Posts Tagged ‘madde’

STEPHEN W. HAWKING “ZAMANIN KISA TARİHİ”

Cumartesi, Kasım 6th, 2010

 

 STEPHEN W. HAWKING, “ZAMANIN KISA TARİHİ”

 Bugün bilimciler, evreni iki temel kısmi kuramla betimliyorlar; genel görelilik kuramı ve tanecik mekaniği.

 Genel görelilik kuramı, kütlesel çekim kuvvetini ve evrenin büyük ölçekteki yapısını anlatır. Tanecik mekaniği ise bir santimetrenin bin milyarda biri kadar küçük ölçekteki olaylarla uğraşır.

 Ne yazık ki, bu iki kuramın birbirleriyle çeliştikleri bilinmektedir. Yani her ikisi de doğru olamaz. Günümüz fiziğinin zor görevlerinden biri ve bu kitabın ana konusu, her iki kuramı da içine alacak bir yeni kuram, “çekimin tanecik kuramı” arayışıdır.

 

 Görebildiğimiz en uzak nesneden gelen ışık yola çıkalı neredeyse sekiz milyar yıl geçti. Yani evrene baktığımızda onun geçmişteki durumunu görmekteyiz.

 

 Roger Penrose ve ben gösterdik ki, Einstein’ın genel görelilik kuramı, evrenin bir başlangıcının olmasını gerektirir ve de olası sonunun.

 

 Bir uçtan bir uca yaklaşık yaklaşık yüzbin ışık yılı uzunluğunda ve yavaş yavaş dönen bir yıldız kümesinin içinde yaşamaktayız. Sarmal kollarındaki yıldızlar, kümenin merkezi etrafında birkaç yüz milyon yılda ancak bir kez dönerler.

 

 Bugünkü tanıtlar evrenin büyük bir olasılıkla sonsuza dek genişleyeceğine işaret ediyorsa da şundan da eminiz ki, evren günün birinde çökecekse bile olsa en azından on milyar yıldır genişlemekte olduğundan, bu, on milyar seneden önce olmayacaktır.

 

 Marki Laplace’ın önerdiğine göre, öyle bir bilimsel yasalar takımı olmalıydı ki, yalnızca bir an için evrenin tümünün durumunu bilirsek, evrende olup bitecek herşeyi hesaplayabilirdik.

 Laplace bununla kalmayıp, insan davranışları da içinde olmak üzere herşeye hükmeden benzeri yasaların varolduğunu ileri sürdü.

 

 Bilimsel belirlenirlik öğretisine, tanrının dünya işlerine karışma özgürlüğüne saldırıda bulunduğu için pek çok kişi şiddetle karşı çıktı.

 

 Belirsizlik ilkesi, Laplace’ın bir bilim kuramı düşünün, “tamamıyla belirlenebilir bir evren modeli”nin ölüm çanını çaldı; eğer evrenin şu andaki durumu bile kesin bir biçimde ölçülemiyorsa, gelecekteki olayları doğru hesaplamak hiç mümkün olamazdı!

 

 Tanecik kuramına katkısından dolayı Einstein’a nobel ödülü verildi. Buna karşın Einstein, evrene şansın hükmettiğini asla kabul etmedi. Duyguları şu ünlü değişiyle özetlenebilir; “tanrı barbut atmaz“.

 

 1981’de Vatikan’da Cizvitlerin düzenlediği evrenbilimi konferansında Papa bize, evrenin büyük patlamadan sonraki evrimi üzerinde çalışmamızın yerinde olacağını ancak büyük patlamanın kendisini soruşturmamamızı, çünkü onun ‘yaradılış anı’ yani Tanrının işi olduğunu söyledi. O zaman biraz önce konferans konuşmamın konusundan haberdar olmayışına çok sevindim. Çünkü konuşmam, uzay – zamanın sonlu ama sınırsız olabileceği yani başlangıcının, yaradılış anının olmadığı konusundaydı.

