Posts Tagged ‘ATATÜRK’

KISSADAN / 8

Çarşamba, Mart 2nd, 2022

İSKENDER LAHDİ VE OSMAN HAMDİ BEY

İskender Lahdi, aslında M.Ö 4. yüzyılda yaşamış, Sidon kralı Abdalonymos‘a ait olduğu düşünülmektedir. Lahdin üzerinde, İskender’in Perslerle yaptığı savaşlara ilişkin rölyefler bulunduğu için, “İSKENDER LAHDİ” adıyla tanımlanmıştır.

1887 yılında, Osman Hamdi Bey başkanlığında yapılan, Sayda’daki (Sidon – Lübnan) arkeolojik kazılarda bulunmuştur. İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen, en önemli eser olarak kabul edilmektedir. Eser, İstanbul’a getirildiğinde sergilenebileceği tek müze vardır, o da Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Çinili Köşk Müzesi (1472). Osman Hamdi Bey buraya, müze müdürü olarak atanır (1881). İlk işi, restorasyondan geçirdiği köşkü, çini ve seramiklerin sergilendiği bir müze olarak yeniden ziyarete açmak olur. Bunun dışında tarihi eserlerin sergileneceği bir müze olmadığından, mimar Alexandre Vallaury’e “İstanbul Arkeoloji Müzesi”ni yaptırıp, 13.06.1891 tarihinde ziyarete açar.

II.Abdülhamit, Osman Hamdi Beyin binbir güçlükle İstanbul’a getirdiği lahdi, II.Wilhelm’e dostluk hediyesi olarak vermeye kalkınca, Osman Hamdi Bey, kendisini Galata Kulesinden atacağını söyleyerek kıyameti koparır. Hamdi Beyin ikna edilemeyeceğinin anlaşılmasıyla, lahdin verilmesinden vazgeçilir. Hamdi Beyin, Sultan karşısında bile böylesine bir yaptırım gücünün olması, ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.

Lahit, o vakitler Osmanlıya bağlı olan Lübnan’daki Sayda’dan, İstanbul’a gemi yoluyla getirilecektir. Ancak kaptanlar, “bu yük ağır, gemiyi batırır” diyerek taşımayı reddederler. Bunun üzerine Hamdi bey, Lahdin üzerine çıkıp, kendisini zincirle bağlar. Bütün çabalara rağmen vazgeçiremezler. En sonunda taşımayı kabul edip, zorlu bir yolculukla İstanbul’a getirilir. Maalesef bu eser de mezar soyguncularının hışmına uğrar. Taş heykellerin ellerinde tuttuğu, gümüş ve altın silahlar çalınmıştır. Buna rağmen, insanı huşu içinde bırakan olağanüstü bir eserdir.

Osman Hamdi Bey (30.12.1842 – 24..02.1910) ilk Türk arkeoloğu, ilk modern müzecisi, ressam ve Kadıköy’ün de ilk belediye başkanıdır. Sakız adasından ufak yaşta evlatlık olarak gelen, Rum asıllı Osmanlı sadrazamlarından İbrahim Ethem Paşa’nın oğludur.

Bağdat’ta ilk arkeolojik çalışmasını yaptıktan sonra gerekli yasanın çıkarılmasını sağlayarak, modern arkeoloji biliminin Osmanlıdaki temellerini atmıştır. En önemli kazısı, İskender Lahdini bulduğu (1887-88) Lübnan kazılarıdır.

Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’sinin (1883) kurucusudur. Günümüzde halen Mimar Sinan Üniversitesine bağlı “Güzel Sanatlar Fakültesi” olarak hizmet vermektedir.

Türk resminde, ilk figürlü kompozisyon kullanan ressamdır. En tanınan eserleri, “Kaplumbağa Terbiyecisi” ve “Silah Taciri”dir.

AŞIK VEYSEL VE HÜZÜNLÜ EVLİLİK HİKAYESİ (CEYDA ÇAKIR)    

Aşık Veysel Şatıroğlu, 25 Ekim 1894 tarihinde Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya gelmişti. Veysel 7 yaşındayken çiçek hastalığı Sivas yöresinde hızlı bir şekilde yayılıyordu. Kardeşleriyle birlikte çiçek hastalığına yakalanan Veysel’in 2 kız kardeşi bu hastalıktan ölmüştü. Kendisinin de sol gözü bu hastalıktan dolayı kör olmuştu. Sağ gözü ışığı az çok seçiyordu ama o da bir kazaya kurban gitmişti. Bir gün babası inek sağarken Veysel yanına gitmiş, ansızın dönüverince babasının elindeki değnek sağ gözüne girmiş, gözü hemen oracıkta akmıştı. Aile üyeleri bu yaşananlara çok üzülmüşlerdi. Veysel’in babası ona dertlerini unutsun, kafasını dağıtsın diye bir saz almıştı. Halk ozanlarının meşhur şiirlerini ezberletip, okutarak oğlunu avutmaya çalışmıştı. Bu şekilde aşıklığa merak salmaya başlayan Veysel zamanla aşıklık geleneğinin gerekliliklerini öğrenmeye başlamıştı. Ömrü hep dertlerle geçen Aşık Veysel’in bir de  hazin bir evlilik hikayesi vardı. Belki de bu evlilik ona gökyüzünü, ağaçları ve kuşları görememesi kadar acı vermişti ki “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa.” sözleri dökülmüştü dudaklarından.

Aşık Veysel’i 25 yaşındayken köylerindeki en güzel kız olan Esma ile evlendirmişlerdi. Ailelerin uygun gördükleri bu evliliğin olmasını ne yazık ki Esma istememişti. Ama yapacak bir şeyi olmadığı için mecbur kalmıştı. Aşık Veysel eşini çok seviyordu bu nedenle eşini çok kıskanıyordu. Esma ise bu kıskançlıkları gereksiz görerek bunalıyordu. Belki de eşinden ve 8 senelik evliliğinden soğumasının en büyük nedeni buydu. Çünkü daha sonrasında Hüseyin adındaki komşusuna gönlünü kaptıracaktı. Aşık Veysel belki olanları göremiyordu ama hissediyordu. Eşinin onu bir gün bırakıp gideceğinin farkındaydı. Zaten çok fazla bir zaman geçmeden düşündükleri çıkmıştı. Esma bir gece Hüseyin ile birlikte kaçmıştı. Epeyce yol alan Hüseyin ve Esma bir yere oturarak soluklanmaya karar vermişlerdi. Yol boyunca çorabının içerisindeki bir şey Esma’yı rahatsız etmişti. Çorabını çıkararak ne olduğuna bakmaya karar veren Esma gördükleri karşısında çok şaşırmıştı. Çorabında 1 aylık geçimlerine yetecek kadar para vardı. O an Esma her şeyi anlamıştı, Veysel kaçacaklarını anlayarak parasız pulsuz sefil olmasınlar diye Esma’nın çorabına para koymuştu. Bu öyle bir sevgiydi ki kendisini aldatan eşine başka biriyle kaçarken bile kıyamamıştı. Yine aynı sebeple gönlünde açan çiçeğini başka bir adamın söküp almasına izin vermişti. Çünkü biliyordu, o çiçek başka bir gönülde açmayı diliyordu.

Şafak ve Güneşin Doğuşu

Eşinin onu terk edip gitmesi Aşık Veysel’i çok etkilemişti. O günden sonra kendini sürekli saz çalmaya vermiş, mısralarını acıya daha çok bulamıştı. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin ne eşini ne de ona olan sevgisini unutabilmişti. Yalnız çok kırılmıştı gönlü, bu şiiriyle dile getirmişti üzüntüsünü:

“Bir vefasız zalim yare bağlandım,

Tarih üç yüz otuz beşte evlendim.

Sekiz sene bir arada eğlendim,

Zalim kafir yetim koydu kuzumu.”

Esma kaçarken geride altı aylık kızını da bırakmıştı. Aşık Veysel kızını iki yıl kucağında gezdirmiş, ne çare o da yaşamamıştı. Onca acının üzerine bir de Esmayla arasındaki tek bağ olan kızını  toprağa vermenin acısı eklenmişti. Aşık Veysel yıllar sonra Gülizar adında bir kadınla evlenmişti. Gülizar artık onun yoldaşı, arkadaşı, çocuklarının anası olmuştu. Ölene kadar birbirlerini sevmiş ve birbirlerinin yanından ayrılmamışlardı. Gülizar Aşık Veysel’i çok seviyordu, Esma ile olan anılarını bilse de hiçbir zaman kıskançlık yapmamış, Esma’nın kendisine bile iyi davranmıştı. Gülizar’ın Esma hakkında kötü konuştuğunu hiç duyan olmamıştı. Veysel’den 7 çocuğu olmuştu. Hem iyi bir anne hem de iyi bir eş olmuştu. Aşık Veysel  ömrünün sonlarında onun sayesinde mutlu, huzurlu bir evliliğe şahit olmuştu.

