz.

15-Rehberle birlikte yürürken baston kullanma tekniklerini gösteriniz.

16-Bastonlu olarak farklı mimari özelliği olan yerlerde (metro ve AVM vb.) kapı geçişleri (döner kapı, turnike vb.) ve yürüme tekniklerini (yürüyen merdiven ve zeminler, klavuz ve uyarıcı zemin takipleri vb.) gösteriniz.

17-Farklı ortam ve koşullarda uygulanan farklı baston kullanma tekniklerine örnek veriniz.

 

A-4-ROTA ÖĞRETME:

1-GEB’e uygulanacak, öğretim planına göre kullanılacak materyalleri hazır edip, ortam düzenlemesi ile ilgili işlemleri listeleme yapmak neden önemlidir?

a)Materyalleri hazır edip, ortam düzenlemesiyle ilgili işlemleri listelemek, öğretimde disiplini ve başarıyı sağlar.
b)Öğretim planına göre materyalleri hazır etmeli ancak listelemeye gerek yoktur.

c)GEB için materyal kullanımı zorunludur.

d)Bazı konular, materyal olmadan işlenemez.

e)Ortam düzenlemesine gerek yoktur, her şey doğal haliyle kalmalıdır.

2-Öğretilecek becerilerin amaçlarını gerekçeleri ile açıklar mısınız?

a)Evet açıklarım, istenilen hedeflere ulaşmada bilişsel süreçler önce gelir.

b)Hayır açıklamam, davranışları öğrenmesi yeterlidir.

c)Duruma göre açıklarım.

d)İstenmedikçe açıklanmamalı.

e)Açıklanırsa iyidir, açıklanmasa da olumsuz bir etkisi yoktur.

3-Eğitim verilecek mekanda, çevre güvenliği neden önemlidir?

a)Olabilecek kazalara karşı önlem almak için.

b)Çevrenin güvensiz oluşu, GEB’in bağımsız hareket eğitimi açısından güvenini sarsar.

c)Çevrede olabilecek tehlikelere karşı, örnekleme yöntemiyle paniklemesinin önüne geçilmelidir.

d)Güvensiz ortamlarda, GEB’in, ne tür yöntemlere başvurabileceği açıklanmalıdır.

e)Hepsi doğru

4-Eğitim verilen mekanda, kaynak israfının önlenmesine yönelik tedbirler alır mısınız?

a)Öğretilecek becerilerin amaç ve gerekçelerini açıklarken, kaynakların da nasıl kullanılması konusunda bilgilendiririm.

b)Kullanılan kaynak ve malzemelerin özellikleri hakkında bilgilendiririm.

c)Kaynak israfı, eğitimde süreklilik ve verimliliği olumsuz etkiler.

d)Önleyici tedbirlerin alınmaması, yanlış davranışları pekiştirir.

e)Hepsi doğru.

5-Bir güzergahla ilgili rota analizinde hangisi söylenemez?

a)Güzergah öncesi, kendini konumlandırması gerekir.

b)Kenar takibi yapması gerekir.

c)Klavuz yolları takip etmesi yeterlidir.

d)İşaretleri numaralandırmalıdır.

e)Zihinsel harita oluşturmalıdır.

6-Bir adresle ilgili yön tayini, GEB için nasıl yapılabilir?

a)GEB’in yanlış yöne gitmemesi için, kendi yönüne göre yapılabilir.

b)Pusula yönlerine göre yapılabilir.

c)Kroki üzerinde yapılabilir.

d)Navigasyon kullanarak yapılabilir.

e)Hepsi doğru.

7-GEB’in bağımsız hareket açısından hava koşullarına göre giyinmelerini gerekçeleri ile açıklar mısınız?

a)Hayır açıklamam, kendisi tecrübe etmelidir.

b)GEB için hava koşulları, önemli değildir.

c)Evet açıklarım, hangi hava koşullarında nasıl giyineceğini bilmesi, zor durumda kalmasını engeller.

d)Nasıl rahat ediyorsa, öyle giyinmelidir.

e)Giyim kuşama karışmak, doğru değildir.
8-Farklı hava koşullarına göre baston kullanma ve güvenli yürüyüş teknikleri için hangisi söylenemez?

a)Her türlü hava koşullarında aynı teknikler uygulanır.

b)Rüzgarlı, fırtınamsı havalarda güvenli yürüyüş teknikleri uygulanır.

c)Karlı ve buzlu havalarda güvenli yürüyüş tekniği uygulanır.

d)Yağmurlu havalarda, su birikintilerinden geçişte, güvenli yürüyüş tekniği uygulanır.

e)Karanlık ve sisli havalarda, güvenli yürüyüş teknikleri uygulanır.

9-Taşıt, kavşak, üst geçiş, yaya geçidi, trafik işaret ve sinyallerini farklı ortam ve koşullarda öğretimi neden önemlidir?

a)Her durum ve koşulda, trafikte uygun davranmayı sağlar.

b)Farklı ortam ve koşullarda farklı uygulamalara hazırlıklı olmayı sağlar.

c)Her durumda, tehlikelere karşı tedbirli olmasını sağlar.

d)Farklı durum ve koşullarda en az yardımla, hareket etmeyi sağlar.

e)Hepsi doğru.

10-Trafikteki sesleri iyi analiz edebilmek için, ses eğitimi gerekli midir?

a)Kesinlikle gereklidir.

b)Sesleri iyi analiz etmek, doğru mesafe ve yön tahmini sağlar.

c)Sesleri iyi analiz edememek, özellikle trafikte tehlikeli durumlara yol açar.

d)Sesleri ve yankılarını iyi analiz etmek, tehlikelerden önce önlem alma refleksini geliştirir.

e)Hepsi doğru.

11-“Trafikteki tehlikelerden korunmayı örneklerle göstermek, doğru bir yöntemdir” ifadesi için hangisi söylenemez?

a)Örnekleme yöntemi, GEB’in tehlikelere karşı reflekslerini de geliştirir.

b)Örnekleme yapmak, tehlikeler karşısında, panik olmasını engeller.

c)Örnekleme yöntemi, problem çözme yeteneğini geliştirir.

d)Örnekler de tehlikeli olabileceğinden doğru bir yöntem değildir.

e)Örnekleme yapmak, öğretimde etkin bir yöntemdir.

12-“Adres ve yön tarifi GEB’e nasıl yapılmalıdır?

a)Kabartma haritalar yardımıyla yapılmalıdır.

b)Kroki üzerinde anlatılmalıdır.

c)Kendi yönüne göre yapılmalıdır.

d)İşaret ve numaralandırma sistemine göre yapılmalıdır.

e)Hepsi doğru.

13-“GEB’in hava koşullarına uygun giyinmesi…….”, ifadesini en doğru seçenekle tamamlayınız.

a)İyi görünmesini sağlar.

b)Başkalarının takdirini alır.

c)Bağımsız hareket etmesini sağlar.

d)Mutlu olmasını sağlar.

e)Hiçbiri

14-Park etmiş araçların arkasından çıkarken…………”, ifadesini tamamlayınız.

a)Aracın hemen arkasından kenara gelmemeliyiz.

b)Durup, dinleyip, uygun zamanda, aracı takip ederek yürümeliyiz.

c)Çok hızlı çıkmalıyız.

d)Yavaş yürümeliyiz.

e)Aracı temas etmeden yürümeliyiz.

15-Kavşak geçişlerinde geçiş noktası……..yerdir”, ifadesini tamamlayınız.

a)Kavşağın ortası olan

b)Kavşaktaki en sessiz olan

c)Kavşağın sağındaki

d)Kenarın düzeldiği ve ya varsa uyarıcı zeminin olduğu

e) Kenarın dönmeye başladığı ilk

16-Sesli trafik işaretlerinin olduğu yerlerde………….. geçmeliyiz”, ifadesini tamamlayınız.

a)”Geçebilirsiniz” dedikten  hemen sonra

b)”Geçebilirsiniz” dedikten sonra araçların durmasını bekleyip

c)Yanımızdaki insanlar geçiyorsa

d)Herkes geçtikten sonra

e)Tek başımıza

17-Yaya geçidinin olmadığı yerlerde ne yapmalıyız?

a)Geçemiyorsak, gören birisinden yardım almalıyız.

b)Üst geçit varsa onu kullanmalıyız.

c)En uygun yere ilerleyip, trafiği dinleyerek

d)Geçemiyorsak yardım gelinceye kadar beklemek

e)Hepsi doğru.

18-Trafik kazalarına karşı her zaman ……….”, ifadesini en doğru seçenekle tamamlayınız.

a)Yanımızda yara bandı bulundurmalıyız.

b)Yüksek kolda yürümeliyiz.

c)Güvenli yürüyüş tekniklerini uygulayarak önlem almalıyız.

d)Kimliğimiz yanımızda olmalıdır.

e)Kılavuz yolları takip etmeliyiz.

19-Yol içinden yürümek zorunda kalındığında, nelere dikkat etmeliyiz?

a)Tehlike anında kaldırıma çıkmaya

b)Otobüs, kamyon, iş makinesi gibi büyük ve uzun araçlara

c)Trafiğin yoğunluğuna

d)Kenardan uzaklaşmamaya

e)Hepsi doğru

20-“Yan yol geçişlerinde köşelerden………..”, ifadesini en doğru seçenekle tamamlayınız.

a)4-5 adım içeri girip, dinleyip en uygun zamanda geçmeliyiz..

b)Onbeş metre uzaklaşmalıyız.

c)Çok çabuk geçmeliyiz.

d)Uzaklaşmadan geçmeliyiz.

e) Köşelere geçmeliyiz.