 

 Bilim tarihi tümüyle olayların keyfi bir tarzda oluşmayıp, tanrısal olsun olmasın belli bir kurulu düzeni yansıttığının yavaş yavaş farkına varılışıdır.

 

 Güçlü insancı ilke, yine tüm bu engin yapının bizim hatırımız için varolduğunu ileri sürecektir. İşte buna inanmak çok zor.

 

 Evrenin toplam enerjisi tam tamına sıfırdır. Evrendeki madde, artı enerjiden oluşmuştur. Ancak madde, kendi kendisini kütlesinden dolayı çekmektedir.

 

 Çekimin tanecik kuramı yeni bir ufuk açmıştır. Uzay – zamanın yeni bir sınırı olmayabilir ve böylelikle sınırdaki davranışı bilmeye de gerek yoktur. Bilim yasalarının işlemediği tekillikler ve uzay – zamanın, sınır koşullarını saptamak için tanrıya ya da bazı yeni yasalara başvurmanın gerekeceği bir kenarı olmayacaktır. Denilebilir ki, “evrenin sınır koşulu, sınırının olmamasıdır”. Evren tamamıyla kendine yetecek ve kendi dışındaki hiçbir şeyden etkilenmeyecektir. Ne yaratılacak ne de yokedilecektir. Yalnızca olacaktır.

 Zaman ve uzayın birlikte, sonlu büyüklükte fakat bir sınırı ya da kenarı olmayan bir yüzey oluşturabilecekleri önerisini ilk kez, daha önce sözünü ettiğim Vatikan’daki konferansta ileri sürdüm.

 Zaman ve uzayın sınırsız ve sonlu olduğu düşüncesinin yalnızca bir öneri olduğunu vurgulamak isterim. Bu, bir başka ilkeden çıkarsanamaz.

 

 Maddenin yoğunluğunun, bir yerden ötekine biraz değişik olduğundan, genişleyen bu evrende kütlesel çekim daha yoğun bölgelerin genişlemesini yavaşlatıp büzülmelerini başlatacaktır. Bu galaksilerin, yıldızların ve sonunda bizim gibi önemsiz yaratıkların bile oluşumuna yol açacaktır.

 

 Evrenin bir başlangıcı oldukça, bir yaratıcısı olduğunu varsayabiliriz. Ama evren tümüyle kendine yeterli, sınırsız ve kenarsız ise ne başı ne de sonu olacaktır, yalnızca olacaktır! O halde bir yaradana ne gerek var?

 

 Düzensizlik zamanla artar. Çünkü zamanı, düzensizliğin arttığı yönde ölçeriz.

 

 Akıllı varlıklar, evrenin ancak genişleyen  evresinde ortaya çıkabilmişlerdir…İnsan soyunun evreni kavramadaki aşamaları, düzensizliğin sürekli arttığı evrende küçük bir düzen köşesi kurmuştur.

 

 …Eninde sonunda, bu kısmi kuramların tümünü yaklaşıklıklar olarak içeren ve gerçekten uygunluğunun, bir takım keyfi sayılara değerler konularak sağlanması gerekmeyen, tutarlı, tam bir birleşik kuramın bulunması umulmakta. İşte böyle bir kuramın aranışına “fiziğin birleştirilmesi” diyoruz.

 

 …Evren hakkında kuramlar tanıtlanamayacağı için, gerçekten doğru kuramı bulduğumuzdan hiçbir zaman emin olamayacağız. Ama kuram matematik açıdan tutarlı ve gözlemlere uyan kestirimler veriyorsa aradığımız kuram olduğuna, akla uygun ölçülerde inanabiliriz.