“Onun başı daha çok ağrıyacak.”

Esma kaçtıktan sonra Hüseyin ile köye geri dönmüştü. Yalnız durumları çok kötüydü, ne paraları vardı ne pulları. Bunu duyan Aşık Veysel üzülmüş arada bir haber göndererek bir ihtiyaçları olup olmadığını sordurtmuştu. Bir gün Esma Aşık Veysel’in kapısını çalmıştı. Kapıyı Aşık Veysel’in kızı açmıştı. Ona başının çok ağrıdığını söylemiş, babasının ona bir ilaç verip vermeyeceğini sormasını istemişti. Aşık Veysel’in kızı biraz çekinmiş nasıl isterim diye düşünmüştü. Esma da ona “Sen iste, o verir” demişti. O da babasının yanına giderek olayı anlatmış ve ilacı istemişti. Aşık Veysel cebinden bir ilaç çıkararak kızına vermiş ve ağzından “Onun başı daha çok ağrıyacak.” sözleri dökülmüştü. Gerçekten de Esma hiç gün yüzü görmemişti. Ömrü sefalet içerisinde geçmişti. Aşık Veysel akciğer kanseri olup yatağa düşünce, onunla helalleşmek için evine gitmiş, içeri girmeden kapıdan Aşık Veysel’in kızına ne niyetle geldiğini söylemişti. Kızı hemen babasına içeri gelebilir mi diye sormuştu. Aşık Veysel “İstiyorsa gelsin.” demişti. Fakat Esma, kapıdayken ona yaşattıklarını düşünmüş ve ondan helallik alacak yüzünün olmadığının farkına vararak gitmişti. Esma belki de yıllarca pişmanlık yaşamıştı ama bu hayatı o seçmişti ve sonuçlarına da böyle katlanıyordu. Ömrü sürekli dert çekerek geçen Aşık Veysel’in kimseden görmediği vefayı topraktan gördüğünü söylemesi Esma yüzündendir belki de. Fakat o gerçek aşkı Gülizar’da bulmuştu. Güzel bir ömür geçirememişti belki ama onunla ömrünün sonunu güzel bir şekilde bitirmişti.

TÜRKÇE

“En çok sevdiğim ve hayran olduğum dil, Türkçedir. Türkçeyi öğrendiğimde 22 dil biliyordum, şu an da 50 civarında dil öğrendim ve benim cevabım hep aynı. Çok farklı sistemlere sahip diller öğrendikten sonra, hala en çok hayran kaldığım dil, yapısı en mantıklı, matematiksel bulduğum dil, Türkçedir.” Pof.Dr. JOHAN VANDEWALLE

“Türkçeyi söyleyip yazmak için en ufak bir istek beslememiş olsa dahi bir Türkçe grameri okumak bile gerçek bir zevktir. Kiplerdeki hünerli tarz, bütün çekimlerde egemen olan kurallara uygunluk, yapımlarda baştan başa görülen saydamlık, dilde pırıldayan insan zekasının harika kudretini duyanlar, hayrete düşmekten geri kalmaz. Bu öyle bir gramerdir ki, bir billur içinde bal peteklerinin oluşunu nasıl seyredebilirsek, onda da düşüncenin iç oluşlarını öyle seyredebiliriz…Türk dilinin gramer kuralları o kadar düzenli, o kadar kusursuzdur ki, bu dilin, dil bilginlerinden oluşmuş bir kurul, bir akademi tarafından bilinçle yapılmış bir dil sanmak olasıdır.” MAX MÜLLER (Science of the Langnage)

“Bir çok yabancı dil bilirim. Bu diller arasında Türkçe, öyle farklı bir dildir ki, yüz yüksek matematik profösörü bir araya gelerek Türkçeyi yaratmışlar sanki…Bir kökten bir düzine sözcük üretiliyor. Ses uyumuna göre anlam değişiyor. Türkçe öyle bir dildir ki, başlı başına bir duygu, düşünce, mantık ve felsefe dilidir. Prof. Dr. DAVİD CUTHELL

PROFÖSÖR, OSMAN GÜREL HOCANIN ARDINDAN

Osman hocayla iki binli yılların hemen başında Datça’da tanıştık. Aynı pansiyonda kalıyorduk. Kendisi onbeş yıldır bu pansiyona geliyormuş. Tüm pansiyon çalışanlarıyla adeta akraba olmuş, herkes tarafından çok sevilen ve sayılan birisiydi. Önceleri eşiyle geliyormuş ancak kendisinin kabullenemediği olaylar neticesinde eşinden boşanmış. Eski eşinden söz açıldığında her seferinde ses tonu yükselip, öfkeleniyordu.

“Hocam çok alkol alıyorsunuz, sağlığınızı bozmasın!” dediğimde, “bu sefer böyle, sadece tatil döneminde” demişti.

Osman hocayla tanışmadan önce, gazetede yazdığı birkaç makalesini iyi hatırlıyordum, dostluğumuz için iyi bir başlangıç olmuştu. Hocanın nerdeyse her konuda birikimi ve olağanüstü etkileyici bir konuşma tarzı vardı. Konuşmaya başladığında giderek artan bir kalabalık eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız keyifli dakikalar başlıyordu.

Bir gün Emre Kongar’dan bahsederken, “ne zaman karşılaşsak, Emre bey yukardan kesecek ya bastıra bastıra; sizi bir yerden gözüm ısırıyor ama nerden?” dedikten sonra kahkahayı patlatıyordu.

O yaz kısa ama samimi dostluğumuzu unutmamış, imzalı birkaç kitabını posta ile göndermişti.

 Gönül dostu sevgili hocam, nurlar içinde yatın.

FREUD’U KURTARMAK (ANDREW NAGORSKY’ den mini özet)

Nazilerin Avusturya’yı işgali ile Psikanaliz biliminin kurucusu ve aynı zamanda yahudi olan Sigmund Freud (1856-1939), Goethe’den gelen bir ulusun, bu denli kötüye gidemeyeceğine inanarak büyük bir yanılgıya düşmüştür.

Bu yanılgı ona ve 24 kişilik kalabalık ailesine çok pahalıya malolacakken dostları, ABD Viyana Başkonsolosu John Wiley, 1939 da ağız kanserinden ölümüne kadar, onu Viyana’da zor koşullarda bile terk etmeyen kişisel doktoru Max Schur, Freud’un toplam mal varlığının dörtte biri olan uçuş vergisini ödemeyi kabul eden Napoleon Bonaparte’ın yeğeni de olan, kendisine “orgazm tedavisi” uyguladığı ve platonik aşkı prenses Marie Bonaparte ve daha bir çok kişinin yardımıyla 1938 yılında İngiltere’ye göç etmeleri sağlanmıştır.

Freud, ailesi ve çok sevdiği köpeği Lün ile önce Paris’e oradan da Londra’ya geçerek özgürlüğüne yeniden kavuşabildi. Ne yazık ki, dört küçük kız kardeşi yakalanarak toplama kamplarına götürülmüş ve katledilmişlerdir.

KURAN TİLAVETİ VE FRANSIZ SEFİR

Fransız sefiri bir camide kuran tilaveti dinler, çok duygulanır ve “mollaya 40 altın verin” der. Sefir bir başka zaman yine kuran tilaveti dinler ancak imam da ne ses vardır ne makam. Sefir, “buna 80 altın verin” der. Yanındakiler, “ekselansları geçen sefer 40 altın vermiştiniz” deyince sefir, “o beni dinimden çıkarıyordu bu geri döndürdü” yanıtını verir.

MUSSOLİNİ ANTALYA’YI İSTİYOR

1930’lu yıllar… İtalya devlet başkanı faşist Mussolini’dir. Bir harita yayınlar. Anamur burnundan kuzeye doğru, Konya ve batıya doğru Isparta ve Aydın illerini kapsayan bir haritadır bu. Sürekli demeç verir. “Bu haritada gösterilen yerler İtalyanlarındır. Gidecek ve oraları alacağım” der.

1934 yılına gelindiğinde, Mussolini iyice şımarmış, Antalya’nın İtalyanlara verilmesi gerektiğini söyleyerek tehditler savurmaya başlamıştır. Ayrıca İtalyan öğrencilerini, Roma’daki Türk Elçiliği önünde “Antalya’yı istiyoruz” diye avaz avaz bağırttırıyordu.

