Posts Tagged ‘NEYZEN TEVFİK’

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN / 6

Cuma, Ağustos 6th, 2021

AYTEKİN HOCANIN HORTLAMASI

1990’lı yılların başında, hoca 65 yaşlarındayken hikayesini kendisinden dinlemiştim.

Aytekin hoca, İstanbul Üniversitesinde öğretim görevlisidir ve genç yaşta kalp krizi geçirir. Sonrasında öldüğü tespit edilerek, morga kaldırılır. Eşi ve yakınları, büyük bir üzüntü içinde morga gelirler. Naaşını alıp, defnedeceklerdir. Ancak hiç beklenmeyen bir durumla karşılaşırlar. Hocanın vücudu sıcaktır ve istemsiz hareketler vardır. Hemen acile götürürler ve bir süre sonra gerçek ortaya çıkar. Hoca, öldü zannedilerek, rapor düzenlenmiş ve morga kaldırılmıştır.

Hoca, ölmeden önce “ateist” olduğunu, şimdi ise bu lütuf karşısında inançlı biri olduğunu söyleyip, sürekli şükrediyordu. Arada bir donup kalıyor gibi oluyor, sonra yine tane tane anlatıyordu. “Ben KDV’li yaşıyorum” diyordu. Yaşından, bir yirmi yaş kadar daha büyük, “tonton dede” gibi görünüyordu. Üniversite, yürüyüp konuşmaya başladıktan sonra vefa göstererek onu yormayacak sayıda derse girmesine izin vermişti.

Hocanın iyileşmesi kolay olmamış. Morgda kanı pıhtılaştığından uzun süre konuşamamış, yürüyememiş pek çok sağlık sorunu olmuş hatta çok sıcakta dahi terleyemiyormuş. Tam anlamıyla konuşabilmesi, yürüyebilmesi, kollarını oynatması gibi her şey aylarını hatta yıllarını almış. Her gün düzenli olarak, buzla dolu suya girerek, kan dolaşımının hızlanması için banyolar yapıyormuş.

Bir yaz günü, öğle namazı için Beyazıt Camisine gider, hava çok sıcaktır ama hoca terleyemediği için de daha fazla bunalmaktadır. Hoca, “o an bir mucize daha oldu, 20 yıl sonra ilk kez terledim. Gözyaşları içinde Allah’a şükrettim. Ben önceleri ona inanmasam da O bana inanmıştı. Şimdi her an, onun verdiği nimetlere şükrediyorum”.

DEVRİMCİ ZAFER YAVUZ

Zafer abi, 1980 askeri darbesi sonrası devrimci eylemleri nedeniyle, devlet düzeni için tehlikeli görülerek tutuklanır. İçerde de kötü muamelelere karşı direnen ve isyan edenlerden olduğu için, cezası katlanarak artar. 1990’lı yılların başında aftan yararlanarak, şartlı olarak çıkar.

Senaryo yazmak amacıyla, “Çocuk Esirgeme Kurumları”nı ziyaret ederek uzun gözlemlerde bulunur. Bu ziyaretleri esnasında da psikolog Makbule hanımla tanışıp, evlenirler. İki de çocukları olur.

Devrimci arkadaşlarının desteğiyle kendisine, bir lojistik şirketinin önemli bir yerdeki bayisinin, yöneticiliği verilir. Burada oldukça iyi paralar kazanmasıyla, Zafer abinin sefalet günleri biter. Ancak çok para, onu değiştirmeye başlar, adeta içerdeyken mahrum olduğu herşeyin fazlasını ister ve kendini eğlenceye verir. Herşeyin farkında olan eşi, bu durumdan çok muzdariptir. Yaptıklarının, herkese zarar verdiğini söylemeye çalıştığında da öfkeli ve sert davranışlarına maruz kalır. Çocukların bütün sorumluluğu onun üzerindedir. Bu durum, altı yedi yıl kadar sürer.

Bir gün Zafer abi, eşinin görevli olduğu, “çocuk yuvası”nın Silivri’deki yaz kampını, bir arkadaşıyla beraber kendi kullandığı arabayla ziyarete gider. Yolda, kendisini iyi hissetmediğini, başının çok ağrıdığını söyler. Ziyareti kısa kesip, zar zor eve gelir daha da kötü olur. Hastaneye kaldırılır, tetkikler yapılır ve beyin kanaması geçirdiği anlaşılır. Acilen ameliyata alınır, sonrasın da ise bir tarafına felç iner ve konuşma yetisini de tamamen kaybeder. Zafer abinin sefahat günleri de böylece biter.

Bir süre sonra eşi Makbule hanım, Çocuk Esirgeme’den ayrılır ve eşinin işinin başına geçer. Bu kez de Makbule hanım iyi paralar kazanınca, renkli bir hayat sürmeye başlar. Ancak bu renkli yaşam da altı yedi yıl kadar sonra bir astım kriziyle son bulur. Zafer abi, tarifsiz acılar içinde, iki çocuğuyla kalır, sonradan öğrendiği az sayıda sözcüklerle, gözleri dolmuş halde, “Makbuş gitti” der.

İNSANLIĞA ADANMIŞ BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ : “OYA ANNE”

Varlıklı bir ailenin kızıdır. Robert Kolejden mezun olduktan sonra yüksek öğrenimine yurt dışında devam edecektir. Ancak, özel hayatında çok az kişinin bildiği bir olay, onu yurtdışı eğitiminden vazgeçirir.

Daha yirmi yaşında bile değilken, “korunmaya muhtaç çocuklar”ı farkeder. “Çocuk Koruma Birlikleri”nde gönüllü olarak çalışmaya, yalnız kalplere bütün benliğiyle sevgi ve umut olmaya başlar. İki yıl kadar sonra “Kasımpaşa Çocuk Yuvası”nın yöneticiliği kendisine verildiğinde, Maçka’daki evlerinde babasıyla arasında şu konuşma geçer:

“Bu iş çocuk oyuncağı değil. O çocukları önce umutlandırıp sonra da yüzüstü bırakıp gelemezsin. İyi düşün taşın, bu işi yapacaksan bir daha geri dönüşün yok. O çocuklar, kendi çocuklarınmış gibi herşeyinle kendini adayacaksın. Buna hazır mısın?” O da babasına:

“Evet bunu çok düşündüm ve kararımı verdim. Zor bir yaşam olacağını biliyorum ama vazgeçmeyeceğim” der.

