Posts Tagged ‘AŞIK VEYSEL VE ESMA HANIM’

KISSADAN / 8

Çarşamba, Mart 2nd, 2022

İSKENDER LAHDİ VE OSMAN HAMDİ BEY

İskender Lahdi, aslında M.Ö 4. yüzyılda yaşamış, Sidon kralı Abdalonymos‘a ait olduğu düşünülmektedir. Lahdin üzerinde, İskender’in Perslerle yaptığı savaşlara ilişkin rölyefler bulunduğu için, “İSKENDER LAHDİ” adıyla tanımlanmıştır.

1887 yılında, Osman Hamdi Bey başkanlığında yapılan, Sayda’daki (Sidon – Lübnan) arkeolojik kazılarda bulunmuştur. İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen, en önemli eser olarak kabul edilmektedir. Eser, İstanbul’a getirildiğinde sergilenebileceği tek müze vardır, o da Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Çinili Köşk Müzesi (1472). Osman Hamdi Bey buraya, müze müdürü olarak atanır (1881). İlk işi, restorasyondan geçirdiği köşkü, çini ve seramiklerin sergilendiği bir müze olarak yeniden ziyarete açmak olur. Bunun dışında tarihi eserlerin sergileneceği bir müze olmadığından, mimar Alexandre Vallaury’e “İstanbul Arkeoloji Müzesi”ni yaptırıp, 13.06.1891 tarihinde ziyarete açar.

II.Abdülhamit, Osman Hamdi Beyin binbir güçlükle İstanbul’a getirdiği lahdi, II.Wilhelm’e dostluk hediyesi olarak vermeye kalkınca, Osman Hamdi Bey, kendisini Galata Kulesinden atacağını söyleyerek kıyameti koparır. Hamdi Beyin ikna edilemeyeceğinin anlaşılmasıyla, lahdin verilmesinden vazgeçilir. Hamdi Beyin, Sultan karşısında bile böylesine bir yaptırım gücünün olması, ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.

Lahit, o vakitler Osmanlıya bağlı olan Lübnan’daki Sayda’dan, İstanbul’a gemi yoluyla getirilecektir. Ancak kaptanlar, “bu yük ağır, gemiyi batırır” diyerek taşımayı reddederler. Bunun üzerine Hamdi bey, Lahdin üzerine çıkıp, kendisini zincirle bağlar. Bütün çabalara rağmen vazgeçiremezler. En sonunda taşımayı kabul edip, zorlu bir yolculukla İstanbul’a getirilir. Maalesef bu eser de mezar soyguncularının hışmına uğrar. Taş heykellerin ellerinde tuttuğu, gümüş ve altın silahlar çalınmıştır. Buna rağmen, insanı huşu içinde bırakan olağanüstü bir eserdir.

Osman Hamdi Bey (30.12.1842 – 24..02.1910) ilk Türk arkeoloğu, ilk modern müzecisi, ressam ve Kadıköy’ün de ilk belediye başkanıdır. Sakız adasından ufak yaşta evlatlık olarak gelen, Rum asıllı Osmanlı sadrazamlarından İbrahim Ethem Paşa’nın oğludur.

Bağdat’ta ilk arkeolojik çalışmasını yaptıktan sonra gerekli yasanın çıkarılmasını sağlayarak, modern arkeoloji biliminin Osmanlıdaki temellerini atmıştır. En önemli kazısı, İskender Lahdini bulduğu (1887-88) Lübnan kazılarıdır.

Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’sinin (1883) kurucusudur. Günümüzde halen Mimar Sinan Üniversitesine bağlı “Güzel Sanatlar Fakültesi” olarak hizmet vermektedir.

Türk resminde, ilk figürlü kompozisyon kullanan ressamdır. En tanınan eserleri, “Kaplumbağa Terbiyecisi” ve “Silah Taciri”dir.