Atatürk, o günlerde İtalyan Büyükelçisinin Ankara Palas’ta yemekte olduğunu duyunca, onun yanındaki masayı kendisine hazırlamalarını söyler ve yanyana geldiklerinde:

“Antalya’yı istiyormuşsunuz. Antalya, bizim İtalya’daki elçimizin cebinde değil ki, çıkarıp size versin. Antalya buradadır, Anadolu’da? Niçin gelip almıyorsunuz? Ekselans Duçe’ye (Mussolini) bir teklifim var, ordusunu göndersin, kazanırsa Antalya onun olur.”
Büyükelçi:
“Bu bir savaş ilanı mı ekselans?” diye sorar, Atatürk:

“Hayır, ben burada herhangi bir vatandaş gibi konuşuyorum. Türkiye adına savaş ilanına sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkilidir. Ama şunu da hatırlatayım, Büyük Millet Meclisi, zamanı gelince, benim gibi basit yurttaşların duygularını da göz önüne alır.”

Büyükelçi yemeğini bitirip, tek kelime söylemeden ayrılır.

Mussolini’nin hala aynı saçmalıklara devam ettiği görülmekte idi. Sanki, Atatürk’ün o sözlerine cevap vermek istiyormuşçasına, Rodos Adasına asker yığmaya başlar.

Birkaç ay sonra da İtalyan Büyükelçisi, randevu talep edip gelir. Büyükelçiyi günlük kıyafetleriyle karşılayan Atatürk:

“Bana on dakika müsaade etmenizi rica ediyorum”, diyerek yandaki odaya geçip mareşal üniformasını ve çizmelerini giymiş olarak elçinin yanına döner:
“Buyurun, şimdi sizi dinliyorum” der.

Büyükelçi, afallamış gözlerle Atatürk’e:

“ Ekselanslarına, Duçe’nin selamlarını ve iyi dileklerini takdim etmek için rahatsız etmiştim” der ve müsaade isteyip çıkar.
Ertesi gün Mussolini, Rodos’daki askerlerini geri çekmiş, bir daha da Antalya’nın adını ağzına almamıştır.

KISSADAN / 3

Pazar, Ağustos 31st, 2014

 OSMANLIDA TAŞ ÇOKTUR

 Behram paşanın Assos’u fethetmesinden sonra, (1.) Murat Hüdavendigar buraya bir cami yapılmasını ister. Caminin yapılacağı yer ve kullanılacak malzemeler konusunda sorun çıkması üzerine, o ünlü sözünü söyler:

 “Osmanlıda taş çoktur, taşın gereği yoktur.”

 Bunun üzerine, Murat Hüdavendigar Camisi, antik kentin içine, en tepeye yapılır. Cornelius kentinin kapısı, caminin kapısına dönüştürülürken, üzerindeki yazılara dokunulmamış, sadece iki yanında bulunan haçlı kısımlar çıkarılmıştır. Ayrıca caminin mimarisinde, antik çağdan günümüze, tarihi değeri olan taşlar da kullanıldığı için, ilginç bir örnek oluşturur.

  SEN ANLAMAZSIN

  Zülfü Livaneli ve Yunanlı büyük sanatçı Teodorakis, Türk -Yunan dostluğu kapsamında karşılıklı konserler vermektedir. Bir gün Girit’de konser vereceklerdir ve konsere ilgi, çok büyüktür.

 Bu ilgiyi gören batılı bir gazeteci şaşırır. Türlerle Yunanlılar her fırsatta birbirlerine düşman olduklarını söylerken, bir Türk santçısının konserine bu denli ilgi gösterilmesine anlam veremez. Yaşlıca bir Giritliye sorar:

– Hem Türklerin düşmanınız olduğunu söylüyorsunuz hem de bir Türkün konserine bu kadar büyük ilgi gösteriyorsunuz. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

  Yaşlı Giritli, gazeteciye bakıp:

– Sen nerelisin? diye sorar ve gazetecinin ne Türk ne de Yunanlı olmadığını anlayınca, “sen anlamazsın” der.

 MAVİ ALAY

Hitler, Sovyetler Birliğine savaş açtığında Türkiye, Sovyetlerin bir parçası olan ve Stalin’in de eziyetlerine maruz kalan Kırım Türklerinin, Sovyet ordusundan ayrılarak, savaşı kazanacağını düşündüğü Hitler’in tarafında, Alman ordusunda savaşmalarını ister.

Fakat umulan gerçekleşmez ve Almanya yenilir. Alman askerleriyle birlikte, yaklaşık 8000 Kırımlı da aileleriyle beraber, Avrupa’da Alpler’e kaçarlar. Ancak Stalin, Sovyet vatandaşı olan bu kişileri, “vatan haini” olarak, bulundukları ülkelerden geri ister. Hitler’i yenmiş bir Stalin’le de kimse kötü olmak istemediğinden, Kırımlılara sahip çıkılmaz.

Stalin’e teslim edilmeleri halinde, işkenceyle öldürüleceklerini düşünen 3000 Kırımlı, kaçtıkları yer olan, Alplerin yamacındaki Drau Nehrine atlayarak intihar eder. Diğerleri ise vagonlara doldurularak Türkiye üzerinden Rusya’ya teslim edilecektir. Türkiye’ye geldiklerinde, Türk Devletinin kendilerini koruyacağını, teslim etmeyeceğini düşünenlerin son ümitleri, vagonların çivilenmesiyle son bulur. Bunun üzerine, 2000 kişi de kapıları kırarak Kızılcık Nehri üzerinden geçerken, atlayıp intihar eder. Geriye kalanlar da sınırı geçtiklerinde, Sovyet askerlerince kurşuna dizilirler.

 BUHARA CUMHURİYETİ ve OSMAN KOCAOĞLU

Osmanlıyı bitiren bir yerde, “Osmanlı – Rus savaşları” olmuştur. Özellikle de eskilerin “93 Harbi” dediği, “1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı” nerdeyse Osmanlıyı bitirme noktasına getirmiş, II. Abdülhamit’in akıllıca siyasetiyle İngilizleri yanına çekmesi ve istibdat rejimi sayesinde bu süreç, biraz daha uzamıştır.

Bu savaştaki asıl ustalık ise İngilizlere aittir. Osmanlının ekonomik sıkıntı içinde olmasına karşılık, borç para verip, savaşın kazananı olmadan her ikisinin de kaybettiği, bir savaş olmasını planlamışlar ve bu emellerine, büyük ölçüde de ulaşmışlardır.

Kaderin cilvesine bakın ki, Osmanlıyı bitirme noktasına getiren Rusya, “1917 Bolşevik İhtilâli” sonucu “I.Dünya “Savaşı”nda müttefikler safından, aralarındaki “Sykes-Picot” gibi anlaşmaları da deşifre ederek ayrılmış, “İstiklal Harbi”nde de yeni Türk Devletinin yanında yer almışlardır.

Kurtuluş Savaşında, ordunun teçhizatının yetersizliği nedeniyle, Yunanlılara karşı geri çekilmek zorunda kalması, M. Kemal’i arayış içine sokar. Bunlardan birisi, Fethi Paşa’yı Moskova’ya göndererek, Lenin’den para ve silah yardımında bulunmasını istemesidir.

Fethi Paşa’nın Lenin ile görüşmeye geldiğini haber alan, zamanın “Buhara Cumhuriyeti” devleti cumhurbaşkanı, Osman Kocaoğlu, M. Kemal’e iletilmek üzere kendi hazinesinden, 100 milyon ruble külçe altını (59 milyon Osmanlı altın lirası) Moskova’ya vagon içerisinde gönderir. Kendilerinin, Anadolu’ya geçirebilme imkânları olmadığı için, Lenin’den göndermesi için rica ederler.

 Kaderin cilvesine bakın ki, Yıldırım Beyazıt’ı Ankara Savaşı’nda yenerek, Osmanlıyı fetret dönemine sokan Timur”dur ama bu kez torunları, yeni kurulacak Türk devleti için altınlarını göndermektedir.

Lenin, aldığı bu paranın sadece 11 milyonunu, 4 yılda gönderir. Geri kalanını ise yeni kurulan Sovyetlerin hazinesine aktarır. Sovyetlerin yapmış olduğu para yardımı, bundan ibarettir ve geri kalan paradan da bir daha ses çıkmamıştır.