Kolej mezunu, genç ve güzel bir kız olarak, “Kasımpaşa Çocuk Yuvası”na gelir. Kısa zamanda, yaptığı güzel işlerle herkesin dikkatini çeker. Eski binayı yeniden ihya eder, gençleri hizmetli, bakıcı, eğitici olarak yanına alır. Yuvada dispanser açıp, mahalleliye hizmet verir. Fakir fukakaraya, garip gurebaya sahip çıkar, karınlarını doyurur, harçlık verir, iş bulur. Kötü alışkanlıkları olanları tedavi ettirip, bakımlarını üstlenir.

1983 yılında “Çocuk Esirgeme Kanunu” çıkıp, bütün faaliyetler tek çatı altında toplanınca, kendisi de memur olmadığından, yuvada geçen yirmi küsur yıllık yöneticiliği son bulur. Yine aynı kurumda arkadaşlarıyla beraber “Kasımpaşa Çocuk Yuvası Derneği”ni kurarlar ve oybirliğiyle de başkan seçilir. 2020 yılında, ölünceye kadar da statüsü “dernek başkanı” olsa da çocukların “Oya anne”si olarak herşeyleriyle ilgilenir.

Sabahlara kadar hasta olanların başında bekler, tedavilerini yapar, çamaşır yıkamadan terziliğe, hidrofor, brülör tamirine kadar her bir işle bizzat ilgilenir. Engelli çocuklara daha çok ihtimam gösterir, bu yüzden de başka kuruluşlar bile engelli çocuklarını ona yönlendirir. Ailesini görmeye bile mecbur kalmadıkça gitmez. Çocuklarla yatar, onlarla kalkar onların yemediğini yemez, giymediğini giymez. Doğru dürüst uyumadığı ve çok çalıştığı için varisleri iyice azar. Dökülen dişlerini bile ısrarlar sonucunda yaptırmıştır. Göz önünde olmaktan, övülmekten hiç hazetmez. Kendisi için değil, başkaları için yaşardı. Çocukların sevinci onun da sevinci, üzüntüleri onun da üzüntüsüydü. Evinde, elinde sahip olduğu ne varsa çocuklara, etrafındakilere karşılıksız olarak verirdi. Ailesi de maddi olarak her zaman yanındaydı.

Bir duygu insanıydı, mal mülk edinme kavramı yoktu. Bir çocuğun ağlaması ya da gülmesi onun için en anlamlı şeydi. Onun çilesi de herkesin acısını, yüreğinde hissetmesiydi.

Kendi kariyer planlamasını bırakıp, sahip olduğu tüm zenginliği, yardıma muhtaç herkese karşılıksız veren, onlardan biri olan, hiç evlenmeyen ve çocuk doğurmayan ama her çocuğu, zihinsel engelli de olsa annesi gibi bağrına basıp, ayakları üzerinde duruncaya kadar da peşini bırakmayan özel bir insandı.

Herşeye yabancılaştığımız bu çağda, bize insan olma değerlerini hatırlatan bu özel insan, zor zamanlarda hayatlarımıza sihirli bir dokunuşla bizleri iyileştirip, bir yıldız parlaması gibi kayıp gitti.

Güzel insan, nurlar içinde ol.

BİR DİRENİŞ ÖYKÜSÜ, “SUNA KIRAÇ”

 Vehbi Koç’un kızı Suna Kıraç, hastalığı ile ilgili bazı belirtiler ortaya çıkınca, Houston Methodist Hastanesi Nöroloji Bölümü’nün başındaki, Prof. Dr. Y. Harati’ye gider. Tetkikler sonucunda doktor Harati, “hastalığınız ne yazık ki ALS!. Kötü bir hastalık ve bir  ilacı yok. Hastalığın nedenini de bilmiyoruz’ der.

 Bir gün, Suna hanım eşi İnan Kıraç’a “İnan senden bir isteğim olacak, bunun sonu makine ama ben makineli bir hayatı istemiyorum. O gün geldiğinde sana soracaklar ve sen muhakkak hayır diyeceksin. Ölümü öp bunu yapacaksın” der. İnan bey ise bir şey söyleyemez.

 14 Ağustos 2000’de yeniden hastaneye kaldırıldığında doktorlar onu hızla yaşatmak için makinelere bağlamaya çalışırlar. O ise makineye bağlanmamakta kesin kararlıdır. Evlatlığı İpek de sadece 13 yaşındadır. Çaresizlik içindeki İnan bey, kızı İpek’in annesiyle konuşmasını şöyle anlatır: “Anne ben daha çok gencim ve benim sana ihtiyacım var. Beni evlat olarak aldığında anne olmaya karar verdin. Bu sorumluluğun, bana karşı görevlerin henüz bitmedi. Beni üniversiteye sokacak, evlendireceksin. Anneme çok ihtiyacım var”.

 İpek’in bu sözlerinden sonra Suna Kıraç, suskunluğunu bozup,  yaşamak için “tamam” der. İnan beyin de üzerinden böylece büyük bir yük kalkar.

FİKRET MUALLA SAYGI: Yalnız Bir Hayatın Renkli Ressamı

(AYÇA YENİGÜN)

 Paris’te bilinen ismi ile Fikret Moualla Saygı, onca yaşadığı çalkantılı ve sarsıcı olaylara rağmen, sanatını aydınlatmayı başarmış bir Türk ressam.

 “Feci bir şekilde, ızdıraplar içinde uykuya dalıyorum, sızıyorum. Sonra bir de bakıyorum, uyanmışım, sabah olmuş. Ölmemişim… Öyle üzülüyorum ki.  Şöyle akşamdan kalma bir sabaha bir ölsem gözüm arkada kalmayacak!”

 Sizi şaşkınlıklara sürükleyecek kadar çok, ünlü isimle yolu kesişmiş Fikret Mualla’nın…

 1903 yılında İstanbul Moda’da dünyaya gelir. Ailesi, aslında kız çocuk bekliyormuş. Bu yüzden Fikret adının yanında Mualla ismi kalmış. Çocukluk ve gençlik yılları Kadıköy çevresinde geçen Fikret Mualla’nın futbolcu dayısı Hikmet Topuzer ise, günümüzde hala Fenerbahçe ambleminin yaratıcısı olarak tanınıyor.