AŞIK VEYSEL VE HÜZÜNLÜ EVLİLİK HİKAYESİ (CEYDA ÇAKIR)    

Aşık Veysel Şatıroğlu, 25 Ekim 1894 tarihinde Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya gelmişti. Veysel 7 yaşındayken çiçek hastalığı Sivas yöresinde hızlı bir şekilde yayılıyordu. Kardeşleriyle birlikte çiçek hastalığına yakalanan Veysel’in 2 kız kardeşi bu hastalıktan ölmüştü. Kendisinin de sol gözü bu hastalıktan dolayı kör olmuştu. Sağ gözü ışığı az çok seçiyordu ama o da bir kazaya kurban gitmişti. Bir gün babası inek sağarken Veysel yanına gitmiş, ansızın dönüverince babasının elindeki değnek sağ gözüne girmiş, gözü hemen oracıkta akmıştı. Aile üyeleri bu yaşananlara çok üzülmüşlerdi. Veysel’in babası ona dertlerini unutsun, kafasını dağıtsın diye bir saz almıştı. Halk ozanlarının meşhur şiirlerini ezberletip, okutarak oğlunu avutmaya çalışmıştı. Bu şekilde aşıklığa merak salmaya başlayan Veysel zamanla aşıklık geleneğinin gerekliliklerini öğrenmeye başlamıştı. Ömrü hep dertlerle geçen Aşık Veysel’in bir de  hazin bir evlilik hikayesi vardı. Belki de bu evlilik ona gökyüzünü, ağaçları ve kuşları görememesi kadar acı vermişti ki “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa.” sözleri dökülmüştü dudaklarından.

Aşık Veysel’i 25 yaşındayken köylerindeki en güzel kız olan Esma ile evlendirmişlerdi. Ailelerin uygun gördükleri bu evliliğin olmasını ne yazık ki Esma istememişti. Ama yapacak bir şeyi olmadığı için mecbur kalmıştı. Aşık Veysel eşini çok seviyordu bu nedenle eşini çok kıskanıyordu. Esma ise bu kıskançlıkları gereksiz görerek bunalıyordu. Belki de eşinden ve 8 senelik evliliğinden soğumasının en büyük nedeni buydu. Çünkü daha sonrasında Hüseyin adındaki komşusuna gönlünü kaptıracaktı. Aşık Veysel belki olanları göremiyordu ama hissediyordu. Eşinin onu bir gün bırakıp gideceğinin farkındaydı. Zaten çok fazla bir zaman geçmeden düşündükleri çıkmıştı. Esma bir gece Hüseyin ile birlikte kaçmıştı. Epeyce yol alan Hüseyin ve Esma bir yere oturarak soluklanmaya karar vermişlerdi. Yol boyunca çorabının içerisindeki bir şey Esma’yı rahatsız etmişti. Çorabını çıkararak ne olduğuna bakmaya karar veren Esma gördükleri karşısında çok şaşırmıştı. Çorabında 1 aylık geçimlerine yetecek kadar para vardı. O an Esma her şeyi anlamıştı, Veysel kaçacaklarını anlayarak parasız pulsuz sefil olmasınlar diye Esma’nın çorabına para koymuştu. Bu öyle bir sevgiydi ki kendisini aldatan eşine başka biriyle kaçarken bile kıyamamıştı. Yine aynı sebeple gönlünde açan çiçeğini başka bir adamın söküp almasına izin vermişti. Çünkü biliyordu, o çiçek başka bir gönülde açmayı diliyordu.

Şafak ve Güneşin Doğuşu

Eşinin onu terk edip gitmesi Aşık Veysel’i çok etkilemişti. O günden sonra kendini sürekli saz çalmaya vermiş, mısralarını acıya daha çok bulamıştı. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin ne eşini ne de ona olan sevgisini unutabilmişti. Yalnız çok kırılmıştı gönlü, bu şiiriyle dile getirmişti üzüntüsünü:

“Bir vefasız zalim yare bağlandım,

Tarih üç yüz otuz beşte evlendim.