Sovyetler 1922’de tüm Türkistan bölgesini işgale başlar, bunun üzerine Osman Kocaoğlu, İngilizlerden, kendi milli ordusu için silah satın almak üzere Afganistan’a gider. Ancak, İngilizler’in Ruslarla gizli antlaşması nedeniyle bu satış gerçekleşmez.

Buhara Başbakanı Feyzullah Hoca, işgal üzerine Afganistan’da bulunan Osman Kocaoğlu’na haber göndererek, geri dönmemesini ister. Ruslar, Kabil’de sürgün kalan Osman Kocaoğlu’nun ya kendilerine verilmesini ya da ülkeden çıkarılmasını isterler. Bunun üzerine 1923 yılında İstanbul’a gelir. Atatürk tarafından, yapmış olduğu yardımlar nedeniyle, sıcak bir ilgiyle karşılar ve yine Atatürk’ün bizzat talimatıyla, kendisine mebus maaşı bağlanır. Kendisinin ölümünden sonra da (1878 -1968) eşinin ölümü olan, 1996’ya kadar bu maaş kendilerine ödenir. Sovyetlerin baskısıyla, Türkiye’den de ayrılmak zorunda kaldığı bir dönem olmuştur.

Tüm bu olanları, oğulları Prof. Dr.Timur Kocaoğlu da teyid etmektedir.

 ATATÜRK HATAY ŞEHİDİDİR

 I.Dünya Savaşının başlıca paylaşım alanlarından biri, Ortadoğu idi. Bu paylaşımın en önemli haritası, İngiltere ile Fransa arasında, Sykes-Picot tarafından çizildi. Buna göre Basra tarafı İngilizlerin elinde kalırken, İskenderun Körfezini de içine alan Suriye tarafı, Fransızlarda kalacaktı. Çünkü, Musul petrollerinin gerçek kontrolü, İskenderun Körfezinden geçmekteydi.

 1918’de İskenderun’dan başlayarak bölge, İngiliz ve Fransızlar tarafından işgale başlandı.1920’de Halep’teki Faysal hükümetinin Fransızlarca devrilmesi sonucu, bölgedeki Hatay Kuvayı Milliye gücü, Maraş Kuvayı Milliyeye katılmak istedi. Bunun üzerine, 20 Ekim 1921’de M. Kemal yönetimi ile Fransızlar arasında, Hatay’ın özerk olmasıyla ilgili Ankara antlaşması imzalandı.

 9 Eylül 1936’da ise Fransa ile Suriye arasında imzalanan anlaşmayla, Hatay’da Suriye egemenliği gündeme geldi. Türkiye buna itiraz edince, Milletler Cemiyeti’nin aldığı kararla, bölgenin toprak bütünlüğünün Fransa ile Türkiye’nin güvencesinde olması benimsendi.

 Mayıs 1938’de, doktorların ısrarla karşı çıkmasına rağmen Atatürk, Adana ve Mersin’e giderek, resmi geçitleri ayakta izler. Böylece bölgenin en hakim gücü olduğu mesajını verir.

5 Temmuz 1938’de Türk birliğinin İskenderun’a girmesi üzerine Fransa, Suriye sınırına çekilmek zorunda kalır.

Adana, Mersin gezilerinin, hasta olan Atatürk’ü çok yorduğu ve hastalığın seyrini hızlandırarak ölümüne sebep olduğu söylenir Bu nedenle Hataylılar, “Atatürk, Hatay şehididir” derler.

Fransızlar, Türk hükümetinin ve Hatay halkının kararlılığı karşısında, Türkiye ile yeni bir anlaşma imzalamak zorunda kalır.

Hatay maalesef, Atatürk’ün ölümünden sonra 7 temmuz 1939’da anavatana katılır.

(Kaynak; Mustafa Balbay)

 STRUMA FACİASI

II. Dünya savaşı sırasında Romanya’da Nazi tehdidinden kaçan, 790 zengin ve aydın Romanya Yahudisi, Filistin’e gitmek üzere 1830 yapımı 46 metrelik eski bir Bulgar gemisi olan Struma’yı kiralarlar. Zira daha önce, Romanya’nın Yaş şehrinde 4000 Yahudi, Nazilerce katledilir. Gemi İstanbul’a geldiğinde ise motoru arızalanır.

Almanya tarafından yolcuların karaya çıkmaması için, Türk hükümetine baskı yapılır. Romanya ise Almanya’nın müttefiki olduğundan gemiyi geri kabul etmez. İngilizler ise Filistin’e Yahudi göçünü kısıtladığından, geminin yoluna devam etmesini engellemekle meşguldürler.

Bu arada gemide salgın hastalık ve açlık baş gösterir. Göstermelik yardımların dışında özellikle, Türk Yahudi toplumu tarafından gemiye yardım yapılır. ABD’nin ricası ve Vehbi Koç’un da uğraşları sonucu Martin Segal ve ailesiyle birlikte, sadece birkaç Filistin vizeli yolcunun gemiden ayrılmasına izin verilir. Segal, New York merkezli bir petrol şirketinin, Romanya müdürüdür. Vehbi Koç da aynı şirketin, Türkiye temsilcisidir.

Görüşmelerin hiçbirinden sonuç çıkmaz. Türk hükümeti motoru halen çalışmayan Struma’yı Şile açıklarına çektirir. Ertesi günün sabahında da 24 Şubat 1942’de büyük bir patlamanın ardından gemi 103’ü çocuk toplam 768 kişiyle Karadenizin buz gibi sularına gömülür.

Gemiden Sadece 20 yaşındaki yolcu David Stoliar ile ikinci kaptan İvanof Diko kurtulur. Ancak Diko, soğuğa fazla dayanamaz ve boğulur. Stoliar’ı ise Türk kurtarma kayığı bulup kurtarır.

Stoilar daha sonra İsrail Silahlı Kuvvetler Radyosuna verdiği demeçte, gemiyi Türk torpido botunun batırdığını söyler. Olayın aslı ise 1960’daki Sovyet arşivlerinden çıkar. Gemiyi torpilleyenin, Sovyet denizaltısı “Shch – 213” olduğu, Almanya’ya her türlü stratejik yardımın engellenmesi amacıyla yapıldığı ortaya çıkmıştır. Zira bir önceki akşam, Türk kargo gemisi Çankaya da torpillenerek batırılmıştır.

Herkes birbirini suçlarken ya da kimse sorumluluk almazken, yüzlerce masum insan daha tarihin ayıplı sayfalarında, adalet beklemek için yerini çoktan almış oldu.

THEODOR HERZL VE ABDÜLHAMİD

Dünya Siyonist Teşkilatını kurup, ilk kongrede de başkan seçilen Theodor Herzl (1860-1904) kongrede, “ben bugün burada Yahudi Devletini kurdum. Ancak bunu yüksek sesle söylersem, bütün dünya güler. 5 sene içinde ya da 50 sene sonra bunu herkes böyle bilecek” demiştir. Kutsal Siyon tepesinin bulunduğu Filistin topraklarında Yahudi Devletini kurmak amacıyla, 17 Mayıs 1901’de Abdülhamid ile görüşür.

Görüşmede Herzl padişaha, Yahudilerin “vaat edilmiş topraklarda yurt kurmasına izin verilmesi halinde, Avrupa’daki Yahudi bankerlerin, Osmanlının tüm dış borçlarını ödeyeceğini” bildirir. Buna karşılık Abdülhamid, “ben bir karış dahi toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı, kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır” diyerek reddeder. Aslında teklif oldukça caziptir. Osmanlı Devleti, moratoryum ilan etmiş, mali açıdan çok zor durumdadır. Abdülhamid bu durumu şöyle açıklar:

“Kudüs taraflarından toprak satın alarak her taraftan Yahudileri oraya iskan istediler. Adeta oraya bir memleket tahsis etmek isterler. Teklifleri de devletin Duyun-u Umumiyesini kamilen deruhte etmekti. Güzel bir şey. Zira Duyun-u Umumiye bir gün gelip de borçlarımızı ödemezsek, devletin maliyesini murakabeye almak gibi bir tehlike mevcuttur.”

Herzl, Abdülhamid ile ikinci görüşmesini 4 Temmuz 1904’te yapar ve yine reddedilir. Bunun üzerine şöyle der; “Türkler gün gelecek dilenci durumuna düşecek ve dizlerime kapanıp yalvaracaklar.”

İngilizler, Yahudi yurdu olarak, Uganda’yı teklif ederler. Ancak teşkilat bunu kongrede reddeder. Filistin topraklarının “vaat edilmiş topraklar” olması, Herzl’in gözünü buraya çevirmesinin nedenidir.