A-4 AÇIK UÇLU SORULAR:

 1-Rota analizinde dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir, kısaca açıklayınız.

2-GEB’in hava koşullarına uygun giyinmesinin önemini kısaca açıklayınız.

3-Farklı ortam ve hava koşullarında uygun güvenli yürüyüş tekniklerini uygulamanın önemini gerekçeleri ile açıklayınız.

4-Trafikte dinleme yaparken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlar nelerdir?

5-Karşıdan karşıya geçişlerde, geçiş noktalarını belirlemenin ve trafiğe paralel yürümenin önemini kısaca açıklayınız.

6-Trafikte engelleri geçerken nelere dikkat etmeliyiz, kısaca açıklayınız.

 BECERİ VE YETKİNLİKLER (P-1)

1-Eğitime başlamadan önce, ne tür materyalleri hazır hale getirirsiniz?

2-Eğitime başlamadan önce, eğitim yapılacak mekanın İSG ve kalite standartlarına uygun olmasının gerekçeleri nelerdir?

3-Eğitime özel acil durum, kural ve yöntemlerine göre gerekli önlemleri nasıl alırsınız?

4-Güvenli rota takibinde dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

5-Farklı ortamlarla ilgili bilgilendirmede kabartma harita, kroki ve planların eğitimdeki önemini nasıl açıklarsınız?

6-Farklı taşıtları güvenli bir biçimde kullanmada, dikkat edilecek hususlar nelerdir?

7-Trafikte karşılaşılan farklı durumlar (yan yol geçişi, farklı kavşak geçişleri, bölünmüş ya da bölünmemiş yollar, sesli sinyaller vb.) karşısında nasıl hareket edileceğini birer örnekle gösteriniz.

PERFORMANS SORULARI: (Pratik sınav)

1-Rehberli hareketlerden; doğru rehber tutuşu, yanlış rehber tutuşlarının düzeltilmesi, dar geçit, taraf değiştirme, merdiven inip – çıkma, kapı açıp – kapama davranışlarını gösteriniz.

2-Rehbersiz hareketlerden; yüksek kol, alçak kol ve duvar takibini hangi durumda nasıl uygularsınız.

3-Çapraz bastonla yürüme ve merdiven inip çıkmayı gösteriniz.

4-Sarkaç bastonda klavuz yol, kaldırım üstü ve yol içi kenar takibi ile karşıdan karşıya geçişi teknikleri uygulayarak gösteriniz.

5-Kavşak geçişini tekniklere uygun olarak gösteriniz.

6-Bina içi çapraz bastonla verilen adresi, rota takibi yaparak bulunuz.

7-Sarkaç baston yaparak, verilen rotayı uygulayınız.

A-1 CEVAP ANAHTARI:

1- c 2- e 3- d 4- e 5- c 6- c 7- a 8- b 9-e 10-e  11-e 12-a 13-e14-c15-a16-a17-d18-b19-e20-b

A-2 CEVAP ANAHTARI:

1-b 2-d 3-c 4-e 5-e 6-a 7-e 8-e 9-b 10-e  11-a 12-c 13-e14-b15-a16-c17-c18-e19-b20-b

A-3 CEVAP ANAHTARI:

1-e 2-b 3-a 4-e 5-c 6-e 7-a 8-e 9-b 10-b  11-a 12-e 13-c 14-e15-e16-a17-c18-e19-a20-e

A-4 CEVAP ANAHTARI:

1-a 2-a 3-e 4-e 5-c 6-e 7c -8-a 9-e 10-e  11-d 12-e13-e14-b15-d16-b17-e18-c19-e20-a

ATEİZM

Nisan 5th, 2017

– Din kitaplarını okuyup anlayana “ateist”, okuyup anlamayana “dindar”, hem okumayıp hem de anlamayana “yobaz” denir.

Nicola Tesla

– Din, sıradan insanları sessiz tutmak için mükemmel bir araçtır.

Napolyon

 – Dünyada iki çeşit insan var: Aklı olan ve dini olmayanlar, dini olan ve aklı olmayanlar.

– Abu’l-AlaAl-Ma’arri

****

Kılavuz, öğrencisine bütün izleri göstermeli ama gideceği yolu seçmemelidir.

– Bana yalan söylemiş olman değil, artık sana inanmamam sarsıyor beni.

Tanrı olamaz, eğer tanrı varsa, ben tanrı olmamayı kabul edemem.

Şimşeklerle düşündüm, fırtınayla yazdım, kendi ateşimde yandım.

– Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumda seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama, hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!”

Kimine göre yalnızlık, hasta kişinin kaçışıdır; kimine göre de, hasta kişilerden kaçıştır.

– İnsan en acımasız hayvandır. Trajedilerde, boğa güreşlerinde ve haça germelerde şu güne kadar kendisini en iyi hisseden oydu ve kendisi için cehennemi icat ettiğinde, sıkı durun, bu aslında en iyi cennetiydi.

Tanrı var olamaz çünkü, var olsaydı onun ben olmadığıma inanamazdım.

Ruhunda sukunete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar inanmalı ve iman etmelidirler. Ama hakikatın peşindeki insanlar iç huzurundan feragat etmeli ve yaşamlarını bu sorgulamaya adamak; kendisi ve hayatla yüz yüze gelmekten korkmamak zorundadır.

İman, gerçeği bilmek istememektir.

– “İnsanı yaratmak mı” tanrının büyük hatası; “tanrıyı yaratmak mı” insanın büyük hatası?

– Her dakika övülmek isteyen bir Tanrıya inanamam.

Gerçeğin düşmanı, tabular ve inançlardır.
Friedrich Nietzsche

 ******

 – Din, insanın alt üst olmuş, kendi hayal gücüyle yarattığı var olmayan yaratıkların korkusuyla, insanın yargılama yeteneğini yok ederek, bütün akli yeteneklerini kaybettirdi ve insanı en sefil, acınası köle haline getirdi.

 — Robert Owen

 – Bilim adamlarının kesinliği yok ama delilleri var. Yaratılışçıların delilleri yok ama kesinliği var!

 – Ashley Montagu

 – Tarihte hiçbir din, hiçbir dönemde rasyonel bir temele sahip olmadı. Din, yardım olmadan bilinmeyenle başa çıkamayacak kadar zayıf insanların koltuk değneğidir.

  -Robert Heinlein

 ***

– En başta, ilâhiyatın ilâhî zorbalığına, Tanrı’nın hayaline, başkaldırmak gerekir. Gökyüzünde bir efendimiz bulunduğu sürece, yeryüzünde kölelikten kurtulamayız.

Eğer Tanrı gerçekten varsa, onu yok etmemiz gerekir.

– Şeytan, ilk özgür düşünürdür.

– Mikhail Bakhunin

 ***

– Dindar insanlar, tanrılarının sevgisi veya dinlerinin emirlerinin güzelliği hakkında ne söylerse söylesin, eğer davranışları başkalarına karşı yıkıcıysa ve şiddet doluysa, eğer başkalarına acı çektiriyorsa, biliniz ki o din yozlaşmıştır ve reform ciddi bir şekilde gereklidir.

– Charles Kimball

– Dini inançlar, insanlık tarihi boyuncu güçlü bir negatif güç oldu. Çok acı çektirip, sorun çıkardılar ve ilerlemek, gelişmek, özgürleşmek isteyen insanların yoluna çıktılar.

– A. C. Grayling

 *****

– Din . . . temel olarak korkuya dayanır … bilinmeye karşı duyulan korku, yenilgi korkusu, ölüm korkusu. Korku her acımasızlığın anasıdır ve o yüzden acımasızlık ve dinin el ele gitmesine şaşılmamalı. Benim din hakkındaki görüşüm Lucretius’la aynı. Onu korkudan doğan bir hastalık ve insan ırkına büyük bir mutsuzluk kaynağı olarak görüyorum.

– Vatanseverlik, boş sebepler için ölmeye ve öldürmeye gönüllü olmaktır.

– “Günümüzde, dünyadaki temel sorun, aptalların kendilerinden son derece emin, akıllıların ise devamlı şüphe içinde olmalarıdır.”

– “İnsan kolay inanan bir canlıdır. Bir şeylere inanmak zorundadır. İnanmak için iyi bir sebep bulamadığında, elindeki kötü sebeplerle yetinir.”

– Bilim bize öğretebilir ve sanırım kendi kalplerimiz de bize artık etrafta hayali destekler aramamamızı, göklerde müttefikler yaratmamamızı ama bunun yerine bu dünyayı, kilisenin yüzlerce yıldır yaptığı yer yerine, yaşamak için uygun bir yer haline getirmek amacıyla kendi çabalarımızı kullanmamız gerektiğini artık öğretebilir.

– Kollektif korku, “sürü psikolojisini” arttırır ve bu sürüye ait olmadığı düşünülenlere karşı şiddet yaratır.
Bertrand Russell

 *****

– Din ve milliyetçilik, bunların yanında gelenekler ve ne kadar saçma olursa olsun herhangi bir inanç, sadece bireyi diğer insanlara bağlar ve bütün insanların en çok korktuğu şeyden kaçıştır: yalnızlıktan.

