– Tabular, önyargılardan beslenir.
– Sorgulanmayan fikirler, dogmatizmin ötesine geçemez.
– Bilgi, kesinliği herkes açısından genel geçer olduğundan müdahaleyi, dogma ise inananları bağladığından müdahalesizliği meşru kılar.
Ancak bu teoride böyle, gerçekte ise dogmatizm, şovenizme dönüşür ve kendisi gibi olmayana hayat hakkı tanımaz. Bilgi toplumunda ise eylemleri şiddet içermediği sürece, karşıtlarına dahi eşit hak ve özgürlükler talep eder.
– Bütün ihtiraslar, güç isteminden doğar.
– Kendisi için iyi olan (koşulsuz), başkası için iyi olandan (koşullu) daha muteberdir.
– Varlık; sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşebilen, sürekli bir oluştur.
– Tanrı düşüncesi insanlığın gelişim sürecinde, hem en büyük engel hem de ulaşmak istediği en büyük hedef olmuştur.
– Bireyin en temel durumu, yalnızlık ve korkudur. Yapıp etmelerinin tümü bu durumu aşmaya yöneliktir.
– Başkasını yücelttikçe kendimizi küçültürüz, kendimizi yücelttikçe de komplekslerimiz belirginleşir.
– Etik; özgürlüğün bir paylaşımıdır.
– Etiği belirleyen özgürlük bilinci, özgürlüğü belirleyense, varlık bilincidir.
– Erdem dediğimiz şeyse tarafların birbirine eşit/adil davranmasıdır.
– Etik ve özgürlüğün sınırlarını belirleyen; ‘ben’in karşısında ‘sen’in varlığıdır.
Benin ‘söz – eylem’ özgürlüğünü, senin ‘söz- eylem’ özgürlüğü sınırlayarak belirler.
– Etiğin ve özgürlüğün en temel ilkesi; (hiçbir şeye zarar vermeden) herkese ve herşeye karşı adaletli olmaktır.
– Her türlü varlığı indirgeyerek açıklama girişimi, metafiziksel bir yaklaşımdır.
– Bilinç ile özdek arasında, mahiyet farkı olsa da birlikteliği olgusal bir gerçekliktir.
– Bilgili olmak, ‘bilinçli olmak’ değildir ama bilinçli olan bilgilidir de.
Önemli olan bilgiye sahip olmak değil, onu uygulayabilmek, değerlendirebilmek ve sentezleyebilmektir.
– Her türlü fanatizm, sonunda despotizme dönüşür.
– Kutsal bildiklerinizi, ne kadar sorgulayabiliyorsanız o kadar özgürlükçüsünüz demektir.
Sorgulamayan itaatkar faşizm, özgürlüğü de tehdit eder.
– İnsanlar sahip oldukları mülkiyet oranında muhafazakar, sahip olmadıkları oranda da devrimci fikirlere sahiptirler.
– Ölüm de bir varoluş biçimidir.
– Felsefe, insanın içinde bulunduğu evreni tanıyabildiği kadar kendisidir.
– İnsanlık tarihi bir eylem olarak; kendini bilme, tanıma ve geliştirme sürecidir.
– İnsanlık tarihi dünya tarihinin, dünya tarihi ise evrensel tarihin bir sonucudur.
– Bir doğa varlığı olan insanın bilincinden bahsediyorsak, doğanın da bir tür bilince sahip olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Herşey birer ‘akıllı tasarım’ ürünü olarak, iyi bir usta işi görünmekte. Bu usta kimdir veya nasıl bir şeydir?
Tüm dünya, bizden daha gelişmiş bir medeniyette yaşayan bir çocuğun, bilgisayarında oynadığı bir ‘medeniyet kurmaca’ oyunu olabilir mi?
Pek çok şey mümkün…Kesin olan bu konuda olanaklı bilgilerden sözedebileceğimiz ama ‘şöyledir’ ya da ‘böyledir’ diyemeyeceğimiz.