 Abdülhamid, Filistin’i satmamış ancak Yahudi kökenli Rothschild ailesinden, uzun vadeli olarak 1891 yılında 6 milyon, 1894 yılında da 8 milyon pound borç alır. Karşılığında da Rothschild’in Filistin’de koloniler kurmasına, yerli ve yabancı Yahudilerin toprak almasına izin verir. Bu izin, nihayetinde de İsrail’in kurulmasına kadar gider.

 URBAN’IN  SÜPER TOPU

  II. Mehmed (Fatih), Konstantinopol’ü almak için parlak fikirlerle gelen herkesi, müslim ya da değil ödüllendireceğini her yere yaydırır.

 Bu arada Macar kralı Urban da “süper top” yapmak için uğraşmaktadır. Sonunda, barutun zamansız patlamasına ve isabet sorunlarına bir çözüm bulmayı başarır. Eğer topların boyutu ve güçleri artırılırsa, doğru yere isabet etmesinin bir önemi yoktur. Zira devasa büyüklükteki top mermileri, nereye düşerse düşsün büyük bir alana zarar verecektir.

 Bu süper top, bir tondan daha ağır, 120 cm çapındaki mermileri atabilen bir top olacak ve bu topu destekleyen 90 cm çaplı mermi atabilen küçük toplardan oluşacak.

 Bu topların imali ise büyük paralara, çokça askere ve yüzlerce ton baruta ihtiyaç duyduğundan, Urban teklifini ilk olarak, Osmanlı tehdidinde olan dindaşları Bizans’a götürür. Fakat Konstantin, bu kadar paraya “asker” tutarım diyerek reddeder.

 Urban bu kez, Konstantinopol’ü ele geçirmek isteyen II. Mehmed’e gider. II. Mehmed, hiç tereddütsüz kabul eder. Toplar döküldükten bir yıl sonra da şehri kuşatır. Kuşatmanın kaderini ise Urban’ın dev topları belirler. Zamanın “napalm bombası” olan “Rum ateşi” (neft ve zift karışımı yanıcı mermiler) bu süper topun menziline yaklaşamaz bile.

 XI. Konstantin öldürülür, şehir fethedilir dahası Osmanlı orduları, Urban’ın topları sayesinde Viyana önlerine gelir. Urban’ın kazandığı para ise ülkesi Macaristan’ı kurtarmaya yetmez, Osmanlının 500 yıl tehditi ve egemenliğinde kalır.

  VAKA-İ HAYRİYE

  Kabakçı Mustafa isyanıyla III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa getirilir. Bunun üzerine Alemdar Mustafa Paşa da 16.000 kişilik bir orduyla isyanı bastırıp, Kabakçı Mustafa ile beraber isyancıları öldürür. IV. Mustafa ise yerine geçmesinler diye kardeşi şehzade Mahmut ile III. Selim’in öldürülmesini emreder. III. Selim hemen öldürülür fakat şehzade Mahmut saray hizmetkârlarınca saklanır.

 Bunu haber alan Alemdar, IV. Mustafa’yı tahttan indirip, şehzade II. Mahmud’u tahta geçirir. Buna karşılık II. Mahmud da kendisini sadrazam yapar. Alemdar, “Nizam-ı Cedid” ordusunu “Sekban-ı Cedid” olarak yeniden kurar. Yeniçeri “ulufe cüzdanlarını” da bedellerini ödeyerek satın alır. Alınıp satılan bu cüzdanlar sayesinde askerlikle hiçbir ilişiği olmayan pek çok insan “asker maaşı” almaktadır.

 Bu yapılanlar karşısında IV. Mustafa yanlıları ve Kapıkulu ocakları mensubu ağalar ayaklanıp, Alemdar’ın konağını basar. Alemdar kaçamayacağını anlayınca, barut fıçılarını kendisi ve kellesini isteyen yeniçerilerle birlikte havaya uçurur.

 Bu kez yeniçeriler saraya, Topkapı’ya yönelir. Kadı Abdurrahman Paşa, Sekban-ı Cedid askeriyle sarayı savunur ve isyancıları bozguna uğratır. 3000’den fazla yeniçeri ve isyancıyı kılıçtan geçirir.

 İsyan bastırıldıktan sonra II. Mahmud, Sekban-ı Cedidi dağıttığını ilan eder. Kadı Abdurrahman Paşa kaçar ancak hakkındaki ferman gereği yakalanarak idam edilir.

 II. Mahmud, 25 mayıs 1825’te Yeniçeri Ocağını kaldırdığını yerine Avrupa tarzında “Eşkinci Ocağının” kurulduğunu ilan eder. Bütün ocaklar padişaha sadakatlerini bildirir fakat Yeniçeri Ocağı ayaklanır.

 Bunun üzerine Aksaray’daki Etmeydanında bulunan Yeniçeri kışlaları topa tutulur. 6000’den fazla yeniçeri öldürülür. 20.000’den fazla isyancı tutuklanır.

 18 Haziran 1826 “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adında yeni bir ordu kurulur.

RAMİ KIŞLASI VE II.MAHMUD (ERHAN AFYONCU)

1826 yılında “Vakayi Hayriye” olayı sonrası Yeniçeri ocağı resmen kaldırılır ancak ortalık hemen durulmaz. Her ne kadar yeniçerilerin büyük kısmı öldürülse de bir kısmı kaçıp saklanır. Bir araya gelenler, yeni isyanlar çıkarır hatta bir ara Beyazıt’taki Yangın Kulesini de yakarlar. Yeniçerilerden sadece küçük bir grubu yeni orduya alınır.

1827 – 1828 yılı Osmanlı – Rus savaşı nedeniyle, II. Mahmut’un sefere gideceği ilan edilir. Sarayda hazırlıklar yapılır ve uğurlanır ancak savaşa gitmez. İsyanlar ve suikastlar nedeniyle Rami kışlasına gelip, iki yıl devleti buradan yönetir.

Yine aynı yıl, ramazan ayı ve kadir gecesi münasebetiyle, padişahın teravih namazına katılması beklenir. Ancak Rami’den saraya gidiş güvenlik riskini çok artırdığından, şeyhülislamdan teravih namazına katılmamasının caiz olup olmadığı sorulur. Şeyhülislam da “tabi ki katılmamanız daha uygundur” der. Padişah “ben de aynı kanaatteyim ancak bunu halka nasıl anlatacağız” der.

(Teravih namazını nerde kıldığını bilmiyoruz.)

 İÇKİ VE TÜTÜN YASAĞI

 IV. Murat ilk olarak, yaygınlaşmış olan rüşvet ve iltiması azalttı. İstanbul’da alkol, tütün ve kahveyi yasakladı. Yasağın sebebinin 1631’deki büyük İstanbul yangını olduğu ve padişahın yaptırdığı bir soruşturma sonucuna göre bu yangının tütün içen sarhoş yeniçeriler tarafından çıkarıldığı iddia edilir. Ayrıca meyhane ve kahvelerin Yeniçeri ve isyancıların toplanma mekânı haline gelmesi padişahı düşündürmüştü.

 Yasak, kaybolan devlet otoritesinin de bir nevi tekrar tesisinin bir göstergesi olacaktı. Padişah kendi yasağına ne derece uyulduğuna bağlı olarak otoritesini ölçtü. Bu nedenle yasak çok katı bir şekilde uygulandı. Sultan Murat, yasağa uymayanların öldürülmesini emretti. Bazı geceler tebdîl-i kıyafet ile sokaklarda teftişlerde bulunurdu. Birçok meyhaneyi gece kendisi bizzat, baskınlar ve infazlarla kapattı. Padişahın, üstün ve kutsal bir figür olarak Topkapı Sarayı’nda bulunmasına alışık İstanbul halkı, halk arasına karışan ve doğrudan gücünü sergileyen IV. Murat’a bu yüzden farklı bir gözle bakmıştır.

 Her ne kadar içki ve tütünü yasaklasa da kendisinin ise çok fazla içtiği hatta ölümünün hiç beklenmedik bir şekilde, 1840’ta henüz 28 yaşında Bağdat seferinden hasta döndüğü ve “siroz” ya da “damla” hastalığından olduğu söylenir.

  HALİFE ABDÜLMECİD VE HALK

 Halife Abdülmecit Efendi, Dolmabahçe sarayından ayrılıp sürgüne giderken halkın da sokaklara dökülüp bu kararı protesto edeceğini sanır. Dışarı çıktıklarında kendisine eşlik eden yavere sorar, “halk nerede?”

 Sabah saatleridir, yaver saatine bakar ve “halk şu anda kahvaltısını yapıyor efendim” der.