Sekiz sene bir arada eğlendim,

Zalim kafir yetim koydu kuzumu.”

Esma kaçarken geride altı aylık kızını da bırakmıştı. Aşık Veysel kızını iki yıl kucağında gezdirmiş, ne çare o da yaşamamıştı. Onca acının üzerine bir de Esmayla arasındaki tek bağ olan kızını  toprağa vermenin acısı eklenmişti. Aşık Veysel yıllar sonra Gülizar adında bir kadınla evlenmişti. Gülizar artık onun yoldaşı, arkadaşı, çocuklarının anası olmuştu. Ölene kadar birbirlerini sevmiş ve birbirlerinin yanından ayrılmamışlardı. Gülizar Aşık Veysel’i çok seviyordu, Esma ile olan anılarını bilse de hiçbir zaman kıskançlık yapmamış, Esma’nın kendisine bile iyi davranmıştı. Gülizar’ın Esma hakkında kötü konuştuğunu hiç duyan olmamıştı. Veysel’den 7 çocuğu olmuştu. Hem iyi bir anne hem de iyi bir eş olmuştu. Aşık Veysel  ömrünün sonlarında onun sayesinde mutlu, huzurlu bir evliliğe şahit olmuştu.

“Onun başı daha çok ağrıyacak.”

Esma kaçtıktan sonra Hüseyin ile köye geri dönmüştü. Yalnız durumları çok kötüydü, ne paraları vardı ne pulları. Bunu duyan Aşık Veysel üzülmüş arada bir haber göndererek bir ihtiyaçları olup olmadığını sordurtmuştu. Bir gün Esma Aşık Veysel’in kapısını çalmıştı. Kapıyı Aşık Veysel’in kızı açmıştı. Ona başının çok ağrıdığını söylemiş, babasının ona bir ilaç verip vermeyeceğini sormasını istemişti. Aşık Veysel’in kızı biraz çekinmiş nasıl isterim diye düşünmüştü. Esma da ona “Sen iste, o verir” demişti. O da babasının yanına giderek olayı anlatmış ve ilacı istemişti. Aşık Veysel cebinden bir ilaç çıkararak kızına vermiş ve ağzından “Onun başı daha çok ağrıyacak.” sözleri dökülmüştü. Gerçekten de Esma hiç gün yüzü görmemişti. Ömrü sefalet içerisinde geçmişti. Aşık Veysel akciğer kanseri olup yatağa düşünce, onunla helalleşmek için evine gitmiş, içeri girmeden kapıdan Aşık Veysel’in kızına ne niyetle geldiğini söylemişti. Kızı hemen babasına içeri gelebilir mi diye sormuştu. Aşık Veysel “İstiyorsa gelsin.” demişti. Fakat Esma, kapıdayken ona yaşattıklarını düşünmüş ve ondan helallik alacak yüzünün olmadığının farkına vararak gitmişti. Esma belki de yıllarca pişmanlık yaşamıştı ama bu hayatı o seçmişti ve sonuçlarına da böyle katlanıyordu. Ömrü sürekli dert çekerek geçen Aşık Veysel’in kimseden görmediği vefayı topraktan gördüğünü söylemesi Esma yüzündendir belki de. Fakat o gerçek aşkı Gülizar’da bulmuştu. Güzel bir ömür geçirememişti belki ama onunla ömrünün sonunu güzel bir şekilde bitirmişti.