– Bizim samanyolumuz ve dünyamız güneşin bir parçasıysa, güneşin de başka bir ‘bing-bang’in sonucu olması muhtemeldir.
– İnsan zekası, evrensel oluşu kavramaya yönelik somutlaşmış bir bilinç halidir. İnsanlık tarihi ise insanın kendini ve içinde bulunduğu evreni keşfederek tanıma ve bilme sürecidir. Varolanı kavramsal olarak yeniden kurma, tümüyle kendini bilme ve yeniden üretmektir.
– Bilmek; değiştirmektir, değiştirmek; özgürlüktür.
– Çelişkiler bizim bilgi kuramlarımızda, gerçekte değil.
– Doğanın yasalı oluşu, bilincin bir göstergesidir.
– Dünya tarihi; üçüncü çağa doğru hızla ilerlemekte.
Birinci çağ; İnorganik çağ (tez), canlı yaşamının henüz başlamadığı devir. Evrimsel süreçte ulaştığı en üst aşama; kimyasal oluşum (hücrenin yapı taşlarını oluşturan aminoasitler).
İkinci çağ; organik çağ (antitez). Evrimsel süreçte, kendini en üst aşamada ‘insan’ olarak gerçekleştirmiştir.
Üçüncü çağ; evrensel çağ (sentez). İnsanın kendisini, ‘ tekno-insan’la aşarak, evren varlığına dönüşeceği çağ. Tabi bu aşamaya kadar dünya bir felaketle karşılaşmazsa.
Her çağ evrimsel olarak, ulaştığı en üst aşamada, kendisini üreterek yeni bir çağı başlatmaktadır. İnsan da ulaşacağı en üst aşamada, kendini yeniden üretecektir.
– İnsan eyleminin amacı; mutlak bilgi, mutlak güçtür.
– Dünyanın mahvına bile olsa, insanoğlu bilme arzusundan; kendini, dünyayı, evreni… bilmek ve işleyişine müdahale etmekten vazgeçmeyecektir. En azından şimdiye kadar bu böyle oldu. Moral değerler insan egosunu ne kadar dizginlemeye çalışsa da o bir yolunu bulup kendi gelişimine devam etmekte.
Ayn Rand’ın dediği gibi ‘ego büsbütün kötü olsaydı, iyi olanları izah edemezdik’.
– Yıldızları sadece bir esin kaynağı olarak görmek isteyenlerin yanında, onlara ulaşmak isteyenler de her zaman varolacaktır.
– İnsanoğlunun yaptıklarıyla dünyayı bir felakete götürdüğü söylenebilir ama unutmamalı ki, insan etkisi olmadan da dünya her an bir felaketle karşılaşıp yok olabilir.
İnsanlığın bu felaketi beklemek yerine, yazgısını değiştirmeye çalışması çok daha akıllıcadır. Sadece temaşa halinde şükrederek beklemek, miskinlerin işidir. İnsan ne yapabileceğinin ve ne olabileceğinin sonuna kadar gitmeli. Her şeyin mahvına bile olsa, yazgısını değiştirebilecekse buna değer.
Madem ki var, başına gelen ve gelebilecek olanların, bir yazgı olup olmadığını anlamak ve değiştirmek adına tüm olanaklarını sonuna kadar zorlayıp, içinde bulunduğu alemi anlamaya ve bilmeye çalışmalıdır.
– İnsan neyi bilirse, o kadar müdahil olur.
– Kötü olan liberalizm değil, toplumun bilinçsizliği ve bireylerin örgütsüz oluşudur. Liberalizm aslında tam bir sivilizasyon sürecidir. Bireylerin özgürce örgütlenmelerinin önünü açar. Devletin çekildiği alanları, Sivil Toplum Örgütleri almakta, devlet toplumun bütününe yayılmakta, devletin yaptığı işleri STK’lar yapmaktadır. Sosyal denge, tamamiyle ihtiyaç ve taleplere göre STK’lar aracılığı ile sağlanmaktadır. (Siyasi liberalizmin nihai amacı ise, toplumun devlet olduğu aşamadır.)