 

  Laplace’ın ‘belirlenirliği’ iki açıdan eksikti; yasaların nasıl seçilmesi gerektiğini söylemiyordu ve evrenin ilk durumunu belirlemiyordu. Bunlar tanrıya bırakılmıştı. Evrenin nasıl başladığını ve hangi yasalara uyduğunu tanrı seçerdi ama evren bir kez başladı mı artık onun gelişmesine karışmazdı. Aslında tanrının sınırı, ondokuzuncu yüzyıl biliminin anlamadığı alanlarla çizilmişti.

 Şimdi biliyoruz ki, Laplace’ın belirlenirlik umutları gerçekleşemez, en azından onun aklından geçtiği şekliyle. Tanecik mekaniğinin belirsizlik ilkesi, bir parçacığın konumu ve hızı gibi nicelik çiftlerinin aynı anda her iki ögesinin de kesin doğrulukla saptanamayacağını söylemektedir.

 

 …”Biz ve evren niçin varız?” sorusunu yanıtlayabilirsek, insan aklının en yüce zaferi olacak. Çünkü o zaman, tanrının aklından neler geçtiğini bileceğiz.

SPİNOZA

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

 

   SPİNOZA (1632-1677):

 

 Spinoza felsefesine, panteist felsefe de denir. Her yerde her şeyde tanrı var. Her şey tanrıda olmasından tanrıdan geliyor. Felsefenin temel amacı, tanrının bilgisine ulaşmaktır.

 Descartes, tanrının varlığını kanıtlamaya çalışıyordu. Spinoza’da ise tanrı vardır ve şüphe edilemez. Ona göre tanrıyı bilirsek her şeyi biliriz. Çünkü; her şey ondadır.

 Varolan her şey onun özünden zorunlulukla türemiştir. Varolanlarının tümünün ideaları, kökleri tanrıdadır. Tanrıyı bilince, ‘tanrı’ kavramı içine ne giriyorsa bağlantıları ile bilebiliriz.

 Tanrıda bulunan ideaları onu bilmemizle, ondan zorunlu olarak çıkan gerçek dünyayı da biliriz.

 Spinoza felsefesinde, idea ile gerçeklik tam bir uygunluk içindedir. Bunlar birbirine paraleldir. Düşünce dünyasının düzeni ile gerçekliğin/dünyanın düzeni arasında tam bir paralellik vardır. Bir şeyin ideasını, ideasının içindeki bağlantıları bilirsek, gerçekliğini de biliriz. Biz tanrıyı bilirsek, ideal dünyayı da ve buna paralel gerçek dünyayı da biliriz. Çünkü; idealar tanrının içinde.

 Spinoza, Descartes’in matematiksel yöntemini aynen alıyor ve sistemini buna göre kuruyor.

Descartes’den ayrıldığı nokta, hareket noktasıdır. Descartes kendi varlığından hareket ediyor, her şeyi kendisiyle temellendiriyordu. Oysa Spinoza’da hareket noktası, tanrıdır. Varlığının kanıtlanması gerekmez. Çünkü; O zaten vardır.

 Bir başka fark; Descartes matematiksel yöntemi, aritmetikten çıkarıyor. Spinoza ise geometriyi kullanıyor. Öğretisini, 8 tanım 7 aksiyomla kuruyor. Euklides geometrisini örnek alıyor.

 Descartes’de iki töz vardır, Spinoza’da ise bir töz vardır, o da tanrıdır. Diğer iki töz, tanrının nitelikleri ve görünüşüdür.

Tek töz anlayışı, Spinoza felsefesinin en temel noktasıdır. Sistemi tek töz üzerine kuruludur.

 Töz nedir?

 Töz, kendi kendine varolan, kendi kendisiyle kavranan, kavramı bir başka şeyin kavramına bağlı olmayan. Meydana gelmemiştir, yokolmaz, bölünmez ve ebedidir.

 Tanrının sıfatları sonsuzdur onun sıfatlarını saymak onu sınırlamak demektir. Onun sıfatlarını sayamayız. Çünkü:

“Her belirleme bir yadsımadır.”