– Erich Fromm

– Evrenin sırlarının kabul edilebilir bir açıklamasının olmaması, bir tane yaratmamızı gerektirmez.

– J. Benbasset

 “Din, sıradan basit insanlar için gerçek, aydınlar için saçma, iktidarlar içinse kullanışlıdır.”
  – Seneca

– İnanmak, düşünmekten kolay. Bu yüzden, düşünenden çok inanan var.

– Bruce Calvert

– Eğer Tanrı konuştuysa, niye herkes ikna olmadı?

 Percy Bysshe Shelley

– Bilginin kısa yolu olduğu iddia edilen iman, sadece aklı yok etmenin kısa yoludur.

Ayn Rand

 – Din, kendilerinin de zarar görebileceği kötü eylemleri yapan insanlara rasyonel bir taban ve teşvik sağlar. Din basitleştirir, din insanı şeytanlaştırır. Din insanlık dışı davranışları teşvik eder. Din gerçeğin ötesinde umutlar vadeder. Yüksek oranda dine maruz kalmış iyi bir insan, iyi niyetle, kendisinin öteki dünyadaki kurtuluşu ve tanrısının büyük zaferi için başka insanları öldürebilir.

– Kenneth Humphreys

 *****

– Bir insanın ahlaki davranışları, anlayışa, eğitime ve sosyal bağlara dayanmalıdır. Hiçbir dini temel gerekmez. İnsan, eğer ölümden sonra ceza korkusuyla ve ödül umuduyla kontrol altına alınmak zorundaysa, şüphesiz kötü bir yoldadır.

  Ben Spinoza’nın Tanrısına inanıyorum. Kendisini tüm varlıkların uyumluluğunda gösteren tanrıya inanıyorum; insanın yazgısı ve eylemleri ile ilgilenen tanrıya değil.

– Eğer insanlar sadece cezalandırılmaktan korktukları ya da ödüllendirileceğini umut ettikleri için iyi kalplilerse, o halde gerçekten çok acınacak haldeyiz

– Yarattıklarını cezalandıran ve ödüllendiren ya da bizim yaşayacağımız bir irade türüne sahip bir tanrı düşünemiyorum. Bedensel ölümden sonra kişinin yaşamını sürdürdüğüne ne inanırım, ne de inanacağım…

Bedenden bağımsız bir ruh fikri, anlamsız ve boştur.
Albert Einstein–

 *******

– Korku beyni felce uğratır. İlerleme cesaretten doğar. Korku inanır, cesaret şüphe eder. Korku yere düşer ve dua eder. Cesaret ayakta durur ve düşünür. Korku kaçar, cesaret ilerler.

Korku barbarlıktır, cesaret uygarlık. Korku tanrılara, şeytanlara, ruhlara inanır. Korku dindir, cesaret bilim.

İncilin etkisi, okuyan kişinin cahilliği ile doğru orantılıdır.

– İnsanlar gökte bir diktatöre taparken dünyada çok az özgürlük olabilir.

– Büyük Angelo’nun, bir kiliseyi dekore ederken, terlik giymiş birkaç melek çizdiği söylenir. Bir kardinal, resme bakıp sanatçıya sormuş: “Kim şu güne kadar terlikli melek görmüş?” Angelo, başka bir soruyla cevap vermiş: “Kim şu güne kadar çıplak ayaklı melek görmüş?”

Robert ingersoll

 *******

 – Ahlak, size ne söylenirse söylensin doğru olanı; din, doğru ne olursa olsun, size söyleneni yapmaktır.

– İnsanın, laneti ve neredeyse yaşadığı tüm trajedilerin sebebi, onun muazzam, inanılmaza inanabilme kapasitesidir.

Bana öyle görünüyor ki herkesin bilinen tüm dinlerden ayrılma görevlerini yerine getirmenin zamanı geldi.
John Stuart Mill

 ******

– Tanrı ve kul arasına neden peygamber ve kitap girsin ki, kul Tanrısını kendi bulmalı…
Martin Luther

Ben bir ateistim ve eğer bir gün tanrıya inandığımı söylediğimi duyarsanız ciddiye almayın. Bunamışımdır.
Aziz Nesin

Hiç bir şey bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyaya egemen onlar. Onlardan değilsen eğer, sana kâfir derler. Onlara aldırma Hayyam, yoluna devam et.
Ömer Hayyam

– Dünya, 15 yaşından küçük çocuklara din dersi vermeyecek kadar dürüst olursa, belki o zaman ona umut besleyebiliriz.

– Dinler ateşböcekleri gibidir: Parlayabilmek için karanlığa gereksinim duyarlar. Tüm dinlerin koşulu yaygın olan belirli bir derecede cehalettir ki sadece bu havada yaşayabilirler ancak.
Arthur Schopenhauer

 ***

Yaşamanın tadını çıkarmaktan korkana, “aptal” derim.

– Hayat bir şey değildir. İtinayla yaşayınız.
Albert Camus

 ***

Milliyetçilik, vatanseverlik ve din osuruk gibidirler. Herkes kendisininkinin iyi, kendisinden başka herkesinkinin kötü koktuğunu sanır.
Piotr Alekseyeviç Kropotkin

– Bir adam bir nehirin öteki tarafında yaşıyor ve onun lideri, benim liderimle kavga etti diye, biz aramızda kavga etmediğimiz halde, kalkıp birbirimizi öldürmeye kalkışmamızdan daha aptalca bir şey olabilir mi?
Blaise Pascal

Siperlerde, ateist olmaz.
Peder William Thomas Cummings

“Tanrı, zalim olan; Tanrı, intikamcı olan; Tanrı, kıskanç olan; Tanrı, soykırımcı olan onun tek özrü var olmaması, olabilir.”
Stendhal

***

– Sana göre ben bir ateistim; Tanrıya göre, soylu muhalif.

– Var olmayan yalnızca Tanrı da değil, bir de hafta sonları tesisatçı bulmaya çalışın bakalım.
Woody Allen

****

Din kemoterapi gibidir, bir sorunu çözebilir, ama arkasından bir milyon tane daha yaratabilir.
John Bledsoe

***

– Daha dün iman esasları olarak kabul ettiğimiz birçok şeyi bugün fabl diye anlatıyoruz.

– Ey Aptal insan! Daha bir solucan bile yapamayan ama Tanrıları düzinelerce yapan!
Michel Montaigne

***

İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri din tarafından vicdanlarının yoldan çıkarılmasıdır.
Arthur C. Clarke

Din, yaygın görülen, bir tür ruh hastalığıdır.
Sigmund Freud

– Kuzey İrlandalılara ateist olduğum söylendiği zaman dinleyicilerden yaşlı bir kadın ayağa kalkıp sordu: Tamam ama inanmadığınız Katoliklerin Tanrısı mı yoksa Protestanların Tanrısı mı?
Quentin Crisp

 ****

– Herhangi bir hükümet için en tehlikeli insan, olayları, egemen tabuları ve yanlış inançları umursamadan düşünebilen insandır. Neredeyse kaçınılmaz olarak hükümetin sahtekar, manyak ve tahammül edilemez olduğu sonucuna varır.

– Peki iyi bir vatandaş kimdir? Sadece sıra dışı, hiçbir şey yapmayan, düşünmeyen ve söylemeyen kişidir. Okullar bu tek tipliliği olabilecek en yüksek noktaya çıkarmaları için korunur. Okul çocukların hala genç ve toyken atıldıkları baskı makineleri gibidir; çocuklar orada belirli standartlara preslenirler ve kafalarından topuklarına kadar damga pullarıyla kaplanırlar.

– Din adamları ne yapar? Ortalıktaki beyinsizleri hayali bir cehennemden kurtarabileceğine inandırarak hayatını kazanır. Bu romatizma için yılan-yağı satan bir satıcının yaptığı işten neredeyse farksız bir iş.

– Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçli ve bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nefret ediyorum. Ben savaşı öylesine tiksindirici ve aşağılayıcı buluyorum ki böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi yok ederim daha iyi… Benim anlayışıma göre sıradan bir cinayet, savaşta adam öldürmekten daha kötü değildir.

– İman dolu bir insan, basitçe net ve gerçekçi düşünme yeteneğine kaybetmiş (veya hiç sahip olmamış) kişidir. Sadece aptal değildir; aslında hastadır. Daha da kötüsü tedavi edilemez.

– Henry Mencken

 ****

Kanıt gösterilmeden yapılmış bir iddiayı çürütmek için, kanıta ihtiyaç yoktur.
Christopher Hitchens

İsa’nın masalları bizim için çok kârlı oldu.
Papa 5. Leo

“Oy vermek”, bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.
Emma Goldman

Sizi tanımıyorum! Sizin yasalarınızı, nizamınızı, kuvvete dayanan yetkinizi tanımıyorum! Bu yüzden asın beni! (1870-1887)
Louis Lingg

****

– Ne zaman kendinizi çoğunlukla aynı tarafta bulursanız, durup düşünmenin zamanıdır.

– Benim inanmadığım bir dine, inananları kafir saymanın rahatlığı, beni de kendi dinimi sorgulamaya götürdü.