Unutmamalı ki, iyi yönetilmeyen devlet de faşizm, sömürü, etnik kimlik gibi konularda her türlü terörden çok daha tehlikeli olabilmektedir.
– Kapalı toplumlarda kollektif örgütlenmeler, açık toplumlar da ise bireylerin özgürce girip çıktığı liberal örgütlenmeler vardır. Kapalı toplumlarda millet, devlet içindir ve ordu sadece dışarıya karşı değil, kendi halkına karşı kullanılmak için de vardır.
Açık toplumlar, kişi hak ve özgürlüklerinin yasal güvence altına alındığı toplumlardır. Yargı bağımsızdır ve herkese açıktır.
Dinsel cemaatçilik ile ideolojik (kollektivist) cemaatçilik arasında, ritüellerinin dışında hiçbir fark yoktur. Aynı yapısal örgütlenme biçimine sahiptirler.
Sınıf egemenliği, toplumun diğer sınıfları üzerinde baskı kuran, diktacı bir rejimdir (proleteryanın diktatörlüğü gibi). Sınıfsız toplum ise ütopik bir yaklaşımdır.
Mülkiyeti kontrol altında tutarak; adil, sömürmeyen, erdemli bir devlet kuralım derken, kendi ellerimizle özgürlüğümüze son veren devasa bir diktatörlük kurmaksa tercih edilecek bir durum değildir.
Yapılacak olan; sosyal hakların yasal güvence altına alınarak, insan onurunu düşürmeden, sınıflar arasındaki makası makul ölçülerde tutmaktır.
– Devlet vatandaşlarının hizmetinde değilse, onlardan aldıklarını adil bir şekilde dağıtmıyorsa, kimin yönettiğinin ne önemi var?
Aynı sömürüye tabi tutuluyorsan, sömürgeci yerli olsa ne olur, olmasa ne olur…
– Vatandaşlarına adil davranmayan bir devletin, herkesten vatandaşlık görevlerini yerine getirmelerini (gerekirse ölmelerini) bekleme hakkı yoktur.
Aslolan hayattır, insanların huzur ve refahıdır.
– Bir ülkede, yasalarca korunan imtiyazlı sınıf ve kesimler olduğu sürece, orada tam demokrasiden bahsedilemez.
– Vatandaşının hak ve hukukunu gözetmeyen, kötü muamele görmesine göz yuman bir devletin, kendisini haklı gösterecek hiçbir sebebi olamaz.
– İnsanları ne kadar dışlarsanız, o kadar terörize edersiniz. Aslolan, herkesin sistem içine alınarak, gelişimine yardımcı olmaktır.
– Hak ve özgürlüklerimize ilişkin taleplerimiz kadar, onları isteme yöntemimiz de bir o kadar önemlidir.
Terör örgütleri de çok masum ve haklı taleplerle yola çıkabilir. Ancak meşruiyyetlerini yitirmelerine yolaçan, taleplerini elde etme yolunda uyguladıkları yöntemlerdir.
– Evrensel, herkes için genel geçer doğrular vardır ancak öncelikler de vardır. Her durum ve koşulda aynı doğruları savunamazsınız.
/
– Bir ‘ulus devlet’te, halklar arasındaki eşitsizlikleri, ‘insan hakları’ bakımından eşitlemeye çalışırken, bu hakların siyasi açıdan da değerlendirilmesi bir o kadar önemlidir. Aksi halde ‘ulusal özgürlük’, ‘ulusal birlik’ ve ‘entegrasyon’ süreci zarar görebilir.
‘İnsan hakları’ bakımından her alanda talep edilen ‘eşitlik’, siyasal olarak değerlendirilmediğinde ayrışma ve bölünmeye yolaçabilir.