 Neden (tanrı) ve etki (idealar/gerçeklikler), bir ve aynı şey olduğuna göre Spinoza’nın panteist görüşü hakkında ne söyleyebiliriz? Buradan panteizme nasıl gidilir?

 Doğa, tanrının özünden çıkar, tanrıyla aynı şeydir. Bu nedenle, neden-etki birbirinden ayrılan değil, eşittir.

 Bütün varolanlar tanrının nitelikleri(attributum) ve görünüşleridir (modus).

Tanrı, immanent (içkin) bir nedendir. Kendi kendisinin zorunlu sonucudur.

Attributum; tözün ancak kendisini birlikte koyduğu şeydir. Biz bu niteliklerden sadece ikisini biliyoruz. Bunlar da madde ve ruhtur. Bunlar Descartes’de tözdür, Spinoza’da ise tözün nitelikleridir. Bunların birinden hareket ederek diğerini açıklayamayız. Ruhsal dünyayı, sadece düşünceyle, maddi dünyayı da zaman ve mekanla açıklayabiliriz.

 Bu iki attributum/ nitelik, kendisini iki biçimde ortaya koyar. Biri düşünce diğeri mekandır. İşte bunlar tözün modusudurlar.

 Modus; kendi kendine değil, başka bir şeyde olan, başka bir şey yardımıyla tanınan.

 Modusu attributumla, attributumu da tözle kavrayabiliriz.

 Başka şeyler aracılığıyla kavranabilen bu moduslar; tek tek görünüşler, nesnelerdir. Misal, kalem bir modustur ve madde attributumuna girer. Algılama, hissetme, ve psişik durum modusları; ruh attributumuna girer. Biz tanrının görünüşünden başka bir şey değiliz.

 

              TÖZ

   í                         î

í  ATTRİBUTUM    î

 

         MADDE  çè  çè   RUH 

                 MODUS   

 

          ê                    ê

            Maddi                  Ruhsal

      Belirlenimler         Belirlenimler

 

 Birşeyin varoluşunun nedeni başka bir şeydedir ve bu zincir töze kadar gider. Bir modusu kavramak demek, tanrıyı kavramak demektir. Tek tek nesneler, düşünceler hepsi birbirine bağlı gözükürler aslında hepsi tözün belirlemesidir. Herşeyin temelinde tanrı var.

  ‘’Varolmadığını düşünemediğimiz, özü varlığı kuşatan şeye kendi kendisinin nedeni diyorum. Kendi kendisinin nedeni olan bir şeyden daha büyük bir şey tasarlayamam. O kendisiyle tasarlanır ve başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın kavranabilir. O sonsuz olup, sıfatları da sonsuzdur.

 Her şey zorunlu bir nedensellikle oluşur. Tanrının dışında hiçbir kendi tabiatının zorunluluğuyla kendi kendisinin nedeni olarak olmuyor. Bu nedenle tanrının dışında hiçbir şey özgür değil.’’

 Tanrı ilk neden, onun dışındakiler nedenler zinciri olarak var. Varolmaları kendilerine bağlı değil bu nedenle de özgür değiller.

 Tanrı hem neden hem de sonuç. Ondaki bu nedenselliği ‘P’ önce ‘q’ sonra şeklinde değildir. O nedeni ve sonucu ile aynı anda olmuştur.  

 

 Her şey ancak 2 şekilde olabilir:

1-Ya kendi özünden türer,

2-Ya da ilinektir; varolması için başka bir şeye ihtiyacı olan.

Spinoza’ya göre nedensiz hiç bir şey olmaz.

Dünyayı kavramak istiyorsak, tanrıyı kavramamız gerekir.