TÜRKÇE

“En çok sevdiğim ve hayran olduğum dil, Türkçedir. Türkçeyi öğrendiğimde 22 dil biliyordum, şu an da 50 civarında dil öğrendim ve benim cevabım hep aynı. Çok farklı sistemlere sahip diller öğrendikten sonra, hala en çok hayran kaldığım dil, yapısı en mantıklı, matematiksel bulduğum dil, Türkçedir.” Pof.Dr. JOHAN VANDEWALLE

“Türkçeyi söyleyip yazmak için en ufak bir istek beslememiş olsa dahi bir Türkçe grameri okumak bile gerçek bir zevktir. Kiplerdeki hünerli tarz, bütün çekimlerde egemen olan kurallara uygunluk, yapımlarda baştan başa görülen saydamlık, dilde pırıldayan insan zekasının harika kudretini duyanlar, hayrete düşmekten geri kalmaz. Bu öyle bir gramerdir ki, bir billur içinde bal peteklerinin oluşunu nasıl seyredebilirsek, onda da düşüncenin iç oluşlarını öyle seyredebiliriz…Türk dilinin gramer kuralları o kadar düzenli, o kadar kusursuzdur ki, bu dilin, dil bilginlerinden oluşmuş bir kurul, bir akademi tarafından bilinçle yapılmış bir dil sanmak olasıdır.” MAX MÜLLER (Science of the Langnage)

“Bir çok yabancı dil bilirim. Bu diller arasında Türkçe, öyle farklı bir dildir ki, yüz yüksek matematik profösörü bir araya gelerek Türkçeyi yaratmışlar sanki…Bir kökten bir düzine sözcük üretiliyor. Ses uyumuna göre anlam değişiyor. Türkçe öyle bir dildir ki, başlı başına bir duygu, düşünce, mantık ve felsefe dilidir. Prof. Dr. DAVİD CUTHELL

PROFÖSÖR, OSMAN GÜREL HOCANIN ARDINDAN

Osman hocayla iki binli yılların hemen başında Datça’da tanıştık. Aynı pansiyonda kalıyorduk. Kendisi onbeş yıldır bu pansiyona geliyormuş. Tüm pansiyon çalışanlarıyla adeta akraba olmuş, herkes tarafından çok sevilen ve sayılan birisiydi. Önceleri eşiyle geliyormuş ancak kendisinin kabullenemediği olaylar neticesinde eşinden boşanmış. Eski eşinden söz açıldığında her seferinde ses tonu yükselip, öfkeleniyordu.

“Hocam çok alkol alıyorsunuz, sağlığınızı bozmasın!” dediğimde, “bu sefer böyle, sadece tatil döneminde” demişti.

Osman hocayla tanışmadan önce, gazetede yazdığı birkaç makalesini iyi hatırlıyordum, dostluğumuz için iyi bir başlangıç olmuştu. Hocanın nerdeyse her konuda birikimi ve olağanüstü etkileyici bir konuşma tarzı vardı. Konuşmaya başladığında giderek artan bir kalabalık eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız keyifli dakikalar başlıyordu.

Bir gün Emre Kongar’dan bahsederken, “ne zaman karşılaşsak, Emre bey yukardan kesecek ya bastıra bastıra; sizi bir yerden gözüm ısırıyor ama nerden?” dedikten sonra kahkahayı patlatıyordu.

O yaz kısa ama samimi dostluğumuzu unutmamış, imzalı birkaç kitabını posta ile göndermişti.

 Gönül dostu sevgili hocam, nurlar içinde yatın.

FREUD’U KURTARMAK (ANDREW NAGORSKY’ den mini özet)

Nazilerin Avusturya’yı işgali ile Psikanaliz biliminin kurucusu ve aynı zamanda yahudi olan Sigmund Freud (1856-1939), Goethe’den gelen bir ulusun, bu denli kötüye gidemeyeceğine inanarak büyük bir yanılgıya düşmüştür.

Bu yanılgı ona ve 24 kişilik kalabalık ailesine çok pahalıya malolacakken dostları, ABD Viyana Başkonsolosu John Wiley, 1939 da ağız kanserinden ölümüne kadar, onu Viyana’da zor koşullarda bile terk etmeyen kişisel doktoru Max Schur, Freud’un toplam mal varlığının dörtte biri olan uçuş vergisini ödemeyi kabul eden Napoleon Bonaparte’ın yeğeni de olan, kendisine “orgazm tedavisi” uyguladığı ve platonik aşkı prenses Marie Bonaparte ve daha bir çok kişinin yardımıyla 1938 yılında İngiltere’ye göç etmeleri sağlanmıştır.