“Gelişmiş toplumlar dindar oldukları için değil, dine rağmen gelişmiştir.”
Mark Twain

*****

– Önce sizi umursamazlar, sonra size gülerler, sonra sizinle kavga ederler, sonra siz kazanırsınız.

– Bu dünyada öylesi aç yaşayan insanlar var ki, Tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir.
Mahatma Gandhi

****

 – Komik olan şudur ki; bir kişi çıkıp, “öldükten sonra cennette gideceksiniz” dediğinde bunu duyanlar, hayatları pahasına bu hayali kovalar. Fakat benim gibi birisi gelip, “neden kendi dünyamızı cennete çevirmiyoruz” dediğinde, ona deli muamelesi yaparlar.
Ersun Seyhan 

Düşmanlarınızı sevin çünkü, kusurlarınızı yalnız onlar açıkça söyleyebilir.
Benjamin Franklin

Dünyada bilinen tüm tanrısal inançları inceledim, hepsi masallara ve mitolojilere dayanıyor.
Thomas Jefferson

Böyle bir tanrı varken, şeytana ne gerek var?
Robert M. Price

Herşeye gücü yeten Tanrı’nın neden Şeytan’ı yaratmasına ve daha sonra da onunla mücadele edilmesine gerek var ki? Bana göre dinler çelişkilerle dolu ve benim mantığıma aykırı.
Gene Roddenberry

   *****

Din ve mantık kadar birbiriyle çelişen başka iki şey yoktur.
– Her köyde bir meşale olur, o öğretmendir ve her köyde bir söndürücü olur, o papazdır.
– İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.

Eğer Tanrı gerçekten yoksa, onu yaratmamız gerekir.

– Cennet, olduğum yerdir.

Sizi saçmalıklara inandırabilenler, size katliam yaptırabilirler.
Voltaire

 ****

Din alışkanlığı, düşünmekten kaçmanın kolay yoludur.
Peter Ustinov

Bilinmeyen bir şeyi, bilinenlerle açıklamak mantıksal yordamadır. Bilinen bir şeyi, bilinmeyenlerle açıklamak ise teolojik tuhaflıktır.
David Brooks

Din insanın ciddiyetine ve saygınlığına bir hakarettir. Onunla veya onsuz, iyi insanlar iyi işler, kötü insanlar kötü işler yapabilirler. Ama iyi insanlara kötü işler yaptırmak dinin işidir.
Steven Weinberg

 *****

– Din, saçmalıktır.

– Amerika’da, devlet okullarında hiçbir dinin öğretilmesi gerektiğine inanmıyorum.
Thomas Edison

 *****

 – Din, gerçek sefaletin ifadesi, gerçek sefalete karşı protesto, ezilen yaratıkların iç geçirmesi, kalpsiz bir dünyanın duygusu, ruhsuz koşulların ruhu… İnsanların afyonudur.

– “Her kim için dünya, nedensiz olarak görünüyorsa ve bu yüzden, onun kendisi de nedensiz olarak var oluyorsa, işte onun için Tanrı mevcuttur.”
Karl Marx

******

“Eğer Tanrı konuştuysa, niye herkes ikna olmadı?”
Percy Bysshe Shelley

Kişi incelerse imanın her savunuluşunda mantığa bir saldırı bulur. İmanı kucaklamak, aklı terk etmektir.
George Smith

Hatalı insanları yaratıp, sonra onları kendi hataları yüzünden suçlayan her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Tanrı hikayesinin mantığını sorgulamamız gerekir.
Gene Roddenberry

– Dünyadaki bütün dinler içinde, esrarengiz bir rastlantıyı görüyoruz: ezici bir çoğunluk sadece ailesinin ait olduğu dini seçiyor. En iyi delile, en iyi mucizelere, en iyi ahlaki yapıya, en iyi ibadethaneye, en iyi müziğe sahip olanı değil: iş tezgahdaki dinlerden bir tanesini seçmeye gelince, dinlerin potansiyel erdemleri, aile etkisinin yanında hiçbir şey ifade etmiyor. Bu açık bir gerçek ve kimse de inkar edemez. Ama bunun nedensiz doğasını çok iyi bilen biri, bir şekilde dinine sıkıca bağlanıyor, hem de öyle bir fanatiklikle ki, başka bir dine inananı öldürmeye hazır olarak.
Richard Dawkins

Bilimde sıklıkla bir bilim adamı “Evet, bu gerçekten güzel bir argüman, ben hatalıyım” deyip sonra kendi fikrini değiştirir ve eski fikrini ondan bir daha asla duyamazsınız. Bilim adamları bunu gerçekten yapar. Olması gerektiği kadar sık olmaz, çünkü bilim adamları da insan ve değişim bazen acı çektiricidir. Ama her gün olur. Bunun gibi bir şeyin siyasette veya dinde en son ne zaman gerçekleştiğini hatırlamıyorum.
Carl Sagan

Ahlak, size ne söylenirse söylensin doğru olanı; din, doğru ne olursa olsun, size söyleneni yapmaktır.
Anonim

Bir zamanlar dünyayı din yönetiyordu. Şimdi o zamanlara “Karanlık Çağlar” deniyor.
Ruth Hurmence Green

Irkımızın en uygar kesiminde din inancının kaybolması, çocukluktan olgunluğa doğru atılan bir adım.
Charles Eliot Norton

İnsanlar gerçek olmasını diledikleri şeylere inanırlar.
Jül Sezar

   ****

 – “Tanrı kötülüğü durdurmak istiyor da gücü mü yetmiyor, o zaman her şeye gücü yeten değil.
Gücü yetiyor da durdurmak mı istemiyor, o zaman kötü niyetli.
Hem gücü yetiyor hem de durdurmak mı istiyor, o zaman kötülük nerden çıktı?
Hem gücü yetmiyor hem de durdurmak istemiyor mu, o zaman ona neden Tanrı diyoruz?”

Gerçek kafir, kitlelerin tapındıkları tanrıları inkar eden değil; asıl, kitlelerin inandıkları tanrıları doğrulayan kişidir.
Epikuros

********

– Bir şeye anlam veremiyor olmak, tanrının kanıtı değildir. Anlayış eksikliğinin kanıtıdır.

   Lawrence Krauss

Düzgün okunduğunda İncil, ateizm için en büyük güçtür.
Isaac Asimov

Aydınlatan tek kilise, yanan bir kilisedir.
Buenaventura Durruti

Bilim tanrıyı yok saymıyor daha iyisini yapıyor; onu gereksiz kılıyor.
P.Lafargue

Eğer Tanrının yokluğunda, “hırsızlık, tecavüz ve cinayet suçlarını işleyeceğinizi” onaylıyorsanız, ahlaksız bir insan olduğunuzu ifşa etmiş olursunuz ‘ ve sizi gördüğümüzde yönümüzü değiştirmemiz konusunda oldukça tedbirli davranırız. Diğer yandan, eğer ilahi gözetim altında değilken dahi iyi bir insan olmayı sürdüreceğinizi söylerseniz, Tanrının varlığının iyi bireyler olmamız için zorunlu olduğu iddianızı kaçınılmazca sarsmış olursunuz.
Michael Shermer ( İyi ve Kötünün Bilimselliği)

Tanrı her şeydir ve her şey Tanrıdır.
Spinoza

 “Başkalarının zavallılığına bakıp kendi haline şükredenlerden tiksiniyorum.”
Dostoyevski

– Tanrı’ya itaat ettiğimizi sanırken aslında insanlara itaat ediyoruz
Albert Caroco (Kaos’ın Kutsal Kitabı)

– “Aptal bir şeyi 50 milyon kişi de söylese, o hala aptal bir şeydir.”
Anatole France

 “Kesin bilgi ancak çok az bildiğimiz zaman mümkündür. Bilgi miktarımız arttığında şüphemiz de artar.”
Goethe

“Eğer bir insan kesin bilgiden yola çıkarsa, şüphelere ulaşır. Şüpheden başlamayı becerebildiğinde ise, kesin bilgiye ulaşır.”
Sir Francis Bacon

  ***

“İnançlı bir insanın şüpheci bir insandan daha mutlu olması, sarhoş bir insanın ayık birinden daha mutlu olmasından farklı değildir.”

“Toplum için tehlikeli olan, inançsızlık değil, inançtır.”
George Bernard Shaw

  ****

 “Epiküros’ un sorduğu sorular hala cevaplanmamıştır: Tanrılık kötülüğü ortadan kaldırmayı istiyor mu, yoksa buna gücü mü yok? Gücü var da niyeti mi yok? O zaman kötü niyetli midir? Tanrı kötülüğü kaldırmak için hem güce sahiptir hem de istekli midir? O zaman kötülük niye vardır?”
David Hume

“Tanrı dünyamızdan kötülükleri ya atmak istiyor da atamıyor, ya atabilir ama atmak istemiyor, ya ne atabiliyor ve atmak istiyor.”
Papaz Lactantius

“ATEİST CANAVAR” adlı siteden alınmıştır.

***********

***********

 DEİZM  (SÖZCÜ GAZETESİNDEN)

 Diğer bir adı “Yaradancılık” olan deizm, temelde tüm dinleri reddeder ve tek tanrıya inanır. Dinsel bilgiye akıl yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Vahiy gibi konular reddeder. Tanrı dünya hayatına ve evrene müdahale etmez.