‘’Ben tanrıyı varolmayan olarak düşünemem, çünkü; kendi kendisinin nedeni olup özü varlığı kuşatmıştır. Oysa bir modusu düşünebilirim. Çünkü; kendi kendisinin nedeni değil. Aynı sıfatları paylaşan iki ya da daha fazla töz olamaz. Töz/tanrı bir tanedir O ancak kendi kendisinin yardımıyla tasarlanır. Bu cevher başka bir cevher tarafından meydana getirilemez. Her cevher sonsuzdur. Tanrıdan başka cevher yoktur ve tasarlanamaz.’’

 

  Neden ve etkinin zaman dışı bir boyutta ele alınması gerekir. Bunları kavrarken zamanı/süreyi karıştırmamak gerekir. Etki, nedenin kendisini göstermesinden başka bir şey değildir.

 Zaman boyutunu işe karıştırdığımızda, bugün doğru olan yarın yanlış olabilir.

 

         Spinoza’ya göre Moduslar ikiye ayrılır:

1-Sonsuz modus; tanrının özünden dolaysız olarak çıkan. Varolmak için başka bir modusa ihtiyaç duymuyor sadece tanrıya ihtiyacı var.

2-Sonlu modus; varolmak için başkaca modusların varlığına ihtiyaç duyuyorlar.

Tek tek yer kaplayan cisimler, tek tek maddi olaylar… bunların hepsi sonlu moduslardır.

 

   İki Attributum (nitelik) vardır:

Cisimsel dünyayı oluşturan attributum ki; bu kendini ‘mekan’ olarak gösteriyor. Düşüncenin kendisi ise sonsuz modustur.

Tek tek nesneler hep başka bir nesneyi gerektirirler. Nesneler arasında kesintisiz bir bağlantı var. Bu kesintisiz bağlantı nedeniyle ‘rastlantı’ diye bir şey yoktur. Bir nesnenin nedeni, diğer bir nesne. Bu ilişkiler kesintisiz, boşluksuz ve zorunlu.

 Aynı zincir ruhsal dünyada da var. Kendinden önce belirlenmeyen hiçbir olay yoktur. İşte bu durum ruhsal dünyada ‘İSTENÇ/İRADE ÖZGÜRLÜĞÜ’nü ortadan kaldırıyor.

 Spinoza’ya göre özgürlük bir kuruntudan başka bir şey değildir. Rastlantı olmadığı halde insanlar olayların gerçek nedenini bilmedikleri için rastlantıdan sözediyorlar. Olayların gerçek nedenini bilmemek bu da kuruntuya yol açıyor.

 Bir attributumu başka bir attributumla açıklayamayız, kavrayamayız çünkü; her bir attributumun kendine has bir düzeni vardır. Ruhsal dünyadaki bir olayın nedeni ancak ruhsal bir olay olabilir.

 Özgürlük ve rastlantıdan bahsetmemiz asıl nedenleri bilmememizden kaynaklanmaktadır.

 

   RUH VE BEDEN İLİŞKİSİ:

 

Attributumların her biri kendi içinde kapalı bir dizge. Bu attributumlar tanrının özünden zorunlulukla çıkmışlardır.Birbirlerini etkileyemezler ama bir attributumdaki modus diğer bir  attributumdaki modusun karşılığıdır.

 Oysa occasionalistler bu iki dünyanın birbiriyle olan ilişkisini açıklamak için araya tanrıyı koyuyorlardı. Spinoza’da ise bu durum çok daha kolay açıklanmıştır. Birindeki bir olaya diğerinde başka bir olay tekabül eder. Olup biten şey bir ve tekdir. Bu iki dünya nedenler zinciri olarak birbirine paraleldir. Aslında bütün olup bitenler tözde/tanrıda olup bitmektedir. Çünkü; bu iki dünya tanrının iki attributumudur.

 Maddi dünyada nedenleri bilmeyişimiz ‘rastlantı’ adını alıyor, ruhsal dünyada bilmeyişimizde  ise rastlantının yerini; ‘irade özgürlüğü’ alıyor. Ne rastlantı ne de irade özgürlüğü yoktur. Bütün bunlar birer kuruntudan ibarettir.