 Fikret Mualla Saygı, Galatasaray Lisesi’nde eğitimine devam ederken, oynadığı bir maçta geçirdiği kaza sonucu sağ ayağını kırmış ve topal kalmış. Üstüne, okuldan kaptığı İspanyol gribini annesine bulaştırmasının sonucunda annesi vefat etmiş. Bu yaşananların üzerine babası bir de genç bir kadın ile evlenmiş. Tabii Fikret, bu evliliği benimseyememiş ve 17 yaşındayken öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalarak İsviçre’ye mühendislik okumaya gönderilmiş.

 Bir çocuk düşünün ki, futbolcu olma hayalleriyle yaşıyor ve geçirdiği kaza hayallerine set çekiyor. Bir çocuk düşünün ki, belki de hayatta en sevdiği insan olan annesine hastalık bulaştırıyor ve ölümüne neden oldum diye kendisini suçluyor. Bir çocuk düşünün ki, babası tarafından yurt dışına gönderiliyor ve o çocuk hayatı boyunca içten içe evden atıldığını düşünüyor.

 Fikret daha sonra İsviçre’de resmin mühendislikten daha çok ilgisini çekmesi sonucu, dönemin konsolosu Rıza Bey’in desteği ile Almanya’da Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolmuş. Bir diğer ressamımız Hale Asaf ile birlikte resim eğitimi almış ve Hale Asaf’a duyduğu karşılıksız aşk böylelikle başlamış. Topallığı ve utangaçlığı sebebiyle yalnızlaşan Fikret Mualla, 1928 yılında alkol bağımlılığı nedeniyle tedavi olmak zorunda kalmış. Tedavisinin ardından İtalya ve Fransa’daki sanat merkezlerini gezmiş.

İstanbul Yılları

 Evden gelen yardım kesildiği için yurda geri dönen Fikret Mualla, bir süre Galatasaray Lisesi ve Ayvalık Ortaokulu’nda resim dersi vermiş.  Çoğunlukla geçimini kitapları resimleyerek ve sahne kostümleri çizerek sağlamış. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen “Lüküs Hayat” gibi meşhur operetlerin kostümlerini çizmiş. Bu sırada Soprano Semiha Berksoy’a ilgi duyduğu biliniyor, fakat aşkına karşılık bulamamış çünkü o dönemde Semiha Berksoy Nazım Hikmet‘e aşıkmış.

 Nazım Hikmet, eserlerini resimleyen Fikret Mualla için şu sözleri sarf etmiş: “Ben bu sanatçıyı harikulade buluyorum. Resimlerinde, çizgilerinde, renklerinde inanılmayacak bir sadelik ve bu sadeliğin dehşetli bir tenkidi var. Bana göre öyle geliyor ki ancak yazı, resim ve musiki zihniyeti hakim olursa ‘İstanbul’un Eski Evleri’ isimli eser meydana gelir. Ben Fikret’in bu eseri kadar İstanbul’un eski evlerini böyle hüzünle içeren bir nesne görmedim. Fikret Mualla yeni bir alem!”

 Bir gece Beyoğlu’ndaki bir lokantada içerken gözü Atatürk portresine takılan Fikret Mualla, portreyi resim kalitesi açısından beğenmediği için yüksek sesle küfretmiş ve sanatçının bu sözleri yanlış anlaşılarak, Atatürk’e hakaret ettiği düşünülmüş. Derdini anlatamadan soluğu karakolda almış ve işkence görmüş. Maalesef bu hadise hayat boyu polislerden korkmasına neden olmuş.

 Sanatçı arkadaşları Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Abidin Dino gibi isimlerin araya girmesiyle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi‘nde müşahede altına alınmış. Doktoru Mazhar Osman olmuş, hastanedeki en yakın arkadaşı ise Neyzen Tevfik’ten başkası değilmiş.

Paris Yılları

1938’de babasının kaybı ile yüklü bir mirasa kavuşan Fikret Mualla, Paris’e yerleşir. Mirasın tükenmesi ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla zor zamanlar geçirmeye başlayan Fikret Mualla’nın yok pahasına tablolarını sattığı söylenir hep. Sainte Anne Hastanesi‘nde tedavi görürken yaptığı resimler, Paris’in ünlü galericilerinden Dina Vierny‘nin sergisinde tanıtılmış ve bu sayede sanat çevresinde ün kazanmaya başlamış.

 Paris yıllarının onun için en ilgi çekici olayı şüphesiz Picasso ile tanışması olmuş. Fikret Mualla’yı atölyesine çağıran Picasso, ona bir resmini hediye etmiş ve sonraları bu resmi satan Fikret Mualla, Hıfzı Topuz’a: “Tabloyu satıp bir güzel yedim ama hayatımın en güzel 15 günüydü…” demiş. O zamanlar 1000-1500 dolar civarına sattığı tablo, günümüzde 25 milyon dolara alıcı bulmuş.

Fikret Mualla Saygı’nın Ölümü

 Yaşadığı polis korkusundan, alkol krizlerinden ötürü hayatı travmatik ve huzursuz geçmiş Fikret Mualla’nın. 1962 yılında felç olmasıyla bakımını, resimlerinin alıcısı olan Madam Fernande Agnes adlı sanatsever üstlenmiş ve Fikret, 1967’deki ölümüne kadar Reillanne’deki çiftlikte kalmış. Tıpkı Hıfzı Topuz’a dediği gibi “akşamdan kalma bir sabaha” doğru sessizce aramızdan ayrılmış. Manosque Mezarlığı‘nda toprağa verilmiş, oysa aslında vasiyeti yıllardır hasretini çektiği yurdunda gömülmekmiş…

 Yıllar sonra İstanbul’a getirilerek Karacaahmet Mezarlığı’na gömülmesine, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi Emel Hanım vesile olmuş. Fikret Mualla, İstanbul’da öğretmenlik yaptığı yıllarda, Emel Hanım’a resim dersleri vermiş. Öğretmenliğin ne derece kutsal bir meslek olduğunu gösteren ve kalplere dokunan bir vefa örneği…

 Kadıköy’de aristokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, iki dünya savaşı gören ve Alp Dağları’nın eteğinde yapayalnız son bulan yaşamı boyunca, ürettiği eserlerle 20. yüzyılın dünyaya açılan en önemli isimlerinden birisi olur Fikret Mualla. Var oluşunu ifade ediş biçimi, yüreğini ortaya koyabildiği yegane yer resimleridir. Kendisi için “bohem” deniyor ama ben yaşadığı hayatın onu bohem olmaya ittiğini düşünüyorum. Sanatçının eserleri birçok makalenin konusu ve günümüzde rekor fiyatlara satılıyor. Öyle ki, Banu Alkan’ın geçimini Fikret Mualla tabloları ile kazandığı haberi yapılıyor…

 Fikret Mualla Saygı’nın yeryüzünde en çok sevdiği şeylerden biri, karşılıklı saygıdır… 1934 soyadı kanunu çıkınca, “saygı” soyadını seçmesi boşuna değil elbet, peşin bir uyarı, bir istekti bu, kendisinden en çok esirgenen şeyi diliyordu böylece, sizden, bizden, hepimizden.