  DEİZM: AKIL YOLUYLA KAVRANAN TANRI

İnanışın tanımlanmasında kullanılan doğal din ya da doğal inanç kavramları, hiçbir aracı olmaksızın sadece akıl yoluyla kavranabilecek yalın bir Tanrı inancını belirtir. Bu inancı benimseyen kişiye “Deist” denir. Terim Lâtince Tanrı anlamındaki “Déus” sözcüğünden türetilmiş ve özgür düşüncelilerin Tanrı inancını belirtmede kullanılmıştır.

 “İNSANLARA AKIL VEREN TANRI”

 Evreni yaratan, işleyişi için doğa kanunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdahalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir Tanrıya duyulan inanç, deizmi ifade etmektedir. Deistler genellikle bu doğrultuda evreni Tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan; dışarıdan müdahale olmadan, doğa kanunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak görme eğilimindedir.

 Kehanetlerin, mucizelerin, dinsel dogmaların, demagojilerin ve kaynağı ilahi ilan edilen dinlerin reddinden dolayı peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günâh, ibâdet, dua, vahiy, melek, cin, şeytan, cennet, cehennem, ahiret ve kader gibi kavramların bu inanışta yeri yoktur. Belirli bir öncüsü, merkezi bulunmaması sebebiyle deizmde ihtiyaç duyulan tek şey, sağduyulu olmak ve her şeyi akıl süzgecinden geçirmektir.

 EVRİM OLABİLİR DE OLMAYABİLİR DE…

 Deizmin temel inançları dışında bazı deistler. ölümden sonra yaşama veya reenkarnasyona inanabilir. Bununla birlikte deistlerin ruhun ölümsüzlüğüne dair inançları hayli çeşitlidir. Ruhların, Tanrı tarafından ölümden önceki hayatlarındaki davranışlarına göre ödüllendirileceğine ya da cezalandırılacağına veya sadece ruhun ölümsüzlüğüne inanan, ruhun ölümsüzlüğü konusunda agnostik yaklaşım sergileyen ve ruhun ölümsüz olmadığını düşünen deistler vardır.

 Deist yazarlar Yüce Varlık, İlahi Saatçi, Evrenin Büyük Mimarı ve Doğanın Tanrısı gibi ifadeler kullanarak çeşitli şekillerde Tanrıya atıfta bulunmuştur.

 Deizm, evrim teorisine karşı değildir. Deizme göre insan, Tanrı’nın oluşturduğu kurallar çerçevesinde, daha ilkel canlıların evrimleşmesi sonucu oluşmuş olabilir. Bir Yaratıcıya inanmak, o Yaratıcının, insanı aşama geçirmeksizin bir anda yarattığı fikrine inanmayı gerektirmez.

 Evrim teorisine karşı ortaya atılan “akıllı tasarım” görüşü, deizmde bulunmak zorunda değildir.

S. FREUD

Ekim 3rd, 2016

– İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi ve sevmemeyi öğrenirler. Bu gerçekleştiğinde, artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların “tecrübe” dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kesmiş bir insana, “tecrübeli” denir.

-Evrendeki en büyük gösteri, sen aklını keşfettiğin an başlar.

– Özür dilemek, sizin haksız olduğunuz manasına gelmez. Karşınızdaki insana verdiğiniz değerin, egonuzdan yüksek olduğunu gösterir.

– Birine duyduğunuz sevgi ve kızgınlık, doğru orantılıdır. En çok sevdiğiniz insana, herkesten çok sinirlenirsiniz.

– Mutluluk dediğimiz şey, yoğun bir şekilde bastırılmış ve engellenmiş olan ihtiyaçların kısa süreliğine tatmin edilmesinden başka bir şey değildir.

– Yaşamın amacı, ölümdür.

– Köpekler arkadaşlarını sever, düşmanlarını ısırırlar. İnsanlar ise tamamen farklıdır: Saf ve karşılıksız sevgiyi beceremezler. Kişisel ilişkilerindeyse, sevgi ve nefreti karıştırıp dururlar.

– Vicdan dediğimiz şey, içimizde alevlenen belli bir arzunun, dış dünya tarafından reddedildiğinin, iç dünyamız tarafından algılanmasıdır.

– İnsanların çoğu, özgürlüğü gerçekten istemezler. Çünkü özgürlük, sorumluluk gerektirir ve insanların çoğu da bundan korkar.

– Özgürlük insanlara medeniyetin bir armağanı değildir. Hiç medeniyet yokken insanoğlu çok daha özgürdür.

– Ruhunun derinliklerine in ve ilk önce kendini tanımayı öğren. Bunu yaptıktan sonra, bu hastalığa neden yakalandığını anlayacak ve belki de bir daha hastalanmayacaksın.

– Bir olgunluk seviyesi var. O seviyeye ulaşınca kimseyle uğraşasın gelmiyor. Kendini yetiştirememiş, sinsi, iki yüzlü insanlardan uzaklaşıyorsun. Seni hasta edecek insanlarla birlikte olmaktan vazgeçiyorsun. O seviyede kendine değer vermeyi öğreniyorsun.

– Güçsüz olduğumuz noktayı kabullenerek, kendimizi güçlü kılabiliriz.

– Yetişkinlik, ergenliğin bir fantezisidir.

– İnsan, doğuştan antisosyaldir. Toplum, fizyolojik ihtiyaçlarını karşıladığı oranda sosyalleşir.

KISSADAN / 4

Ekim 8th, 2014

 HACI ÖKKEŞ

Maraş ve yöresinde “Ökkeş” ismi çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Trafikte kimlik kontrolü yapan polis, bir minübüsü durdurup, yolcuların kimliklerine bakar. Polis kime baktıysa ismi “Ökkeş”tir. Bunun üzerine, “ismi Ökkeş olanlar, aşağı insin” der. Herkes iner, sadece bir kişi kalır.

Polis, “sizin isminiz ne?” diye sorar. Yaşlıca olan adam, “Hacı Ökkeş” der. Polis kimliğine bakar ve “sadece Ökkeş yazıyor” der.

Yaşlı amca, “geçen yıl hacca gitmiştim” der.

  ÜNLÜ ŞAİRİN TUTTUĞU TAKIM

Ünlü bir şairimize, “hangi takımı tutuyorsunuz?” diye sormuşlar. O da “ben kendimi bildim bileli kendi takımımı tutarım” demiş. Bu kez eşine, “siz hangi takımı tutuyorsunuz?” diye sormuşlar. O da “evlendiğimizden günden beri, eşimin takımını tutuyorum” demiş.

Aynı şairimizin, içkiye düşkünlüğü bilinen bir gerçektir. Her gün dört şişe şarap, dört paket sigara ve bir oksijen tüpü sipariş ettiği söylenir. Nitekim ölümü de siroz ve bademcik kanserinden olmuştur. Kendisine de yaşamı itibariyle, ancak böylesi bir illetin uygun düştüğünü belirtmiştir.

Sağlığı kötü olduğundan eşi, içki içmemesi için büyük uğraş vermektedir. Bir gün felsefe hocası Salim Bey, röportaj için evine gider. Eşi, “sakın bir şeyler içmesin” diye tembihler ve çıkar. Ancak zaman ilerledikçe şair, eşinin yokluğundan istifade, şişeleri birer birer devirmeye, galiz küfürler de havada uçmaya başlar.

Nihayet eşi geldiğinde, bizim şair çoktan kafayı bulmuştur. Eşi, şairin durumunu görünce, başlar bizim hocaya çıkışmaya, “ben size, bir şey içmesine müsaade etmeyin demedim mi?” diye. Salim hoca, ne diyeceğini bilmez bir halde, suç işlemiş çocuklar gibi evden çıkar.

   ORHAN VELİ’NİN SON ÜÇ GÜNÜ

  Hafif karlı bir  kış günü Şişli’deki evlerinin balkonunda üzerinde ince bir gömlekle sigara içerken  kızkardeşi, Orhan Veli’ye:

“Babam sigara içtiğini biliyor neden onun yanında içmiyorsun? Üşütür hasta olursun burada” der.

Orhan Veli de kardeşine sarılarak:

” Fırfırcığım babamın üç günlük  ömrü kaldı, onu kırmaya değer mi? ” der.

Bilmez ki, kendisinin üç gün ömrü vardır.

  Kısacık hayatında iki dünya savaşı gören bu büyük şairimiz, Ankara’da gece yürürken,  belediyenin açtığı bir çukura düşer ve başından yaralanır. İki gün Ankara’da dinlendikten sonra İstanbul’a gelir ve aynı gün komaya girerek 14 Kasım 1950 de daha 36 yaşındayken hayatını kaybeder. Sonradan beyin kanaması geçirdiği anlaşılır.

  Ablası, “babam için söylediği o üç gün, meğerse kendi hayatı içinmiş” der.