  FATİH VE BABASI

 Genç yaşta tahta geçen Fatih, sefere çıkmazdan önce babasının bilgi ve tecrübesinden yararlanmak amacıyla onun da ordunun başına geçmesini ister ancak babası kabul etmez. Bunun üzerine Fatih, “eğer sen padişahsan gel koltuğuna otur, yok eğer ben padişahsam sana emrediyorum ordunun başına geç” der.

 Bunun üzerine babası sultan II. Murad, çaresiz ordunun başına geçer.

  NE ŞEHİTTİR NE GAZİ PİSİPİSİNE GİTTİ NİYAZİ

 Resneli Niyazi Bey, 1873’te Makedonya’ya bağlı Manastır ilinin Resne kasabasında doğmuştur. İttihat ve Terakki fırkasının önde gelen liderlerindendir.

 3 temmuz 1908’de Selanik’te 200 fedaisiyle dağa çıkarak II.Abdülhamit’in istibdat rejimine başkaldırdı. Abdülhamit’in II.Meşrutiyeti ilan edip Kanun-i Esasiyi (anayasayı) yürürlüğe sokmasıyla, dağdan inip Selanik’te büyük gösterilerle “hürriyet kahramanı” olarak karşılandı.

 “31 Mart” olayında, “harekat ordusunda” yer almış, Balkan savaşı çıkınca da Cevdet Paşanın ordusuna katılmıştır.

 İlginç bir şahsiyettir. “Vatan fedaisi” yazılı bir şapka ve evladı gibi sevdiği bir geyikle dolaştığı söylenir.

 17 nisan 1913’te Arnavutluk’un Avlonya limanından İstanbul’a gelmek üzereyken İttihat terakkinin kendisine gönderdiği koruması tarafından vurularak öldürülmüştür.

 Öldürülme olayının karanlıkta kalması ve kendi koruması tarafından vurulması nedeniyle “ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi” değimi Türk halkının hafızasına kazınmıştır.

  CAMİNİN MEYHANESİ

  Bursa Ulu Cami’nininşaatı tamamlandığında Yıldırım Beyazıt, ulemayla birlikte camiyi gezer. Emir Sultan, padişahım caminin bir eksiği var, dört köşesine birer meyhane yapılırsa daha iyi olur der. Yıldırım’ın hiddetlenmesi üzerine de “başka türlü sizi burada göremeyiz üstelik, Allah’ı andığınız yere o mereti zaten layık görüyorsunuz” der.

 Yıldırım Beyazıt’ın bu olay üzerine “haklısın Emir Sultan” deyip, içkiye de tövbe ettiği söylenir.

 KARDİNAL KÜLAHI MI OSMANLININ SARIĞI MI?

  Papa III.Innecentius, önce Mısır’ı ele geçirmek sonra da Kudüs’ü kurtarmak amacıyla tüm Avrupa’yı IV. Haçlı seferine davet etti. Bu sefer hareketi, 1202 yılında Venedik’te başladı. Venedik dükü Enrico Dandola’nın seferin yönünü değiştirip, Konstantinopol’e çevirmesi sonucu, kültür hazineleriyle dolu bu şehir, yakılıp talan edilir.

 1204 yılından itibaren 57 yıl sürecek, “Latin İmparatorluğu” kurulur. Ta ki, İznik imparatoru 8. Mikhail Palailogos, şehri geri alıncaya kadar. Ortodokslar bu katolik Latin işgali, her zaman derin bir acı olarak hatırlarlar.

 İstanbul’un fethinden önce de “Katolik” ve “ortodoks kiliseleri” iki karşıt güçtü. 1453′te fetih olmasaydı katolik Avrupa karşısında “ortodoks kilisesi” varlığını sürdüremezdi.

 Fetihten önce papanın öncülük ettiği, katolik ve ortodoks kiliselerini birleştirme çabalarına karşı çıkan patrik Gennadios, “İstanbul’da kardinalin külahını görmektense Osmanlının sarığını görmeyi tercih ederim”demesi bunun açık bir ifadesidir.

 Gerçekten de ortodoks kilisesini, katolik kilisesine karşı kurumsallaştıran ve varlığını güvence altına alan Osmanlılar olmuştur.

  CEHENNEMİ SATIN ALMAK (Abdulhamit Şentürk)

Martin Luther, cahilliğin hat safhada olduğu 10 Kasım 1483 yılında, Almanya’da dünyaya gelir. O zamanlar, her Hıristiyan ülkede olduğu gibi Almanya da engizisyon mahkemeleri ile yönetiliyordu. Bütün kiliseler, halka günahlarının kefareti karşılığında cennetten arsa satıyor (endüljans), sattıklarına dair de bir belge veriyorlardı. Cahil halk varını yoğunu kiliselere verip, cennetten arsa satın alıyor, kilise ve papazlar da zenginleşiyordu. Engizisyonun kanunlarını ayıplamak, karşı çıkmak, araştırmak, düşünmek, diri diri yakılmak da dahil çok ağır cezaları vardı.

Bir gün Martin Luther, bu durumun çok saçma olduğunu, akla mantığa ters olduğunu söylediği zaman, onunda sonu farklı olmadı. Hemen engizisyon mahkemelerine, yargılanmak üzere çıkarıldı. Tabii yargı, o zaman dini kullananların elinde bir oyuncaktı. Onlar ne derse o oluyor, karşı çıkan idam ediliyor adeta onlara kutsal varlıklarmış gibi tapılıyordu. Bu duruşmaya halk büyük bir katılım göstermişti. Hatta öyle ki kalabalık, dışarı dahi taşmıştı.  Duruşma sırasında Martin Luther, din adamlarına seslendi, ”herkesi cehennemle korkutup, cenneti parayla satıyorsunuz. Sıkıyorsa cehennemi satsanıza?” Şok geçiren din adamları, ”iyi de, cehennemi kim alır?” dedi. Martin Luther, ”ben alıyorum, parası neyse vereceğim.” der. Din adamları, cehennemi ücretsiz olarak Martin Luther’e satarlar.

Martin Luther dışarı çıkarak kalabalığa seslenir: ”Ben cehennemi satın aldım. Korkmayın, bundan sonra hiçbirinizi cehenneme almayacağım!” der. Cehennem korkusunu üzerinden atan halk, kilise baskısından da kurtulmuş olur ve beş asır önce Alman aydınlanması da böylece başlar.

 ÖZGÜRLÜK HEYKELİ’NİN GERÇEK HİKAYESİ

Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun toprağı olan Mısır, yüzyılın başından itibaren Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen,‘Hıdiv’ unvanlı valiler tarafından idare ediliyordu.

Mısır Hıdıvi Said Paşa, Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps’e 1854’te hazırlattığı ve Akdeniz ile Kızıldeniz’i birbirine bağlayacak olan Süveyş Kanalı projesini onaylaması için Sultan Abdülaziz’e sunmuştu. Projenin arkasında Fransa vardı ama İngiltere, Akdeniz’deki ve Hindistan’daki hakimiyetini sona erdirebilecek olan bu projeye karşı çıkarak, padişaha onaylamaması için baskı yapıyordu. Sultan Abdülaziz de 12 yıl boyunca bu projeyi onaylamadı. Ancak Hıdiv Said Paşa, onayı beklemeden Fransız mühendise çalışmalar için izin verdi.

Kazılar neredeyse tamamlanmak üzereyken Fransız hükümeti, Sultan Abdülaziz’e İngilizler’den daha fazla baskı yapmaya başladı. Sultan Abdülaziz, 1866’nın 19 Mart’ında yayınladığı fermanla Kanal’a izin verirken, Mısır’ın kanal inşaatı için yaptığı dış borçları da devlet garantisi altına aldı ve kendisi de Kanal Şirketi’nin hisselerine oldukça yüksek bir meblağ yatırdı.

Said Paşa ile kanalın mühendisi olan Ferdinand de Lesseps arasında 1854’te varılan anlaşmanın çok ilginç bir maddesi vardı: Kanal’ın Akdeniz’e açıldığı yere dev bir heykel dikilecekti. Heykel, firavunlar zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın şeklinde olacak ve elinde “Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini” sembolize eden bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz’in ödediği paralar arasında yapılacak olan heykelin masraflarının bir bölümü de vardı.

Paşa ve mühendis, eseri Fransa’nın tanınmış heykeltraşlarından olan Frederic Auguste Bartholdi’ye sipariş ettiler, hatta bir hayli avans da ödendi.