DAHİLİYE UZMANI AHMET TAŞTAN

Ahmet Taştan, Erzurumlu kalabalık bir ailenin son çocuğudur. Diğer kardeşleri, okula gitmiş, iş bulmuş, evlenmiş ve evden ayrılmışlardır. Anadolu’da genellikle son çocuk, ailenin yanında tutulur. Anne baba yaşlandığından hem kendileriyle hem de bağ bahçe, tarla tapan işleriyle ilgilensin diye. Bu nedenle Ahmet abiyi okutmazlar da ancak o, köyde kalmak istemez. Herkes gibi okumak, meslek sahibi olarak, şehirde kendi hayatını kurmak ister.

Onsekiz yaşında evden kaçıp, İstanbul’a yakınlarının yanına gelir. Okula gitmek istediğini söyler. Merak içindeki ailesi, yerini öğrenince gelir ve birçok neden göstererek, onu istemeye istemeye geri götürür. Ahmet abi köye gelir, çobanlıktı, bağ bahçeydi derken bir yıl geçer ve değişen bir şey olmaz. Bunun üzerine, yine İstanbul’a kaçar.

Onu tamamen kaybetmekten korkan yakınları, bu sefer rahat bırakırlar. Ahmet abi, okula kayıt yaptırır ancak yaşı büyük olduğu için dışardan bitirme sınavlarına girebilecektir. İlk yıl büyük bir azimle, ilkokul derslerinin tamamını vererek mezun olur. ikinci yıl ortaokul, üçüncü yıl lise derken aynı yıl üniversite sınavlarına girer ve aldığı yüksek puanla da Tıp Fakültesi‘ne kayıt yaptırma hakkı kazanır.

Ahmet abi yine aynı azimle, orayı da bitirerek, “pratisyen hekim” olur. Bu arada evlenir, çocukları olur ama yine okumayı bırakmaz. Hazırlanıp, “TUS” (Tıp Uzmanlık Sınavı) sınavına girer. Tabii ki onu da kazanıp, bitirir ve “dahiliye uzmanı” olur. Otuzbeş yaşlarında, GATA‘da askerliğini yaptıktan sonra hastanelerde yıllarca “dahiliye uzmanı” olarak hizmet verir.

İnsan azmettiği zaman bir on yılda kendisini, bir on yılda ülkesini ve bir on yılda da dünyayı değiştirebilir.

 “ZEYNEP – KAMİL ” BİR AŞK HİKAYESİ

Yusuf Kamil, Malatya Arapgir’de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir ve küçük yaşta da yetim kalır. Amcası Osman Paşa onu yanına alıp okutur. Zeki, becerikli, dürüst ve çalışkandır. 21 yaşında Divan-ı Hümayun Kalemi’nde katip olarak işe başlar. 4-5 yıl sonra da Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın sarayına atanir.

 Züheyla Zeynep ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 3 kızından biridir. Hidiv Sarayının prensesiydi. Yüreği insan sevgisiyle doludur, Kahire’nin yoksullarına yardım eder, Herkesin dertleriyle ilgilenir. Büyüdükçe de güzelleşip, serpilir. Katip Kamil, Hıdiv Sarayında işe başladıktan kısa süre sonra Vali Mehmet Ali Paşa ile tanışıp, güvenini kazanır. Bu güven onu, Mısır Hazinesinin katibi yapar. Yeni görevi nedeniyle sık sık valinin yanına çıkıyor ve kızı Züheyla Zeynep’i görüyordu. İkisi de birbirinden etkilenmişti. Gel zaman, git zaman Kamil Bey, Mehmet Ali Paşa’ın evladı gibi oldu. Sürekli rütbe atlıyordu. 30’lu yaşlara gelince artık albaydır ve bir gün Paşa yanına çağırıp:

 “Zeynep ile birbirinize çok yakışıyorsunuz, kızımı sana nikahlıyorum” der. Dillere destan bir düğünle evlenirler ancak bu evliliğe karşı çıkan da çoktur. Kim oluyor da bu yoksul halk çocuğu, Kavalalı ailesinden kız alıyordu.

  Ali Paşa ortalık yatışsın diye Kamil Beyi kısa süreliğine İstanbul’a gönderir. Yıl 1845 tir ve Sultan Abdülmecid, kızı Adile Sultan’ı evlendirmektedir. Kamil Bey de bizzat sultana Mehmet Ali Paşa’nın tebriklerini ve hediyelerini sunacaktır. Sultan ile aralarında sıcak bir dostluk oluşur ve sonrasında kendisini Mirimiranlık (beylerbeyi) rütbesine yükseltir.

 Kamil Bey Mısır’a geri döndükten bir süre sonra önce Mehmet Ali Paşa, ardından yerine geçen oğlu İbrahim Paşa ölür. Yeni vali Abbas Paşa, Kamil’e diş bileyenlerin başında gelmektedir ve ilk işi Kamil beye, “boşanacaksınız” der ve direnince de Asvan’a sürgüne gönderilir. Tam zindana girecekken de prenses Zeynep’in gönderdiği terliği alır. Terliğin astarında gizli bir not bulur.