Freud, ailesi ve çok sevdiği köpeği Lün ile önce Paris’e oradan da Londra’ya geçerek özgürlüğüne yeniden kavuşabildi. Ne yazık ki, dört küçük kız kardeşi yakalanarak toplama kamplarına götürülmüş ve katledilmişlerdir.

KURAN TİLAVETİ VE FRANSIZ SEFİR

Fransız sefiri bir camide kuran tilaveti dinler, çok duygulanır ve “mollaya 40 altın verin” der. Sefir bir başka zaman yine kuran tilaveti dinler ancak imam da ne ses vardır ne makam. Sefir, “buna 80 altın verin” der. Yanındakiler, “ekselansları geçen sefer 40 altın vermiştiniz” deyince sefir, “o beni dinimden çıkarıyordu bu geri döndürdü” yanıtını verir.

MUSSOLİNİ ANTALYA’YI İSTİYOR

1930’lu yıllar… İtalya devlet başkanı faşist Mussolini’dir. Bir harita yayınlar. Anamur burnundan kuzeye doğru, Konya ve batıya doğru Isparta ve Aydın illerini kapsayan bir haritadır bu. Sürekli demeç verir. “Bu haritada gösterilen yerler İtalyanlarındır. Gidecek ve oraları alacağım” der.

1934 yılına gelindiğinde, Mussolini iyice şımarmış, Antalya’nın İtalyanlara verilmesi gerektiğini söyleyerek tehditler savurmaya başlamıştır. Ayrıca İtalyan öğrencilerini, Roma’daki Türk Elçiliği önünde “Antalya’yı istiyoruz” diye avaz avaz bağırttırıyordu.

Atatürk, o günlerde İtalyan Büyükelçisinin Ankara Palas’ta yemekte olduğunu duyunca, onun yanındaki masayı kendisine hazırlamalarını söyler ve yanyana geldiklerinde:

“Antalya’yı istiyormuşsunuz. Antalya, bizim İtalya’daki elçimizin cebinde değil ki, çıkarıp size versin. Antalya buradadır, Anadolu’da? Niçin gelip almıyorsunuz? Ekselans Duçe’ye (Mussolini) bir teklifim var, ordusunu göndersin, kazanırsa Antalya onun olur.”
Büyükelçi:
“Bu bir savaş ilanı mı ekselans?” diye sorar, Atatürk:

“Hayır, ben burada herhangi bir vatandaş gibi konuşuyorum. Türkiye adına savaş ilanına sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkilidir. Ama şunu da hatırlatayım, Büyük Millet Meclisi, zamanı gelince, benim gibi basit yurttaşların duygularını da göz önüne alır.”

Büyükelçi yemeğini bitirip, tek kelime söylemeden ayrılır.

Mussolini’nin hala aynı saçmalıklara devam ettiği görülmekte idi. Sanki, Atatürk’ün o sözlerine cevap vermek istiyormuşçasına, Rodos Adasına asker yığmaya başlar.

Birkaç ay sonra da İtalyan Büyükelçisi, randevu talep edip gelir. Büyükelçiyi günlük kıyafetleriyle karşılayan Atatürk:

“Bana on dakika müsaade etmenizi rica ediyorum”, diyerek yandaki odaya geçip mareşal üniformasını ve çizmelerini giymiş olarak elçinin yanına döner:
“Buyurun, şimdi sizi dinliyorum” der.

Büyükelçi, afallamış gözlerle Atatürk’e:

“ Ekselanslarına, Duçe’nin selamlarını ve iyi dileklerini takdim etmek için rahatsız etmiştim” der ve müsaade isteyip çıkar.
Ertesi gün Mussolini, Rodos’daki askerlerini geri çekmiş, bir daha da Antalya’nın adını ağzına almamıştır.