Ancak, Said Paşa’nın ölümünden sonra Mısır’ın başına geçen İsmail Paşa, Müslüman bir memlekette böylesine büyük bir heykelin dikilmesinin halk arasında hoşnutsuzluk yaratacağını düşündü ve mühendis Lesseps’e, heykelin Mısır’a getirilmemesi talimatını verdi. Süveyş Kanalı, 1869 Kasım’ında dünyanın dört bir tarafından gelen davetlilerin katıldığı büyük ama ‘heykelsiz’ törenlerle açıldı.

Bartholdi’nin eseri ise, Mısır’da bu yaşananlardan sonra Paris’te bir depoya kondu ve tozlanmaya terkedildi.

O yıllarda, Fransa ile ABD arasında sıcak ilişkiler yaşanıyor ve taraflar birbirlerine her alanda jestler yapıyordu.

 Paris’te kurulan Fransız-Amerikan dostluk grubunun lideri olan Laboulaye, Fransız Hükümeti’ni Amerikalılar’ın Fransa’nın dostluğunu daima hatırlamaları için bir hediye gönderilmesi konusunda ikna etti ve hediyenin devasa bir heykel olması kararlaştırıldı.
Sipariş gene aynı heykeltraşa, Bartholdi’ye verildi. Bartholdi’nin eseri zaten hazırdı, senelerden beri bir depoda beklemedeydi ve tek eksiği üst kısmında, yani elleriyle kollarında ve yüzünde bazı değişiklikler yapılmasıydı.

Amerikalılar, heykelin New York’un hemen girişinde bulunan, ufak adalardan birine yerleştirilmesine karar verdiler. Bartholdi,  Paris’e kendi adıyla anılan bir kule dikmiş olan Gustave Eiffel ile beraber çalışarak heykeldeki değişiklikleri tamamladı ve 1886’nın 25 Ekim’inde yapılan törende de eserinin açılışını bizzat yaptı.

 DEYYUS-U EKBER İBŞİR PAŞA

 Valilerin vazifeleri arasında, padişaha ‘‘harçlık göndermek’’ de vardı. Sıra günün birinde, Sivas valisi Varvar Ali Paşa’ya geldi ve İstanbul’dan Sivas’a gelen bir saray memuru, Varvar Ali Paşa’dan ‘‘30 bin kuruş harçlık’’ istedi.

 Paşa padişahın adamını, ‘‘Sivas’ın tek kuruşu yok! Bu parayı nereden vereyim? Yol keserek halkın malını mı soyayım’’ deyip, geri gönderdi. Artık bir müddet de olsa rahat bırakılacağını zannediyordu ki, hemen üstüne bir başka saray memuru daha geldi. Hükümdarın canı bu sefer bambaşka bir şey çekmişti; Anadolu’daki kumandanlardan biri olan, İbşir Paşa’nın karısını… Kadının güzelliğini anlata anlata bitiremeyip ve ‘‘Bu avrat sadece siz efendimize láyıktır’’ diyenler, aklı zaten başında olmayan padişahı daha da azdırmışlar ve Sultan İbrahim, Sivas’a ‘‘İbşir’in avradı tez bana gönderile’’ diyen bir ferman yollamıştı.

 Vali Varvar Ali Paşa, ‘‘Bre ben pezevenk miyim? Bir Müslüman ademin nikahlı avradını elinden alıp, padişah bile olsa bir başka herife nasıl veririm?’’ dedi ve saraydan gelenleri tekme-tokat kapı dışarı etti. Sonra ‘‘Devlet elden gidiyor’’ deyip, isyan bayrağını açtı. Hemen asker topladı ve Sivas’ı bırakıp Tokat taraflarına gitti.

 İsyanı haber alan saray, bu sefer daha da garip bir iş etti. İsyanı bastırma vazifesi, güzel karısını Varvar Ali Paşa’nın sayesinde padişaha kaptırmayan, İbşir Paşa’ya verildi. İbşir Paşa ‘‘asiyi tez zamanda yakalayıp tepeleyesin! Ya başı, ya başın!’’ buyuran padişahın daha birkaç gün önce ‘‘avradını hemen bana yollayasın’’ dediğini unuttu. ‘‘Ferman efendimizindir’’ deyip, Varvar Ali Paşa’nın peşine düştü. Ali Paşa’yı Tokat taraflarında kıstırıp yakaladı ve tam cellada vereceği sırada Ali Paşa, herkesin içinde ‘‘ulan, ben senin avradının ırzını korumak için isyan etmiştim. Senin gibi herifi benim üzerime musallat etmelerinin sebebi budur, bilmiyor musun? Beni Allah’ın emrine karşı çıkmayıp da namusunu koruduğum için mi katledeceksin pezevenk?!’’ deyiverdi. İbşir Paşa kızarıp bozardı ama onun nazarında padişahın emri kendi namusundan da üstündü. Cellada bir işaretiyle, namusunun bekçisi Varvar Ali Paşa’yı canından etti. Sadakati karşılıksız kalmayacak, kısa bir zaman sonra sadrazamlığa getirilecekti. Halk arasındaki adı ve ünvanı da “deyyus-u ekber ibşir paşa”ya çıkar.

 FRANSIZ İHTİLALİ VE TUZ

 Fransız devrimi öncesinde tuzun tüketiciye satış fiyatı üretim maliyetinin yirmi katına varmıştı. Tuz vergisi nedeniyle köylülerin yıllık gelirlerinin en az sekizde biri tuza harcanır olmuştu. Tuz o yıllarda adeta altından daha değerliydi. Halk yiyeceklerini, bütün yıl saklayabilmek için, doğal kaya tuzuna ihtiyaç duyuyordu. Üstelik eziyet, yüksek vergiyle de bitmiyordu. Fransa’nın bazı bölgelerinde kraliyet, tuz kaynaklarından kişi başına yılda 9 kg tüketimi zorunlu kılınmıştı. Verginin uygulanışındaki keyfilik ve adaletsizlik, durumu daha bunaltıcı hale getirmişti. Örneğin Britanya, 1550’de Fransa’yı ilhak ettiğinde, ömür boyu tuz vergisinden muaf olma konusunda ısrar etmişti. Tüm bu sorunlar, tuz kaçakçılığının önünü açtı. Bununla mücadele için de özel bir polis kuvveti oluşturuldu. Bu özel kuvvete, evlere baskınlar yapma, tuz saklanıp saklanmadığını ortaya çıkarmak amacıyla da özel eşyaları arama ve kaçakçılara silahlı müdahale etme yetkisi verildi.

 Fransız devriminden önceki bir yıl içerisinde, tuz kaçakçılığından hüküm giyerek idam veya kürek cezasına çarptırılanların sayısı 3500’ü bulmuştu. Asayiş tedbirlerinin dışında, kilisenin desteğini almak gibi yöntemler de vardı. Teolog Dr.Peter Collet, 1674 yılında yazdığı eserde, tuz kaçakçılığı hakkında nefret dolu ifadeler kullanmış, bunun tüm Hristiyanlar için ölümcül bir günah olduğunu belirtmişti.

 Tuzdan alınan vergiye halkın isyanı, 1789 Fransız devriminin nedenleri arasında yer aldığı gibi Hindistan’da da Mahatma Gandi’nin İngilizlere karşı, 1929-31 yıllarındaki sivil itaatsizlik kampanyasının bir parçasıydı.

  SANAYİ DEVRİMİ VE PATATES

İnka İmparatorluğu’nu ele geçirerek, nüfusun önemli bir kısmını katleden ve geri kalanını da altın ve gümüş madenlerinde köle olarak çalıştıran İspanyollar, patatesi ilk başlarda bu geri kalmış yerlilerin tükettiği, istenmeyen bir ürün olarak görüyorlardı. Bu durum Avrupa’da patates üretimini geciktirse de kalorisinin yüksekliği nedeniyle, 1570’li yıllardan itibaren tüm kıta Avrupa’sına yayılmasını sağlar.

Nitekim Adam Smith, (1776) Avrupa’da patatesin, dünyanın diğer bazı bölgelerindeki pirinç gibi halk arasında popüler olmuş olması halinde, aynı miktar alandan çok daha fazla kalori üreterek, nüfusun hızla artabileceğini öne sürmüştür. Gerçekten de patatesin yaygınlaşmasıyla, 1750-1850 yılları arasında Avrupa nüfusu, 140 milyondan 266 milyona yükselmiş. Bu nüfus artışı da kentleşmeye ve Endüstri Devrimi’nin ihtiyaç duyduğu işgücünü sağlamaya büyük katkıda bulunmuştur.