– Ulus devletin varlığını sürdürebilmesi için, bütün halkların eşit haklar bakımından olduğu kadar, birlik açısından da katkı vermeleri gerekir. Entegrasyon sürecinin durması, birliği parçalar.
– Ulus devletin de kendine özgü birtakım kuralları vardır:
Herkesin ‘anadili’ni konuşması, bir temel haktır. Bu dilin yasaklanması ise faşizmdir. Bir ulus devletde herkes anadilini öğrenebilir, konuşabilir, yayın yapabilir. Resmi dilin tek olması hem entegrasyon süreci hem de pragmatik açılardan zorunludur. Resmi dilin öğretilmesiyle beraber “anadilde eğitim” bir haktır. Egemen bir devlette halkların, kendi ana dillerine göre eğitim yapması kuşkusuz ayrışmayı belirgin bir hale getirecektir ancak, insanların bu haktan men edilmesi durumunda da illegal yollardan ayrılıkçı davranışlara zorlanması, yasakçı politikalar nedeniyle olacaktır.
– Ulus devletin parçalanması, diğer devletlerin varlığını tehdit eder riskler taşıyorsa, bölünmeme yönünde herkes aynı hassasiyeti göstermelidir.
Her egemen devletin, kendi güvenliğini tehlikeye sürükleyecek hiçbir oluşuma geçit vermek istememesi onun pek tabii hakkıdır.
– Tek bir ‘etnik kimlik’e dayalı devletlerde ‘ulus devlet’ modeli ideal görülebilir fakat çok kimlikli ülkelerde bu model, halkların siyasal eşitlik talep etmesi halinde, merkezi yönetim buna izin vermeyeceği için sonuçta büyük çatışmalar ve acılar yaşanmasına da neden olabilmektedir.
– ‘Eyalet’ sistemine dayalı ‘federatif’ yapılar ise halklar açısından daha özgürlükçü olmakla birlikte bölünmeye daha açıktır.
– Daha çok sayıda halkın eğemenliği açısından, devlet sayısının çokluğu mantıklı gelebilir ancak bu daha çok küçük devlet demektir. Küçük devletlerin, büyüklerin uydusu olması ya da egemenlik hakkını kötüye kullanmaları halinde, denetimleri de çok büyük sorunları beraberinde getirmektedir.
– Devletler ortaya çıkan durum ve ihtiyaçlara göre, çıkarları doğrultusunda resmi ideolojilerini de yönetim biçimlerini de değiştirebilirler.
– Bazı ülkelerin sadece kendi vatandaşlarına karşı değil, bölgesindeki diğer ülke ve isanlara karşı da tarihten gelen görev ve sorumlulukları vardır. Bu nedenle çeşitli zamanlarda, ülkesinin güvenlik ve refahını da tehlikeye atabilirler. Bu, ‘lider ülke’ olmanın bedelidir.
– Sürekli güvenlik tehdidi altında yaşayan ülkelerde, güvenliğe ayrılan payın çok fazla olması halkın refahını kısıtlayan bir unsurdur.
– Bazı ülkeler birden fazla medeniyetin üyesi olabilir. Bu olağanüstü bir ayrıcalık ve zenginliktir. Bir ulusun hangi medeniyete ait olduğunu sadece dil ve din değil, tarihsel süreçleri de belirler. İki medeniyetlilik, hem o ülke hemde diğer ülkeler bakımından uzlaştırıcı yanıyla bir şanstır.
– Bazı ülkelerin jeopolitik konumu, iki medeniyetlilik gibi kendine özgü farklı özellikleri nedeniyle tek eksen yerine, ‘çok eksen’li olmaları yadırganacak bir durum değildir.
…
– Yeni oluşan oligarşiye karşı çıkarken, eskisine sarılıp savunmak da yanlışta ısrar etmektir.
Her oligarşi, diğerlerinin egemenliğine karşı çıkarken, kendisine ise her koşulda teslimiyet ister.