 “Hastasın, zindana girme, seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim” yazmaktadır, bunun üzerine boşanma belgesini imzalar. Kamil bey sürgünde geçen üç ayın sonunda bir yolunu bulup Sultan Abdülmecid’i durumundan haberdar eder. Duruma çok sinirlenen sultan Abdülmecid, Mısır Valisi Abbas Paşa’ya sert bir ferman gönderir:

“Bizzat kendin Asvan’a gidip, Yusuf Kamil’i sağ salim prenses Zeynep ile birlikte buraya göndereceksin” Abbas paşa, “ferman padişahındır” deyip her ikisini de İstanbul’a gönderir.  Eski evlilere ikinci kez nikah kıyılır. Damadın şahidi Sadrazam Reşit Paşa, gelinin şahidi ise Şeyhülislam Arif Hikmet Beydir. Üsküdar’da bir yalıya yerleşirler. Zeynep, kocasına kavuşmasının mutluluğuyla iyiliklerini de artırmıştır. Nerede bir şeye ihtiyaç var, koşuyordu. Tüm bu iyiliklerin ve aşklarının arasında zaman geçer ancak bir çocukları olmaz. Onlar da hayıflanmak yerine birçok yetime ana baba olur. Üsküdar’da 100 yataklı bir hastane yaptırırlar. Hastalar hiç bir ücret ödemez.

 Gün gelir hak vaki olur. Bugün her ikisi de hastane bahçesindeki türbede yan yana yatmaktadırlar. Pek çok insan, Zeynep Kamil’i tek bir kişi sanır. Oysa bu hastane, bize Zeynep hanım ile Kamil beyden kalan bir hatıradır. 1862’de kurulmuş olup,  bugün aynı adlı semtiyle, “Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi” adıyla hizmet vermektedir.

ABRAHAM LİNCOLN VAZGEÇMEDİ

“Kaybedenler, vazgeçenlerdir.”

Abraham Lincoln bize en önemli dayanıklılık örneklerinden birisini sunmaktadır. Fakir bir hayata gözlerini açan Lincoln, 8 seçim kaybetti, iki defa iş hayatında başarısız oldu ve bir defa sinir krizi geçirdi. Ancak tüm bu yaşadıklarına rağmen vazgeçmedi ve ABD tarihinin en büyük başkanlarından birisi oldu. Lincoln Beyaz Saray’a gelene kadar yaşadıklarının bir listesi:

  • 1816: Ailesi evlerinden atıldı ve Lincoln onları desteklemek için çalışmak zorunda kaldı.
  • 1818: Annesi vefat etti.
  • 1831: İflas etti.
  • 1832: Eyalet meclisi için aday oldu – kaybetti.
  • 1832: Aynı yıl işini de kaybetti. Hukuk fakültesine girmek istedi ama giremedi.
  • 1833: Bir iş kurmak için arkadaşından borç aldı ama yıl sonunda iflas etti. Sonraki 17 yıl boyunca bu borcu ödemek için uğraştı.
  • 1834: Eyalet meclisi için yeniden aday oldu – kazandı.
  • 1835: Nişanlısı vefat etti ve büyük üzüntü yaşadı.
  • 1836: Büyük bir sinir krizi geçirdi ve altı ay boyunca yataktan çıkamadı.
  • 1838: Eyalet meclisi sözcüsü olmak istedi – yenildi.
  • 1840: Başkanı seçen “Seçiciler Kuruluna” girmek istedi – yenildi.
  • 1843: ABD Temsilciler Meclisi üyeliğine aday oldu – kaybetti.
  • 1846: Temsilciler Meclisi üyeliğine yeniden aday oldu– bu defa kazandı.
  • 1848: Temsilciler Meclisi üyeliğine yeniden seçilmek istedi – kaybetti.
  • 1849: Kendi eyaletinde arazi dairesine girmek istedi – reddedildi.
  • 1854: ABD Senatosu için aday oldu – kaybetti.
  • 1856: Parti kongresinde Başkan Yardımcısı adayı olmak istedi – 100 oydan az aldı.
  • 1858: ABD Senatosu için yeniden aday oldu – yine kaybetti.
  • 1860: ABD Başkanı oldu.

ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN / 5

Salı, Mayıs 22nd, 2018

 

      DEHA İLE DELİLİK ARASINDA 13 ÜNLÜ FİLOZOF

  1. “Emile” isimli kült kitabında, kendi “ideal birey yetiştirme” sistemini tanıtan ve mükemmel insan yetiştirmeye dair pedagoji dersleri için yöntemler sunan Rousseau, beş çocuğunun beşini de yetimhaneye vermiştir.
  2. Sinirli olmasıyla bilinen Ludwig Josef Johann Wittgenstein’ın, Keynes’i dövdüğü ve Karl Popper’ı da kızgın maşa ile tehdit ettiği rivayet edilir. Öğretmenlik yaptığı yıllarda ise bir kız öğrencisini dövmüştür.

En bilinen eseri Tractatus’u,  I. Dünya Savaşı’nda cephede yazdı, II. Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katıldı, dünyanın en büyük miraslarından birini reddederek İngiltere’ye taşındı. Basit bir işçi olmak için başvurduğu Sovyetler Birliği’ne kabul edilmedi. Sekiz kardeşinden üçü intihar eden Wittegenstein, kanser tedavisini geri çevirerek, 62 yaşında hayatını kaybetmiştir.

  1. Pesimistliğiyle bilinen Arthur Schopenhauer, boğazının kesileceğinden korktuğu için, hiçbir zaman berberde tıraş olmamıştır.

Evinde tabanca bulunduran ve insanlardan değil de yaşamdan nefret ettiğini üstüne basa basa söyleyen filozofun, annesiyle de sorunları vardı. Savurganlığı nedeniyle, parasını yediğini düşündüğü annesinden nefret ederdi ve bu sebeple kadınlardan çekinirdi.

  1. Fenomenolojiyi varlık sorunu bağlamında yeniden yorumlayan Martin Heidegger, 1933’te Nazi Partisi’ne katılmıştır.

Yahudi soykırımının yanlış olduğunu düşünmeyen filozof, eşinin kendisini aldattığını öğrendikten sonra Yahudi bir kadınla birlikte oldu.

  1. Hassas bir bünyeye sahip olan Immanuel Kant, doğup büyüdüğü Königsberg kentinden hiç çıkmamıştır.

Günlük rutinlerine uyan ve her gün aynı saatte yürüyüşe çıkıp disipliniyle nam salan filozofun obsesif olduğu biliniyordu. Öyle ki, bir milim bile eğik olsa tabloları düzeltirmiş.

  1. Medeniyeti reddedip medeniyet içinde, medeniyetten uzak bir yaşam süren Diyojen, topluma açık yerlerde mastürbasyon yapmıştır.