*********

MÜCAP OFLUOĞLU’NUN ANLATIMIYLA ORHAN VELİ VE SAİT FAİK’TEN BİR ANI:

Orhan Veli ile en yakın arkadaşı Sait Faik’in işi gücü yoktur. Can sıkıntısından Eftalikus’un kahvesinde birer Cumhuriyet Gazetesi alıp bulmacasını çözme yarısına girerler. Kaybeden rakı ısmarlayacaktır. Orhan Veli, Sait Faik’i her gün yenmektedir. Sonunda Sait isyan eder:

 “Nasıl beceriyorsun lan, her gün rakıyı ben ısmarlıyorum? ” der demez, Orhan Veli gülerek:

 “Çünkü Cumhuriyet ‘in bulmacalarını ben hazırlıyorum” der.

   CEMAL SÜREYA VE TOMRİS UYAR

  Cemal Süreya, evine bağlı, evinde olmayı seven,  karısı Tomris Uyar’a da aşık bir adamdır. İşten çıkar çıkmaz evine gelirmiş. Tomris Uyar, o günleri şöyle anlatıyor:

 “Akşamları eve biraz geç gel yahu, bir erkek hiç dolaşmaz mı?”, dedim, ertesi gün altıyı çeyrek geçe geldi, sonraki gün altı buçukta, normalde altıda gelirdi. Bir gün toz aldım, bezi silkelemek için pencereden eğildim ki, kapının önünde oturmuş saatin dolmasını bekliyor”.

  Ancak gelin görün ki, bu ilişkiyi bitiren de Cemal Süreya olur. Bu konuyla ilgili de Tomris Uyar şöyle diyor:

 “Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikayen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim, benim ağzımdan kimse duymayacak, dedi ve doğrusu hiç yazmadı.”

 BİR BİSİKLETTE ÜÇ KİŞİ

Trafik polislerine amirleri, birer koçan ceza makbuzu verip, “bunların hepsi, akşama kadar kesilecek” diye talimat vermişler.

Bizim polislerden biri, koçanın hepsine cezayı yazmış sadece son sayfası kalmış, fakat o son sayfayı yazacak kimseyi bulamıyor. Akşam olmuş, mesai bitmek üzere, yaşlıca bir amca, bisikletle kendisine doğru gelmektedir.

Polis, yaşlı adamı durdurup “merhaba, nereye gidiyorsunuz?” diye sorar. Yaşlı adam da, “vallahi oğul, peygamber önde Rabbim arkamda eve gidiyorum” demiş.

Polis sevinçle, “demek bir bisiklete üç kişi bindiniz” diyerek son ceza makbuzunu da böylece keser.

 ANANINKİNDEN SAAT OLURSA

Adam ve oğlu erkenden tarlaya çalışmaya gidecektir. Adam saati kurmak ister ama karısı, “gerek yok, ben zaten her gün o saatte helâya çıkıyorum” der. İyi o zaman, “uyandığında kaldırırsın” deyip, yatarlar.

Kadıncağız karpuzu fazla kaçırmış olacak ki, her zamankinden daha erken kalkıp, oğluyla kocasını da uyandırır. Baba oğul, çıkınlarını alıp, gün doğmadan yola revan olurlar. Gecenin kör karanlığında düşe kalka giderler. Güneş de bir türlü doğmaz.

Oğlan, “baba ya, güneş şimdiye kadar doğmuş olmalıydı” der. Babası da kaşlarını çatarak, “ ananın şeyinden saat olursa, güneşin ne zaman doğacağını da Allah bilir” der.

 BEY KALK, SAAT ALTI

Karı koca birlerine küsmüş, konuşmuyorlarmış. Adam, yarın için önemli bir işi olduğundan geç kalmak istememektedir. Ancak eşiyle de konuşmadığından, “hanım, beni saat altıda kaldır” diye bir not yazıp, karısının yastığına koyar.

Sabah saat altı olunca, hanımı kalkar ve “bey kalk, saat altı” diye, o da bir not yazıp kocasının yastığına bırakır ve uyumaya devam eder.

  TİMUR’UN FİLLERİ

Timur, Anadoluyu fethetdiğinde ordusundaki atların, fillerin bakım ve tımarını yerli halkın yapmasını emreder.

Nasreddin hocanın bölgesine ise bakmaları için bir “fil” verilir. Beş gün on gün derken, yöre halkı fili doyurmakta zorlanmaya başlar. Nasreddin hocaya gelip, “Timur seni dinler, söyle de bu fili bizden alsın” derler. Hoca, “söylerim ama siz de geleceksiniz” der. Köylülerin hoşuna gitmez ama “tamam” derler. Hoca önde, köylüler arkada yola çıkarlar. Hoca, Timur’un otağına yaklaştıkça, köylülerin birer ikişer sıvıştığını görür. Tam çadırın önüne geldiklerinde ise kimsenin kalmadığını görür. Askerler hocayı alıp, yaka paça Timur’un huzuruna çıkarırlar. Timur bütün azametiyle oturduğu yerden gürler, “söyle bakalım hoca efendi, benden ne istiyorsun?”

Hoca, Timur’un hoşuna gitmeyen bir şey söylemesi halinde kellesinin gideceğinden korkarak, “efendim bize bir fil vermiştiniz bakmamız için ama yalnızlıktan olacak bir şey yemiyor, bir fil daha istiyoruz” der.

 NASREDDİN HOCA, TORUN VE EŞEK

Nasreddin hoca küçük torununu eşeğine bindirmiş, pazara gidiyorlarmış. Bunları gören bir adam, “ayıptır yahu, yaşlı adam yürüyor delikanlı çocuk eşeğin üstünde…” Bunun üzerine hoca çocuğu indirip, kendisi eşeğe binip tekrar yola koyulmuşlar.

Biraz yol aldıktan sonra yine bunları gören bir başkası, “ayıptır yahu, parmak kadar çocuk yürüyor, koskoca adam da eşeğin üstünde…” Hoca bakmış olacak gibi değil, çocuğu da eşeğin üzerine alır ve yola koyulurlar. Çok geçmez başka birisi, “insaf yahu, yazık değil mi hayvana, iki kişi birden binmişsiniz…”

Hoca bakmış yine olmuyor, ikisi de eşekten inmiş, onlar önde eşek arkada yürümeye başlamışlar. Çok geçmeden yine bir başkasıyla karşılaşırlar. Adam basmış kahkahayı, “oldu olacak eşeği de sırtınıza alsaydınız bari…”

Nasreddin hoca, “evet yapmadığımız bir o kalmıştı, onu da yaparsak tam olacak” der.

*****

EŞŞEĞİN NEŞESİ

Hoca, eşşeğini satmak için pazara götürmüş. Hocayı gören, “her işini gördüğün bir eşşeğin varken böyle bir zamanda eşşek satılır mı?” diye karşı çıkmış.

Söylenenler karşısında hoca da “haklısınız ama bilmediğiniz bir şey var” demiş.

Hep bir ağızdan “nedir?” demişler.

Hoca da “eşşeğin neşesi yok” demiş.

 KIRMIZI BENEKLİ PİNPON TOPU

Babası, ilkokula başlayacak oğluna bir hediye almak için sorar:

– Oğlum, bugüne kadar sana hiç hediye almadım. Söyle sana bir hediye alıyım.

– Al babacığım.

– Ne alıyım oğlum?

Kırmızı benekli pinpon topu al babacığım.

– Ne yapacaksın oğlum?

– Söylemem.

– Söylemezsen almam.

– Almazsan alma.

Aradan zaman geçer, çocuk liseye başlayacaktır. Babası yine sorar:

– Oğlum ne olursun söyle, sana bir hediye alıyım. Bugüne kadar bir şey almamanın ızdırabı içindeyim.

– Tabi, al babacığım.

– Ne alıyım oğlum?

Kırmızı benekli pinpon topu al babacığım.

– Ne yapacaksın oğlum?

– Söylemem.

– Söylemezsen almam.

– Almazsan alma.

Aradan yıllar geçer, çocuk büyümüş üniversiteli olmuştur. Babası yine sorar:

– Oğlum ne olursun, artık söyle sana bir hediye alıyım.

– Al babacığım.

– Ne alıyım oğlum?

Kırmızı benekli pinpon topu al babacığım.

– Ne yapacaksın oğlum?

– Söylemem,

– Söylemezsen almam.

– Almazsan alma.

Aradan yine yıllar geçer, oğlu evlenmek üzeredir, babası ise derin bir keder içinde:

– Oğlum, evlenip bizden ayrılıyorsun ne olur söyle sana bir hediye alıyım, beni de iki kez mutlu etmiş olursun.

– Tabi babacığım al.

– Ne alıyım oğlum?

Kırmızı benekli pinpon topu al babacığım.

– Ne yapacaksın oğlum?

– Söylemem.

– Söylemezsen almam.

– Almazsan alma.

Aradan yine yıllar geçer. Baba, oğluna bir hediye almamanın ızdırabı içinde yaşlanırken, oğlu ise amansız bir hastalığa yakalanmış, ölüm döşeğinde günleri sayılıdır. Babası oğlunun başucunda yine sorar:

– Oğlum, sen hastalıktan ben kahırdan ölmeden söyle, şu dünya gözüyle sana bir hediye alıyım. Oğlu ter içinde:

– Al babacığım.

– Ne alıyım oğlum?

Kırmızı benekli pinpon topu al babacığım.

– Ne yapacaksın oğlum.

– Söylemem.

– Söylemezsen almam.

– Almazsan alma.