 Maddi dünyada ne varsa ruhsal dünyada da bunun karşılığı mutlaka vardır. Ruhtaki bir isteme, bedende de istemeyle ilgili bir eyleme tekabül eder.

 

   AHLAK VE DEVLET GÖRÜŞÜ:

 

İnsan, varlığını sürdürmek isteğindedir. Bu istek bilinçsizdir. İnsanın ruhsal dünyasındaki bu irade, istenç adını alır. ‘İyi’ ve ‘kötü’ kavramı buradan çıkar. İnsan bir şeyi istiyorsa buna ‘iyi’ diyor, istemiyorsa ‘kötü’ diyor. Bu kavramlar istence göre, göreli kavramlardır.

 Onun devlet görüşü de bu anlayışa dayanır. İnsanın varlığını sürdürmek istemesi en doğal hakkıdır. Böyle olunca, bu hakkın ve varlıkların korunması için bir güvenlik kurulması gerekir ki; bu ‘devlet’tir. Devlet bu amaçla kurulmuştur.

 Spinoza, devlet şekli bakımından Hobbes’tan ayrılır. Spinoza, demokrasiden yanadır. Tek kişinin egemenliğinin, bireylerin haklarını kaldıracağını düşünür. Daha sonra bu düşüncesini değiştirerek Aristokrasiyi benimser.

 

 Tözün nedeni, immanenttir yani kendi içindedir. Tözden zorunlulukla çıkan şeylerin nedeni ise trancendenttir yani nedenleri kendi dışındadır.

 Tanrı sonsuz olup sıfatları da sonsuzdur. Başka bir tanrı/ töz daha olsaydı; o da sonsuz sıfatlara sahip tanrının, başka bir sıfatıyla tanımlanacaktı. Çünkü; sonsuz sıfatlara sahip olan tan tanrı, bütün sıfatlara sahiptir. Aynı sıfatlara sahip iki tanrı olamaz. Sonsuz sıfatlara sahip tek bir tanrı vardır.

 Tanrının bütün sıfatları ezelidir, o her şeyin içkin nedenidir.

 Tanrı tarafından yapması gerektirilmiş olan kendi gerektirilirliğini bozamaz. Yaratıcı tabiatla, yaratılmış tabiat bir ve aynı şeydir (panteizm). Tabiatta zorunsuz hiçbir şey yoktur. Olduğunu düşünmek, akıl için çelişki yaratır. Tabiatta olumsallık diye hiçbir şey yoktur. Böyle olması gerekiyordu, böyle oldu.

  İrade özgürlüğü olmadığı gibi tanrı bile kendi kendisinin zorunlu nedeni olduğundan, özgür değildir. Şu düzenden başka bir düzen olsaydı, tanrının iradesi de başka türlü olacaktı, bu da imkansızdır.

SKOLASTİK FELSEFE

Çarşamba, Haziran 3rd, 2009

                  

 

Skolastik, ‘okul bilimi’ anlamındadır. Zira bu dönemin anlayışı, felsefeyi; gerçeği aramak yerine, okullarda öğretilen bir takım belli bilgi ve malumatlardan ibaret kabul etmiştir. Bu felsefe, hristiyan mektebinin felsefesidir. Çünkü; bu felsefe, ortaçağda din adamlarını yetiştiren manastır ve katedrallerde geliştirilmiştir.

 Felsefe tarihinde çok uzun bir dönemi kapsayan bu dönem 3 devreye ayrılır:

1-    Erken skolastik  (yaklaşık 800- 1200)

2-    Yüksek skolastik ( 1200 – 1300 )

3-    Geç skolastik ( yaklaşık 1300 – 1500 )

 

                    ERKEN SKOLASTİK

 

ANSELMUS ( 1033 -1109 ):

 

Hakikat Üzerine’ adlı eserinden:

-Hakikatin başının ve sonunun olmayışı-

 

 Tanrının hakikat olduğuna inandığımıza, başka birçok şeyde hakikat olduğuna göre, hakikatden sözederken, tanrının hakikat olup olmadığını söylemek zorundayız.