Avrupa’nın her tarafında sadece tahıla bağımlı diyetten, patates ağırlıklı gıda üretimine geçerek, tarihte ilk defa gıda arz güvencesi de sağlanmış oluyordu. Kimi tarihçilere göre, hızla artan nüfusu beslemede başarıya kavuşan bir avuç Kuzey Avrupa ülkesi, böylece 1750-1950 yılları arasında, neredeyse dünyanın tamamına hükmetmeyi de başarmışlardır.

Patatesin kıta Avrupası dışında İrlanda, İngiltere ve İskoçya’ya gelmesi de hayli ilginçtir. İngilizler, patatesi pek istemiyorlar, buğday gibi tahılları yetiştirmekten memnun görünüyorlar. Nüfusunun çoğu, İngiliz arazi sahiplerine ait topraklarda marabalık yapan katolik İrlanda halkı ise patatesi kısa sürede benimsiyor. Bu arada, 1750 yılında 3 milyon olan nüfusları da 1841’de 8 milyonu geçiyor. Tabii nüfusları ve etkinlikleri arttıkça “İrlanda – İngiltere” çekişmesi de başlıyor.

Ne var ki, patates monokültürüne dayalı mutluluk zinciri, 1845-1848 yılları arasında “patates mantarı” hastalığı nedeniyle, üretimi neredeyse durma noktasına gelir. “İrlanda patates kıtlığı” olarak bilinen bu olay sonucunda iki milyona yakın insan, açlık ve tifodan ölür, bir o kadarı da Avrupa ve Amerika’ya göç etmek zorunda kalır. O yıllarda Osmanlı devleti de İrlanda’ya gemiler dolusu gıda yardımı yapar. İrlandalıların, Türklere karşı sempatisi de bu iyilikten kaynaklanmaktadır.

SAMUEL P.HUNTİNGTON

Cuma, Haziran 26th, 2009

 MEDENİYETLER ÇATIŞMASI

– En büyük tehlike, medeniyetlerden gelen devletler veya devlet grupları arasındaki çatışmalardır.

– İnsanlık tarihindeki temel medeniyetler, büyük ölçüde dünyanın büyük dinleriyle tanımlanmıştır.

– Batı medeniyeti dünyayı; düşüncelerinin, değerlerinin veya dinin (diğer medeniyetlerden çok az kişi hristiyanlığa girmiştir) üstünlüğüyle değil daha çok, örgütlenmiş gücü ve zoru kullanmasındaki üstünlüğü sayesinde fethetmiştir. Batılılar çok kez bu gerçeği unuturken, Batılı olmayanlar ise hiçbir zaman bunu unutmazlar.

– Pop kültürünün ve tüketim mallarının bütün dünyaya yayılmasının Batı medeniyetinin bir başarısı olarak gösterilmesi, Batı kültürünü önemsizleştirmektedir. Batı medeniyetinin özü ‘Magna Carta’dır (1215).

– Atatürk, ülkenin islami geçmişini reddederek Türkiye’yi  ‘parçalanmış bir ülke’ haline getirmiştir. Bir yanda dini, gelenek, görenek ve kurumları islama dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi batılılaştırmak, modernleştirmek ve Batıyla bir yapmak isteyen yönetici elitlere sahip bir ülke.

– Batının iktidarının yükselişi dört yüzyıl sürmüştür, düşüşü de bu denli uzun olabilir. Batının uluslararası toplumdaki üstünlüğünün 1900 yılında doruğa çıktığı söylenebilir.

– Avrupa sömürgeciliği artık sona ermiştir ve Amerikan üstünlüğü de gerilemektedir. Bunu Batı kültürünün erozyona uğraması ve beraberinde yerel nitelikte ve köklerini tarihten alan töreler, diller, inançlar ve kurumların kendini göstermeye başlaması izlemektedir.

– Siyasal görüşleri bakımından ‘İslami yeniden doğuş’, kutsal kitapları, mükemmel toplum vizyonu, temel değişim isteği, varolan güçlerin inkarı ve ılımlı reformcu çizgiden şiddete dayanan devrimci çizgiye kadar değişiklik gösteren ideolojik farklılığıyla birlikte, belli ölçüde Marksizme benzemektedir.

– M.Kemal, bir dizi dikkatlice hesaplanmış devrim yoluyla halkını, Osmanlı ve müslüman geçmişinden uzaklaştırma girişiminde bulundu. Çok uluslu bir imparatorluk fikrini reddeden Kemal, homojen bir devlet meydana getirmeyi amaçlamış, bu süreçte Ermeniler ve Yunanlılar ülkeden zorla kovulmuş ve öldürülmüştü.

– Kemal, Büyük Petro’ya öykünerek dinsel gelenekselciliğin bir simgesi olduğu gerekçesiyle fesi yasakladı. Halkı şapka giymeye teşvik etti. Türkçenin Arap harfleriyle değil, Latin harfleriyle yazılmasını kararlaştırdı. Bu reform, latin harfleriyle okuma yazma öğrenen yeni kuşakların engin bir geleneksel literatüre erişmesini imkansızlaştırdı…Batılaşma hem modernleşmeyle el ele yürüdü hem de modernleşmenin vasıtası oldu.

– Kemalist tepki başarısız oldu. Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu Batılı tarzda değil, kendi tarzlarında yapmalıdırlar.

– Osmanlının yıkılışı, islamı çekirdek bir devletten yoksun bıraktı.

– Türkiye, kendisini “laik bir devlet olarak” tanımladığı sürece, islamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.

– Türkiye kendisini yeniden tanımladığı taktirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batının temel islami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir.

– Türkiye, laikliği kaldırıp kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak İslam medeniyetinin lideri haline gelebilir…Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri gerektirir.

– Komünizmin çöküşüyle,  Batının “demokratik liberalizm” ideolojisi küresel bir zafer kazandı…Batı ve özellikle de bir “misyoner ulus” olagelen ABD, Batılı olmayan halkların kendilerini, Batının değerleri olarak kabul edilen demokrasi, serbest piyasa, sınırlı hükümet, insan hakları, bireycilik, ve hukuk devleti değerlerine teslim etmeleri gerektiğine ve kendi kurumlarında bu değerleri gerçekleştirmeleri gerektiğine inanır.

– Batı için ‘evrenselcilik’ anlamına gelen, diğer medeniyetler için ’emperyalizm’ anlamına gelir.

– Batı, batılı olmayan toplumların ekonomilerini, kendisinin hakimi olduğu küresel bir ekonomiyle bütünleştirmeye çalışıyor.

– ABD; aralarında beşi Müslüman yedi devleti terörist devletler olarak sınıflandırmıştır. Müslüman ülkeler; İran, Irak, Suriye, Libya ve Sudan, diğerleri de Küba ve Kuzey Kore’dir…1980-1995 yılları arasında ABD, ortadoğuda hepsi de müslümanlara yönelik onyedi askeri operasyona girişmiştir.

– Soğuk savaşın görece basit iki kutupluluğunun yerini çok kutuplu, çok medeniyetli bir dünyanın çok daha karmaşık ilişkileri alıyor.

– İslamın sınırları dahilinde nereye bakacak olsanız, müslümanların komşularıyla barış içinde yaşamada sorunlar yaşadığını görürsünüz.

– Müslümanlar, dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturuyor ama 1990’larda diğer herhangi bir medeniyetin halkından çok daha fazla grup arası şiddete bulaştılar…İslamın sınırları kanlıdır, dolayısıyla iç kısımları da öyle.

James Payne şu sonuca ulaşır; “islam ile militarizm arasında çok kesin bir biçimde bir bağlantı mevcuttur”.

– Müslümanların dövüşkenliği ve şiddet düşkünlüğü, ne müslümanların ne de müslüman olmayanların yadsıyabileceği yirminci yüzyıl olgularıdır.

– İslamın en baştan itibaren kılıç dini olup, askeri erdemleri yücelttiği savı ileri sürülmektedir. İslam “savaşçı Bedevi göçebe kabileleri” arasında doğdu ve bu şiddete dayalı köken islamın kuruluşuna damgasını vurdu. Muhammed’in kendisi çetin bir savaşçı ve becerikli bir komutan olarak anılır. Bu ne İsa için ne de Buda için söylenebilir. İslamın öğretileri, öne sürüldüğü üzere, inançsızlara karşı savaşmayı buyurur…

– Kuran ve müslüman inançların diğer açıklamaları şiddete ilişkin çok az yasaklama içerir ve şiddete başvurmama kavramı, müslüman öğretisi ve pratiğinde eksiktir.

– İslam dünyada istikrarsızlığın kaynağıdır çünkü, baskın bir merkezden yoksundur.

Batı medeniyeti evrensel olduğu için değil, benzersiz olduğu için değerlidir.