Sinop’ta doğan, darphane işleten babasının paralarının değerini azalttığı için sürülen ve Atina’ya yerleşen Diyojen, insanların doğal hayatta yaptıkları bazı davranışlardan neden utandığına kafayı takmıştır. Ahlak anlayışının mesnetsiz olduğunu vurgulamak için kamuya açık alanda mastürbasyon yapan Diyojen, ayrıca tuvalet ihtiyacını da ortalık yerde gidermiştir.

  1. Pragmatizmin kurucularından Jeremy Bentham, yol kenarlarının mumyalanmış cesetlerle süslenmesini istemiştir.

Evcil hayvan olarak domuz besleyen ve mumyalanmış cesetleri çiçeklerden daha estetik bulan filozof, kendisini mumyalatmıştır.

  1. Hiçbir matematik sisteminin tam olamayacağını söyleyen Kurt Gödel, öldürüleceği korkusuyla hiçbir şey yememiş ve açlıktan ölmüştür.

Şüpheci, içe dönük ve titiz olan filozofun hayatının son dönemlerinde mikrop kapmamak amacıyla kar maskesiyle gezdiği biliniyordu. Paranoyanın kendisini ele geçirdiğini söylesek yanlış olmaz.

  1. Varoluşçuluk akımının ana figürü olan Jean-Paul Sartre, annesine karşı ensest duygular beslediğini söylemiştir.

Bebekken babasını kaybeden ve yeniden evlenene kadar annesiyle çok yakın ilişkide olan filozof, ölüm döşeğinde Simone de Beauvoir’a verdiği röportajda, annesine karşı ensest duygular beslediğini söylemiştir. Kendisi gibi biseksüel olan Simone de Beauvoir ile açık bir ilişki yaşamıştır.

  1. Adını verdiği teoremiyle meşhur Pisagor, müritlerine fasulyeye dokunmayı ve onu yemeyi yasaklamıştır.

Bir düşmanı tarafından evi basılan ve yakılan filozof kaçmaya çalışırken fasulye tarlasına denk gelmiş ve yasağı ihlal etmediği için de yakalanmıştır.

 

PİSAGOR TARİKATI’na girenlerin uymak zorunda olduğu bazı kurallar:

“Herşey ateşin, havayı ısıtmasıyla olur.”

* Güneşe karşı idrarını yapmamak,
* Altın takı takan bir kadınla evlenmemek,
* Sokakta yatan bir eşeğin yanından geçmemek,
* Baklagillerden sakınmak,
* Yatakta vücut izi bırakmamak,
* Ateşte tencere izi bırakmamak, karıştırmak,
* Ateşi demir çubukla karıştırmamak,
* Düşen şeyi yerden almamak,
* Beyaz horoza dokunmamak,
* Ekmeği bölmemek,
* Bütün ekmeği yememek,
* Çelenkten çiçekleri koparmamak,
*Dört ayaklı sandalyede oturmamak,
* Yürek yememek,
* Ana yollarda dolaşmamak,
* Kırlangıçların damda yuva yapmasına engel olmak,
* Işığın yanında aynaya bakmamak.

*****

  1. Modern felsefenin babası Descartes, soğuktan korunmak için eski usul bir fırın odasına sığınmış ve burada analitik geometriyi formüle etmiştir.

Temel bir doğru bulmanın ve mantıkla ilerlemenin tüm bilimlerin yolunu açacağını düşünen filozof, Almanya Neuburg’dayken soğuktan korunmak adına eski usul bir fırın odasına sığınmıştır. Kutsal ruhun kendisine yeni bir felsefe konusunda ilham gönderdiğine dair üç imge görmüştür ve matematiksel metodu felsefeye uyarlama fikrini bulmuştur.

  1. Hazcı olarak bilinmesine rağmen zevk ve sefa alemlerinden uzak duran Epikuros, sadece arpa ekmeği, peynir ve meyve ile beslenmiştir.

Müritlerinin yalnızca yılda bir kez şarap içmelerine izin veren filozof, onlara cinsellikten uzak kalmalarını öğütlemiştir.

  1. “Atina sineği” lakabı takılan Sokrates, yaşadığı dönemde tıpkı sineklerin atları rahatsız ettiği gibi sokaklarda gezerek insanları rahatsız emiş ve tüm kuralları sorgulamıştır. Bu durum sonunda da tutuklanarak, ölüme mahkum edilmiştir.

YAŞAM FİLOZOFU EPİKTETOS

“Mutluluğa giden tek yol vardır. Bu, irademizin dışındaki şeyler yüzünden kaygılanmayı bırakmaktır.”

“Senin huzursuzluğun başkalarıyla değil, kendi kendinle bağdaşamadığın içindir.”

“Eğer kendinizi geliştirmek istiyorsanız, başkalarının sizin aptal yada deli olduğunu düşünmelerine aldırmayacaksınız.”

“Bir insanın, bildiğini zannetiği bir şeyi öğrenmesi imkansızdır..”

“Nasıl saat günün bir parçasıysa ben de öylece bütünün bir parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Görevim, elimde olanı yapmak ve üst yanına kulak asmamaktır. Deniz yolculuğuna çıkarken gemiyi, kaptanı ve mevsimi seçerim. Bu benim işimdir. Yolda bir fırtına koparsa asla umursamam. Bu benim işim değildir. Kaptanı seçmek benim elimdedir, fırtınayla uğraşmaksa kaptanın elindedir. Bilgelik, bizim olanı ve olmayanı bilmek ve ona göre davranmaktır.”

“Oynaşan şu köpek yavrularını görüyorsun, birbirleriyle gerçekten dost gibi görünüyorlar. Küçük bir kemik at, o zaman gerçeği göreceksin. Kardeşlerin, babaların ve çocukların dostlukları işte böyledir. ele geçirilmesi gereken bir servet, bir tarla ya da bir metres ortaya çıksın; ne baba, ne kardeş, ne çocuk kalır.”

“Senden alınan şeylere karşı, senden alınamayacak olanları koysana! Bu, senin iradendir. İradenin hürriyetine ise, Jüpiter bile müdahale edemez. İşte asıl özgürlük budur.”

“Kişileri yaşananlar değil, o yaşananlara bakış açıları rahatsız eder.”

“Sadece eğitimli olanlar özgürdür.”

“Kader eninde sonunda günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer, bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddî manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir.”