 Hakikat olmaksızın gerçek olmazsa, hakikatin bir başının ve sonunun olduğunu düşünmek imkansızdır.

 Hakikat olmaksızın, gerçek varolamaz. O halde hakikat başlamadan önce vardır ve sona erdikten sonra da olacaktır. O halde hakikati, bir başlangıç ve son ile sınırlayamayız.

 

  ‘Anlamın ve İfadenin iki hakikati üzerine:

 

 Önce ‘ifade’ de hakikatin ne olduğunu arayalım. Çünkü; sık sık ifadeye doğru ya da yanlış deriz.Bir ifade ne zaman doğrudur? İfade ettiği şey evetlendiğinde ya da değillendiğinde doğrudur. Varolmayan şeyin varolmadığını değillediği zaman da ifade ettiği şeyin doğru olduğunu söylüyoruz.

 Hakikat; tanrı (başlangıcı ve sonu olmayan)

 Gerçek; şeyler.

İfade edilen şey, ifadenin hakikati midir? Hayır, çünkü; hakikatten şey olmanın dışında, hiçbir şey hakiki değildir. Ve bu şekilde doğrunun hakikati, bizzat doğrunun içindedir. Oysa ifade edilen şey, doğru ifadenin içinde değildir. Bu nedenle onun hakikatinden değil, onun hakikatinin nedeninden sözedilmesi gerekir. Bu nedenle bana göre, ifadenin hakikati söylenen içinde aranmalıdır.

 O halde aradığın şey, bizzat söylenen anlam ya da ifadenin tanımında bulunan şeylerin biri olmasın?

 Sanmam niçin? Çünkü; eğer böyle olsaydı, ifade her zaman doğru olurdu. İfadenin tanımındaki şeylerin tümü, ifade ettiği şey varolduğu zaman hem de olmadığı zaman aynı kalırdı.

 Nitekim söylenen ve anlam aynıdır. Ve ötekiler benzer şekildedir. O halde sence  oradaki hakikat nedir? İfadedeki varolan bir şeyin varolduğunu anlattığı zaman. Hakikatin onun için değil, doğru ve hakiki olduğu dışında başka bir şey bilmiyorum. Peki evetleme niçin yapılmıştır? Varolan şeyin, varolduğunu anlatmak için. O halde buna zorunludur. Anlatmak zorunda olduğu şeyi anlattığı zaman doğru bir şekildedir. Öyle doğru bir şekilde anlattığı zamanda anlam doğrudur.İfade varolan şeyin, varolduğunu anlattığı zaman, ifadenin anlamı doğru oluyor hem de hakikidir. İfade için doğru ve hakiki olmak aynı oluyor bu da varolan şeyin varolduğunu anlatmaktır. Bu nedenle hakikat, doğruluktan başka bir şey değildir. Aynı şekilde ifade, varolmayan şeyin varolmadığını anlattığı zaman da doğru ve hakikidir.

 Akıl yürüterek varolduğunu sandığımız şey, varolduğu zaman düşünce doğru, varolmadığı zaman yanlıştır. Düşüncenin doğru olduğunu söylemek, hakikat olduğunu söylemenin ta kendisidir. Varolan şeyin varolduğunu düşünen, düşünmek zorunda olduğu şeyi düşünür ve bu şekildeki düşünce doğrudur.’

 

 Eylem hakikati:

 Doğru davranmak hakikati eylemektir. Yapıp etmelerimizde, doğruyu, iyiyi, hakikati yapmak. Yapmak zorunda olduğu eylemi yapan doğru.

 

Anselmus’ta tanrı ispatları:

 

 Ontolojik tanrı ispatı; Tanrı tanımı gereği en yetkin varlıktır. Onun varolmadığını düşünmek tanımıyla çelişmektedir. O halde, tanrı vardır.