Aradan üç beş gün geçer, oğlu iyice ağırlaşmış artık son saatleridir. Baba büyük bir kahırla gözyaşları içinde, oğlunu öper ve yine sorar:

– Oğlum, belki bir daha hiç şansımız olmayacak, ne olursun söyle sana bir hediye alıyım.

Oğlu inleyerek konuşmaktadır:

– Al babacığım.

– Ne alıyım oğlum?

Kırmızı benekli pinpon topu al.

– Ne yapacaksın oğlum?

– Söylemem.

– Söylemezsen almam.

Adam, gözyaşları içinde “ne olursun söyle” diye yalvarır.

Oğlu gözlerini aralayıp babasına bakar:

– Baba ben, kırmızı benekli pinpon topunu…

Dedikten sonra, tam da açıklayacağı sırada son nefesini verir.

  DELİLERİN DÖNÜŞÜ

 Akıl hastanesinin birinde, kafalarının neye bozulduğu anlaşılamayan deliler, hastaneyi terk ederek tren istasyonuna gelirler. İçlerinden sadece biri, onlara katılmayıp hastanede kalır. Yöneticiler ne yaptılarsa ikna edip geri getiremezler. İçerde kalan deli, “isterseniz onları geri getirebilirim” der. Önce yöneticiler, onun da diğerlerine katılacağını düşünüp, bu teklife sıcak bakmazlar. Ancak gidenleri ikna etmekte çaresiz kalınca, “pekâlâ nasıl getireceksin bir görelim” derler.

 Bizim deli, tren yolundan “çuf çuf” diyerek gelir ve arkadaşlarının bulunduğu istasyonda durur. Yüksek sesle, “herkes binsin tren kalkıyor” diye bağırır. Bunun üzerine, bütün deliler onun arkasında sıralanır. O da “çuf çuf” diye diye gelip hastane bahçesinden içeri girerler.

   ARTHUR ASHE

“Zenci olmak, ‘aids’ olmaktan daha zor” diye hayatını özetleyen, efsane Wimbledon şampiyonu, zenci tenisçi Arthur Ashe, aids hastalığına yakalandığında dünyanın her yerindeki hayranlarından mektup alır. Bunlardan bir tanesi şöyle sormaktadır:

“Tanrı neden böylesi kötü bir hastalık için seni seçti?” Arthur Ashe ise buna şöyle cevap verir:

“Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500.000’i profesyonel tenisçi olur. 50.000’i yarışmalara girer ve 5.000’i büyük turnuvalara erişir. 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken tanrıya, “neden ben?” diye hiç sormadım. Ve bugün acı çektiğim için, “niye ben?” mi diye sormalıyım.

   MEVLANA İLE SARHOŞ GENÇ

Gece yarısından sonra dergahın kapısı, şiddetli bir şekilde yumruklanır. Talebeler koşup kapıyı açtıklarında, sarhoş bir gençle karşılaşırlar.

 “Bu saatte derdin nedir?” diye sorarlar. O da “Mevlana hazretlerinin elini öpüp, hayır duasını almaya geldim” der. Talebeler “şimdi olmaz” diye kovmaya kalkarlar fakat sarhoş genç gitmemekte diretir. Çıkan gürültü üzerine de Mevlana kalkıp gelir. Mevzuyu öğrenince “o, sarhoş kafayla bu saatte bizi bulabilmiş, siz ayık kafayla içeri almıyorsunuz. Belki samimidir, ihlasla arayanı kovma yetkimiz yok, ateşten çıkıp gelene ateşe geri dön denmez” der. Bunun üzerine sarhoş genç, Mevlana’nın ellerine sarılıp, “onlara kızmayın, benim edepsizliğim, lütfen beni de talebeliğe kabul edin” der.

   B. SHAW İLE CHURCHİLL

İrlandalı yazar George Bernard Shaw ile İngiliz devlet adamı Winston Churchill hiç geçinemez ve sık sık birbirlerini iğnelermiş. Shaw, bir oyununun ilk gecesine, Churchill’i davet etmiş ve davetiyeye de bir pusula iliştirmiş:

– “Size iki kişilik davetiye gönderiyorum. Bir dostunuzu alıp gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa.”

  Churchill, hemen cevap göndermiş; “maalesef o gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu seyretmeye gelemeyeceğim. İkinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynarsa.”

 KİMSENİN ETKİSİ ALTINDA KALMA

Adam, psikiyatriste “doktor bey ben kendimden şikayetçiyim, kim ne söylerse onun etkisi altında kalıyorum, ne olur bana bir reçete yaz” demiş.

Doktor da reçete kağıdını almış, “kimsenin etkisi altında kalma” diye yazmış.

 KIRK DOUGLAS’IN İNTİHAR GİRİŞİMİ

1916 doğumlu ünlü oyuncu, helikopter kazası sonucu bir süre felç ve konuşamaz olduğunda, intihar etmeyi düşünür.

Tabancanın namlusunu ağzına sokup, ateş edecektir. Ancak bunu yaparken, namlunun dişine çarpması canını  o kadar çok acıtır ki, ” iyi ki tetiğe basmamışım, nasıl bir acı vereceğini düşünemiyorum bile” der.

 SARI SAÇLI MAVİ GÖZLÜ ÇOCUK

İki kafadar biraz kafayı bulmuşlar ve kara kuru olan, yanındakine “biliyor musun dostum, annem beni doğurduğunda ben sarı saçlı mavi gözlü bir çocukmuşum” der. Arkadaşı şaşkınlık içinde “nasıl bu kadar değiştin” diye sorar. O da “hiç sorma, hemşire çocukları karıştırmış, ben yanlış çocuğum” der.

  İYİ BİR DERS

Adamı idam etmeden önce “son sözün nedir?” diye sorarlar. O da herkesi bir süzdükten sonra:

“Bu bana iyi bir ders olacak” demiş.

  SORUN NE?

Hasta, “doktor bey ben her şeyi unutuyorum” demiş. Doktor da “sorun ne?” demiş.

Hasta, “ne sorunu?” demiş.

 İDDİACI

Adamın biri çok iddiacıymış, yanındaki safça olana “gel seninle bir iddiaya girelim, sen kazanırsan iki katı ben kazanırsam bir katı, var mısın?” demiş.

Yanındaki “tamam nesine?” demiş.

İddiacı “ben kulağımı ısırırım” demiş.

Safça olan “ısıramazsan iki katını alırım” demiş.

İddiacı “tamam” demiş ve takma dişlerini çıkarıp, kulağını ısırmış, safça olana da “üzülme bir iddiaya daha girelim sen kazanırsan bu kez dört katı” demiş.

Safça olan “tamam” demiş.

İddiacı “ben gözümü ısırırım” demiş.

Safça olan “dişlerini çıkarıp ısırmayacaksın ama” demiş.

İddiacı “tamam” demiş ve bu kez de protez olan gözünü çıkarıp ısırmış.

 ZAMPARA CENAZECİ

 Adam cenaze arabasıyla zamparalığa çıkmış, gördüğü ilk güzel bayana da “gezdirmemi ister misin?” diye sormuş.

Güzel bayan, “hadi oradan terbiyesiz, senin arabana mı kaldım” demiş.

Cenazeci “hanımefendi, insanlar bu arabaya binmek için ölüyorlar” demiş.

  HOŞT DİYEMEDİN Mİ?

Kadının biri, yeni aldığı küpelerini arkadaşına gösterebilmek için, “ ayol gelirken köpek, bir havladı, bir havladı sorma” dedikçe, başını da sağa sola sallayarak küpelerini şıkırdatıyormuş.

Arkadaşı da yeni yüzük almış onu gösterebilmek için,  yüzük olan elini “hoşt diyemedin mi, hoşt diyemedin mi?” diye, başlamış ona doğru sallamaya…

  CEMO İLE MEMO

Hava çok soğuk olunca, Memo ile Cemo birlikte yatmışlar. Bir süre sonra Memo, daha sıkı sarılmaya başlar. Bunun üzerine Cemo, “ Memo napisan” der.

Memo, “hiç üşüdüm ısınirem” der.

Cemo, “ısınirsen bir şey demirem ama başka bir şey yapirsen çok ayıp edirsen” der.

 YANİ Kİ OLSA

Memo, hastanede yatan yakın arkadaşı Cemo’yu ziyaret edecek ama hiç parası olmadığından eli boş gidecektir. Aklına şöyle bir çözüm gelir, “ben bir şey yer misin” diye sorarım, O da “yemem” der, ben de “yemezsin diye almadım” derim.

Cemo’nun yanına gelir, “Cemo elma yersin” diye sorar. Cemo da hemen, “yerim” der.

Bu beklenmedik cevap karşısında Memo, “yani ki olsa” der.

  YAŞLI ADAM VE GENÇ KARISI

  Epeyce yaşlı bir adam, çok genç olan karısını doğuma getirir.

  Doktor, şaşkınlık içerisinde “babası siz misiniz?” diye sorar.

  Yaşlı adam, “ne yani babası olamaz mıyım?” der.

  Doktor da “tabi olabilirsiniz, benim dedem de şemsiyeyle geyik vuruyor!” der.

  Yaşlı adam gülerek, “o vurmuyordur” der.

  Doktor, “ben de öyle düşünüyorum” der.

 HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR

 Yerlilerin kralı, veziriyle avlanmaya çıkar. Ok ve yayı, atış için vezir hazırlamaktadır. Kral, yayı iyice gerip oku fırlattığı esnada, parmağı yaya takılıp kopar. Kral acıyla, vezire söylemediğini bırakmaz. Vezir, “her işte bir hayır vardır kralım” der.

 Kral, “parmağım kopmuş sen hayırdan bahsediyorsun. Muhafızlar alın bunu zindana atın” der.

 Aradan epey bir zaman geçer ve bizim kral yine ava çıkar. Bu kez, av peşindeyken yolunu kaybeder ve yamyamlara yakalanır. Yamyamlar, tam bizim kralı kurban edecek iken, bir parmağının olmadığını görürler ve “sakat olandan kurban olmaz” deyip, kralı serbest bırakırlar.

 Kral kurtulur kurtulmaz doğruca, eski vezirinin bulunduğu zindana gelir. Kral, “o gün sen her işte bir hayır vardır dedin ama ben kızgınlıkla seni dinlemedim. Bugün ben, bu kaza sayesinde hayatta kaldım. Parmağım olmadığı için yamyamlar beni kurban etmedi, ne olur sana yaptığım haksızlıklar için, beni bağışla” der.

 Vezir, “Kralım bunda da bir hayır vardır” der.

 Kral, “daha ne hayrı olacak” der.

 Vezir, “Ben zindan da olmayıp sizin yanınızda olsaydım, sizi bıraktıklarında sakatlığım olmadığı için, beni kurban edeceklerdi” der.

  YAMYAM

  Beyaz adam Afrikalı kabile reisine, “sizin buralarda yamyamlar varmış doğru mu?” diye sorar.

  Reis, “yooo bir tane vardı, onu da dün yedik” der.

  FAKİRLİK

 Zengin bir muhitte sınıf öğretmeni, çocuklardan “fakirlik” hakkında bir kompozisyon yazmalarını ister.

 Çocuklardan birinin yazdığı kompozisyon:

 “Ben, fakir bir aile tanıyorum. Onların çiftlikleri fakir, evleri fakir, dükkanları fakir, arabaları fakir, hizmetçileri fakir….”

  MAYMUN KARDEŞ

  Ormanda kim, “maymun kardeş nasılsın?” diye sorsa, maymun “valla yiyip içip geziyorum. Kafayı bulunca da keyfimiz yerine gelsin diye, aslanı pataklıyorum” diyormuş.

  Sonunda bu söyledikleri, aslanın kulağına gitmiş. Aslan da ilk fırsatta sormuş, “maymun kardeş nasılsın?” diye.

  Maymun, “hiç sorma bu aralar çok içiyorum, kafayı bulunca da saçma sapan konuşuyorum” demiş.

  MÜSLÜMAN OLMAK 

 Almanın biri, “müslüman olmak istiyorum, ne yapmalıyım?” diye imama sormuş. İmam da “kelime-i şehadet getirmen halinde müslüman olursun” demiş. O da şehadet getirip, müslüman olmuş.

  Sonra imam, “sünnet de olman lazım” demiş. Alman, “sünnet olmam şartsa, müslümanlıktan çıkıyorum” demiş.  Bunun üzerine imam, “dinden çıkan mürted olur, onun da cezası kafasının kesilmesidir” demiş.

Alman, “bu nasıl din yahu, girerken aşağıdan, çıkarken yukardan kesiyorsunuz” demiş.

  ZEKA VERGİSİ

  Adama sormuşlar “niye çalışmıyorsun?” O da “çalışıyorum, hatta kutsal bir görev ifa ediyorum, kendi payıma düşen enayilerin ufkunu genişletiyorum, karşılığında da zeka vergisi alıyorum” demiş.

  Bunu nasıl yapıyorsun? diye sormuşlar:

  “Vur kafasına bin sırtına, başka şeyle uğraşmasına, düşünmesine izin verme. O seni sırtından atmaya çalışırken, sen ondan geçinmeye devam edersin. Olmadı, vicdan yaparsın, “küçük şeylerin hesabını yapan ahlaksız” olarak gösterirsin. Bu işteki başarın, buna kendisinin bile inanmasıdır. Arkadaşlarına ihanet eden birkaç kişiyi de kendi yanına çekersen, zayıfların tek silahı olan, birlikte hareket etmelerini engellemiş olursun, sonra da yürü ya kulum…

GİTTİ HAYATININ HEPSİ

 “Yaşlı sandalcı, profesörü azgın nehrin karşısına geçirmektedir.
Profesör, yaşlı sandalcıya sorar, “Sanskritçe biliyor musun?”
“Hayır” der sandalcı.
“Sanskritçe bilmiyorsan, hayatının dörtte biri yok sayılır” der profesör.
“Hiç olmazsa klasik edebiyatı biliyor musun?” diye sorar yine.
“Hayır” cevabını alır.
“Hayatının dörtte biri daha gitti. Bu konuda, öyle güzel kitaplar var ki, okumak insana büyük mutluluk verir. Hiç olmazsa okuma yazma biliyor musun” der.
“Hayır” der sandalcı.
“Hayatının dörtte biri daha gitti” derken profesör, sandalın su aldığını ve ayaklarından yukarıya doğru yükselmekte olduğunu fark eder.
Sandalcı deliği tıkamaya uğraşır, ama başaramaz. Su yükselmeye devam ederken, sandal da batmaya başlar.
Sandalcı profesöre, “yüzme biliyor musun?” diye sorar.
“Hayır” der korkuyla profesör.
“Gitti hayatının hepsi” der sandalcı ve suya atlayarak, yüzmeye başlar…

 MEVLA VE LEYLA

 Mecnun, dalgınlıkla namaz kılan birinin önünden geçer. Adam, hemen namazını bozup Mecnun’a, “ne yapıyorsun?” diye çıkışır.

 Mecnun, “Leyla’nın aşkından seni göremedim. Peki sen beni nasıl gördün, sen de hiç mi Mevla aşkı yok?” der.

                      ***

 Padişah, Mecnun’un Leyla için duyduğu dillere destan aşkı merak edip, ikisini de huzura çağırmış. Bakmış, Leyla hiç de ahım şahım bir kız değil. Mecnun’a dönüp “bu kız yüzünden mi yollara düştün?” diye sorar.

 Mecnun, “padişahım ona bir de benim gözümle bakın, o zaman anlarsınız” der.

 HESABI TORUNLARINIZ ÖDESİN

 Lokantanın camında, “istediğiniz kadar yiyin, hesabı torunlarınız ödesin” yazmaktadır.

 Yazıyı gören, içeri girip doyasıya yemek yemekte ancak çıkarken ellerine hesap pusulası tutuşturulmaktadır.

 “Hani hesabı torunlarımız ödeyecekti” diye itiraz ettiklerinde de “evet çok haklısınız ama bu dedenizin hesabı” derler.

 YAŞLI KURT VE ÜÇ İNEK

Yaşlı kurt, arkadaş olan üç ineğe yaklaşıp, “beni aranıza kabul ederseniz, sizinle dost olmak istiyorum hem sizi diğer kurtlara karşı korurum” demiş. “kurtlardan korunma” teklifi, ineklere iyi bir fikir gibi gelmiş ve “tamam” demişler.

Gel zaman git zaman yaşlı kurt, ineklerin iyice güvenini kazandıktan sonra alaca inek ayrı otlarken, diğer ikisine yaklaşmış:

“Valla sizin aranıza katıldığım günden beri, bu alaca ineği gözüm tutmadı, anladım ki, gerçek dostlarım sizsiniz, izin verirseniz ben bu haini yiyeceğim” demiş.

İki inek, “madem gerçek dostların biziz, tamam öyleyse” demişler. İzni alan yaşlı kurt, alaca ineği yer. Aradan biraz zaman geçer ve yaşlı kurt ayrı otlayan sarı ineğin yanına yaklaşıp:

“Şu boz inek de bana hain görünüyor, anladım ki, benim gerçek dostum sadece sensin. İzin verirsen onu da yiyeceğim” der. Sarı inek, “madem gerçek dostun benim, tam o zaman” der.

İzni alan yaşlı kurt, boz ineği de yer. Aradan biraz zaman geçince, sarı ineğe yaklaşıp:

“Valla ben seni de yiyeceğim” der. Sarı inek, “hani tek dostun bendim” der.

Yaşlı kurt, “ben onu diğerlerini yiyebilmek için söyledim ve ben bir kurdum” der.

FİTNAT HANIM VE GÖBEĞİ

 Fitnat hanım kilolu olduğu için, mahalleli takılmış:

“Fitnat hanım, o göbek mi, bebek mi?” diye, Fitnat hanım da:

“Eniştenizdekinin, top mu tüfek mi olduğunu bilen, onu da bilir” demiş.

 ALFRED HİTCHCOCK VE DİN ADAMI

 Ünlü korku filmlerinin yönetmeni Alfred Hitchcock”a sormuşlar:

“Hayatınızda karşılaştığınız en korkunç an nedir?” diye, o da aşağıdaki anısını anlatır:

 “Birgün arabayla giderken, kaldırımda bir din adamının küçük bir çocukla konuştuğunu gördüm. Aklım başımdan gitti. Korkunç bir manzaraydı. Arabayı durdurup bağırdım:

 – Çocuk kaç çabuk, uzaklaş oradan, kurtar kendini!”