“Bizi gerçekten korkutan ve umutsuzluğa düşüren şey, dışımızdaki olayların kendileri değil, fakat bizim onlar hakkındaki düşüncelerimizdir. Bizi rahatsız eden ‘şeyler’ değil, onların anlamını yorumlama biçimimizdir.”

“Hayatında olup biten şeylerin, dilediğin şekilde olmasını isteme, nasıl oluyorlarsa, öyle olmalarını iste. Böylece her zaman mutlu olursun.”

“Yaşamındaki sınırlar, yalnızca senin belirlediklerindir.”

  GLENN CUNNİNGHAM

  Kansas’ta soğuk bir kış gününün sabahı, Cunningham kardeşler, sınıfın sobasını temizleyip odunla doldurdular. Bir şişe gazı odunların üstüne döktükten sonra ateşe verdiler. O anda öyle bir patlama oldu ki, eski bina sallandı.

 Patlama sırasında büyük kardeş ölür, diğerinin de bacakları feci şekilde yanar. Daha sonra anlaşılır ki, şişeye gaz yerine yanlışlıkla benzin doldurulmuştur.

  Doktor, yaralı kurtulan Glenn’in ise bacaklarının kesilmesi gerektiğini söyler. Bir oğullarını kaybeden acılı anne ve baba, kesme işinin ertelenmesini ister ve bu ertelemeyi iki ay uzatırlar. İki ay sonra sargılar açıldığında, sağ bacağının diğerinden 6 cm daha kısa olduğu, sol ayağındaki parmakların da neredeyse koptuğu görülür. En azından bacakları kesilmekten kurtulmuştur.

 Fakat genç adam kararlıdır, acılar içinde kıvranmasına rağmen, her gün egzersiz yaparak sonunda bir iki adım atmayı başarır. Kısa olan ayağı da düzelmeye başlamıştır. Yılmayıp koşmaya başlar öyle koşar ki iyi bir “atlet” olur. Kesilmek üzere olan ayaklarıyla bir dünya rekoru kırar.

 Bu genç adam; Glenn Cunningham’dır. “Dünyanın En Hızlı İnsanı” olarak,  Madison Square Garden’da yüzyılın sporcusu ünvanını alır.

 ASLAN İLE FİL

 Aslan, keyiflenince yanından geçen hayvanlara soruyormuş; “ormanların kralı kim?” Bütün hayvanlar da “sensin” deyip geçiyormuş. Fille karşılaşınca ona da sormuş. Fil de onu hortumuyla tuttuğu gibi fırlatmış.

  Aslan güya bozuntuya vermemek için düştüğü yerden; “ne kızıyorsun ya, bilmiyorsan bilmiyorum de” diye seslenmiş.

 YAŞLILIK

  Adamın biri yaşlılıktan bahsederken, “insanın yaşlandığını gösteren üç husus vardır” demiş. “Birincisi; unutkanlık, ikincisi” dedikten sonra düşünmüş düşünmüş, “ikincisi ve üçüncüsünü unuttum” demiş.

 LEİBNİZ’İN EVLİLİK TEKLİFİ

 Leibniz ilk defa 50 yaşındayken bir kadına evlilik teklif eder. Kadın da  teklifini düşünmek için zaman ister.

 Bunun üzerine Leibniz, ” iyi ki zaman istedi, ben de düşündüm ve teklifimi geri çektim” der.

DÖRT SURE

Temel, Dursun’a “kaç sure biliyorsun” diye sormuş. O da “dört” demiş. Temel bu kez, “hangileri” demiş.

O da “üç kulhü bir elham” demiş.

 AZİZ NESİN

Annesini, küçük yaşta hastalıktan kaybeder. Çok fakirdirler. Bir ara, İstanbul Topkapı surlarının dibinde, sebze yetiştirip satarak geçinirler. Babası çok mütedeyyin birisidir, kendisinin de din eğitimi alarak, dindar bir insan olmasını ister. Bu amaçla onu Kasımpaşa’da din eğitimi alacağı bir cami kursuna yerleştirir ve orada “hafız” olacak aşamaya kadar gelir.

 Sonrasında durumlarına acıyan bir kişi, annesi ölmüş olduğu halde babası ölmüş gibi göstererek, Darüşşafaka’ya kayıt olmasını sağlar. Buraya iki yıl kadar devam eder fakat bu sahtekarlığa daha fazla katlanamayıp okulu bırakır. Ancak, “Darüşşafaka” armalı ceketini vapur ve otobüslere ücretsiz binmesini sağladığı için, bir müddet çantasında taşıyarak kullanır.

 Kuleli askeri lisesini kazanır. Subay olur, ancak bir soruşturma neticesinde üsteğmenken askerlik görevinden uzaklaştırılır.

 Kendisinin çok cimri olduğu söylenir ancak o, kimsesiz ve bakıma muhtaç çocukların yetiştirilmesi için “Nesin Vakfı”nı kurar ve kitaplarının tüm gelirini de buraya bağışlar.

 Hafız olarak başladığı hayat serüvenine, sonrasında ateist olarak devam eder ve bunu açıkça söylemekten de kaçınmaz.

 “Şeytan Ayetleri” kitabı yayınlandığında, Ayetullah Humeyni, “bu kitap İslama karşı hakaretler içeriyor” diye yazarı Selman Ruşdi için ölüm emri vermişti. Aziz Nesin de “ kimse inanç ve fikirlerinden dolayı ölmemeli” diyerek taraf oldu ve sözkonusu kitabı kendi yayınevinde basacağını söyledi. Sonrasında kendisi hakkında da linç kampanyaları başladı.

 1993 yılında Sivas’ta Madımak Otelinde düzenlenen “Pir Sultan” etkinliğinde diğer aydınlarla beraber yakılarak öldürülmek istendi. 37 kişinin hayatını kaybettiği bu elim olayda, şans eseri hayatta kaldı ancak iki yıl sonra kalp krizi geçirerek aramızdan ayrıldı.

KAYSERİLİ VE İSLAMIN ŞARTI

Kayserililerin ticarete düşkünlüğü herkesçe malumdur. Bir gün Kayserilinin birine sormuşlar; “İslamın şartı kaç?” diye. O da hemen “sekiz” demiş. “İslamın şartı beştir” diye itirazlar yükselince, o da  “bize gelişi beş” demiş.