 

 Kozmolojik tanrı ispatı; her şeyin bir nedeni varsa nedeni kendinden olan ve her şeyin nedeni olan zorunlu bir ilk nedeni de kabul etmek zorundayız. Bu da tanrıdır.

 

 Fiziko-teolojik tanrı ispatı; evrende amaca uygun bir uyumluluk, muhteşem bir düzen var. Bu düzeni de ancak tanrısal bir algı yapabilir.

 

YÜKSEK SKOLASTİK( 1200- 1300):

 

Aristoculuğun İslam filozoflarından yapılan tercümeler yoluyla hristiyan dünyada tanındığı bu dönemin iki büyük temsilci filozofu; Albertus Magnus ve Aqinolu Thomas’tır. Thomas yalnız yükseliş döneminin değil, bütün skolastik dönemin en büyük düşünürüdür.

 

 AQİNOLU THOMAS (1225-1274):

 

-‘Varlık ve Öz üzerine’ eserinden-

Ayrı substanslar/ varlıklar ne şekilde vardır?

Farklı substanslar; ruh, akıllı varlıklar ve ilk neden.

 

Maddeden bağımsız  / İlk neden        / Yalın varlıklar

Olarak sadece form             â

Ve varoluştur.           / Akıllı varlıklar/  Form + Varoluş

                                          â

                                / Ruh               /  maddesiz varoluş

                                          â 

                                / Madde           /

 

 

 

 Madde, akıllılığı engelleyen zararlı bir şey. Madde formun karşısında değerden düşmüştür. İnsan ruhunda ya da akıllı bir yapıda hiçbir şekilde madde ve form bileşimi yoktur.

 Bir substansın varoluşu form ve maddeyi içermektedir. Yani bir bileşiktir. Buna karşılık yakın bir substansın varoluşu sadece formdur. Bileşiğinki ise, maddedir.

 Yalın olanlar bütün olarak tek tek vardırlar. Ne türleri ne de cinsleri sözkonusudur.

 

                        SUBSTANS

     â                                   â

Bileşik                                Yalın

Madde                               Akıllı varlıklar

                                           â                   

                                         Ruh

                                         Tek tek vardır

                                     Sadece formdurlar.

 

 İlk Neden                         

  âá           

 

Akıllı varlıklar    Yukarı doğru çıkıldıkça gerçeklikler

                                            artıyor,                    

  âá                  buna karşılık potensleri azalıyor.

                                            azalıyor.

  Ruh                 Aşağı doğru inildikçe gerçeklikleri

                                            azalıyor,

  âá                  buna karşılık potensleri

                                            artıyor.

Madde                                 

 

 

   İlk neden saf edimdir. Ruh da, akıllı varlıklar da edimini ilk nedenden alıyor. Akıllı varlıkların edimi ruha oranla daha fazla çünkü, ilk nedene daha yakın. Akıllı insan, akıllılığını, akıllı varlıklar doğasından aldığından akıllı insandır.

 İlk neden, her şeyin nedeni, kendisi nedensizdir. Bu nedenle potensten sözedilemez.

   Yukarıya çıkıldıkça gerçekliklerin artması nedir? Thomas’a göre gerçek olanlar, hem  zaman-mekan içinde olanlar hem de olmayanlardır. Tanrı, en gerçek varlık çünkü; zaman ve mekanın dışındadır. O gerçeklik ki, daima kaıcıdır.

 Bir takım şeylere dokunamayız, göremeyiz ama vardır; tanrı gibi.

 Thomas’a göre en gerçek tanrıdır. Peki bunun bilgisini nasıl ediniyoruz? Bunun bilgisini ancak değilleyici yüklemlerle bilebiliriz. Ne olduğunu değil, ne olmadığını söyleyerek bilgisine ulaşabiliriz.