KANUNİ’DEN, I.FRANSUVA’YA MEKTUP

Alman İmparatoru Şarlken ile 1525’de yaptığı Pavye Savaşı‘nda yenilerek esir düşen, Fransa Kralı I.Fransuva’nın annesi Düşes Dangolen’in, yardım talebine cevaben Kanuni’nin yazdığı mektup:

“Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un , Dulkadiroğluları Vilayeti’nin, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Haleb’in, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arap memleketlerinin, Yemen’in ve daha nice ülkelerin ki, büyük atalarımın Allah kabirlerini nurlu etsin karşı konulmaz kuvvetleriyle fethettikleri ve benim muhteşemliğimle de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle fethettiğim nice memleketlerin sultanı ve padişahı olan Sultan Bayezid Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Han’ım.

Sen ki, Fransa vilayetinin kralı olan Françesko’sun…”

 MARKA DEĞERİ

  Ünlü bir markanın ceosu, pek çok kişide kendi ürünleri olan ayakkabıyı görünce, telaşa kapılır. Satış bölümüne, “neden bu ürün daha çok satılıyor?” diye sorduğunda da “depoları boşaltmak için fiyat indirimi yaptıkları” cevabını alır.

  Ceo, bu cevaba daha da sinirlerek şöyle der; “derhal fiyatı yükseltin, bizim markamız herkesin alabileceği ürünler değildir. Fiyat indirerek marka değerimizi düşürüyorsunuz” der.

HAZIRCEVAP NEYZEN TEVFİK

Neyzen’in parasız pulsuz gezdiğini bilen birisi, ona para vermek ister ama tepkisinden çekinmektedir. Parayı Neyzen’in arkasından atarak, “Neyzen paran düştü” der.

Neyzen “o düşen benim param değil, zaten bende para ne gezer, o düşen senin altın kalbindir.” der.

*

Mazhar Osman, Neyzen Tevfik’e içki içmeyi yasaklamış. İçmeye devam ettigi takdirde hayati tehlike doğacağını söylemiş. Samimiyetlerine dayanarak da içki içmeyeceğine dair and içirmiş. Aradan zaman geçmiş, Neyzen’e bir yerde içki içerken rastlamış.

– “Hani bir daha içki içmeyeceğin üzerine and içmiştin?” diye sorar.

Neyzen de “üstat, biz fakir adamız, bulunca içki içeriz, bulamayınca and içeriz!”

*

Basın çevrelerinde tanınmış bir hanım, Neyzen’le karşılaşınca sitem eder:

“Aşk olsun, benim için aşüfte gibi sözler söylemişsiniz.”

Neyzen, “hanım, sen beni tanımıyorsun, ben herkesin bildiği şeyleri söylemem” der.

*

Bir gün Atatürk, Neyzen’i çağırır ve epey muhabbet ederler. Sonrasında da Atatürk, Neyzen’e teşekkür eder ve  “var mı benden bir istediğin?” diye sorar.

Neyzen de cevap olarak, “sağlığınız paşam” der, çıkar. Neyzen, Atatürk ile konuşmasını abisine anlatır ancak abisi kızar:

“Ulan yatacak yerin yok, ne istersin diye sorduğunda bir ev isteseydin ya” der. Neyzen de hemen cevap verir:

 “ O zaten hepimize bir ev verdi ya!”

*

Neyzen, gece meyhaneden çıkmış evine dönerken, dar bir sokakta densizin biriyle karşılaşır. Adam ileri geri konuşarak, “ben senin gibi ciğeri beş para etmez herife yol vermem!” der.

Neyzen geri çekilir, yolu açar; “ ben veririm!” der.

 

 TUTUKLU GENÇ NAZİ SUBAYI DÜNYA TURUNDA

 Nürnberg davaları başladığında, tutuklu genç nazi subayı, üst düzey bir nazi ile birlikte kalmaktadır. Her gün birkaç saat avluya çıkma izinleri vardır. Genç nazi, her avluya çıktığında adımlarını sayarak, kaç kilometre yol yaptığını hesaplar. Harita bilgisi de iyi olduğundan, hayalinde canlandırarak, Nürnberg’den Avusturya’ya doğru yürümeye başlar.

 Sınıra yaklaştığında, oda arkadaşına sorar:

“Sence doğuya mı yoksa batıya mı gitmeliyim?” O da:

“Doğuya git” der. Ancak sınırdan fazla uzaklaşamadan dava sonuçlanır ve cezaları infaz edilir.

STEFAN ZWEIG’IN İNTİHAR MEKTUBU
 

 “Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor, bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum ki, hayatım boyunca tinsel uğraşım, en büyük haz kaynağım olan kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”

 20.yüzyılın en büyük edebiyatçılarından olan Zweig, ardında bu mektubu bırakarak, 23 Şubat 1942’de Birezilya’nın Petropolis şehrinde, eşi Lotte ile birlikte intihar etti.

 1881 yılında zengin bir yahudi ailenin çocuğu olarak, Viyana’da dünyaya geldi. I.Dünya savaşının yıkımları halen devam ederken 1933’te Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle, güzel günler tamamen geride kalır. Çünkü nazi iktidarı, onu en sakıncalı yazarlar arasında gösteriyordu.

 Zweig 1934’te ülkesini terkederek İngiltere’ye yerleşir. 1937’de ilk eşinden boşanır ve iki yıl sonra sekreteri Lotte Altman ile evlenir. 1940’ta İngiltere vatandaşı olur.

 Hitler’in Batı Avrupadaki ilerleyişinin sürmesi üzerine sırasıyla ABD, Arjantin, Paraguay ve son olarak da Birezilya’nin Petropolis şehrine yerleşir. Ancak nazilerin yaptığı zulümlerin tarifsiz acıları karşısında yeni bir hayata başlamak için gerekli gücü kendinde bulamaz.

23 Şubat 1942’de kendisine aşkla bağlı olan karısı Lotte’yi de ikna ederek, birlikte ilaç içip sarılarak, aynı yatakta intihar ederler.

 Kaderin cilvesine bakın ki, Zweig’ı ölüme sürükleyen olayların baş mimarı Hitler de üç sene sonra karısıyla beraber intihar eder.

 Büyük yazar üç sene daha dayanabilseydi, bütün kalbiyle bağlı olduğu vatanının küllerinden yeniden doğduğunu görebilecekti.

 “Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler. Çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey, insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz.” (‘SATRANÇ’ adlı kitabından)