Posts Tagged ‘Kavram’

PSİKOLOJİYE GİRİŞ -2

Perşembe, Kasım 26th, 2009

 

  DİL ÖĞRENİMİ:

 

 Çocukların dil öğrenimi birkaç adımda gerçekleşmektedir:

 

 1.adım, ‘kelime öğrenimi’; yeni doğan çocukta kelime bilgisi yoktur. Sadece çeşitli sesler çıkarır. Bağırma, ağlama vs.

 Birinci ayın sonundan sonra açlık, susuzluk, rahatsızlık gibi hallerini çıkarılan seslerle anlatmak için kullanır. Nerde olursa olsun bebeklerin çıkardıkları sesler başlangıçta hep aynıdır. İşittiği dil ne olursa olsun, bebeğin çıkardığı ilk anlamlı sesler a, e gibi dilin gerisinden ve gırtlaktan gelen sesler ile b, m, p, t gibi dilin ön kısmından ya da dudaktan çıkarılan seslerdir.

 İkinci aydan itibaren a, ay, uy gibi ünlüleri çıkarmaya, 4-6 aylar arasında ise ma, mu, da gibi sesleri çıkararak kendi kendilerine konuşabilirler. 9-10. aylar civarında bebeklerin çıkardıkları gelişi güzel sesler azalır. Ve ilerde çıkacak olan ilk kelimenin temelini oluşturacak olan sesler yoğunluk kazanmaya başlar. Bu sesleri, konuşulan seslerin temel taşları olarak düşünmek mümkündür. İlk kelimenin ne zaman telaffuz edileceği bir bebekten diğerine değişmektedir. Bununla birlikte bu çoğunlukla 1 yaş civarına rastlar.

 Bebeğin çıkardığı kelimeler genellikle aynı hecelerin tekrarından oluşan; ‘baba’, ‘dede’ gibi kelimelerdir.

 Çocuğun ilk kelimeyi çıkarmak için geçirdiği aşamalara paralel olarak sözel ayırt etme yeteneği yani söylenilenleri anlama yeteneği de gelişir. İlk kelimenin söylenilmesinden yaklaşık 1-2 ay önce bebek, “baba kaşığı al” gibi basit emirleri anlamaya başlar. Bu da anlama yeteneğinin, konuşma yeteneğinden önce geliştiğine işaret eder.

 Doğumun yaklaşık ilk yılının sonunda çıkmaya başlayan ilk kelimeler, başlangıçta kişiler ve nesneler için kullanılan birer isimdir. Ancak kısa bir süre sonra bebek, tek bir kelime ile bütün cümleyi ifade edebilecek istek, emir ve niyetleri ifade etmeye başlar. Yani tek kelimeyle, birçok karmaşık şey ifade etmeye başlar. Örneğin; “top masanın altına kaçtı” gibi anlamlar ifade eder.

 Bu tip tek kelimelik cümlelere; ‘holophrase’ denir. Bu konuşma tarzına ise ‘holophrastik konuşma’ denir.

 

 2.Adım, ‘kavram öğrenme’; kavram birçok bakımdan farklı olan nesnelerin ortak bir özellik açısından bir kategoride sınıflandırılmasına yardım eden bir etikettir. Örneğin; kız, erkek, balık gibi kavram isimleridir.

 Kavram öğrenirken çocuk herhangi bir etiketi ya da ismi tek bir durum, nesne ya da canlı için değil, uygun özelliğe sahip durum, nesne ve canlıların tümü için kullanmayı öğrenir. Örneğin; başlangıçta ‘balık’ kelimesi sadece akvaryumda bulunan şeye işaret etmek için değil suda yaşayan ve belirli özellikleri olan tüm canlılara işaret eden bir kavram olduğunu öğrenecek ve bu kavramı uygun yerlerde kullanacaktır.

 

 3.Adım, ‘cümle kurma’; İlk cümlenin kurulması yaklaşık 18. ayı alıyor. Ancak bu dönemdeki cümlelerin çoğu iki kelimeden oluşan ve genellikle gramer açısından yanlış cümlelerdir. Örneğin; “baba, atta gitti”, gibi cümlelerdir.

 Çocukların kendi dillerinin gramer yapılarını anlamaları 48 ila 60. ay (4-5 yaş) civarlarına rastlar.

 

Çocuklar hangi mekanizma ile öğrenirler?

 Bu konuda ilk görüşler öğrenme kuramlarıdır. Ve bu kuramlar arasında dil gelişimi üzerinde en fazla duran Skinner’dir. Ona göre dil; diğer davranışlarımızın çoğu gibi edimsel koşullanma yoluyla öğrenilir. Sözel davranışlarımızın temelinde yatan şey, çocuğun çıkardığı bazı seslerin çevre tarafından pekiştirilmesidir.

 Skinner’a göre çocukların çıkardıkları ses ya da heceler edimsel davranışlardır. Çünkü, çocuk bunu uyarıcısız, istemli kendiliğinden yapıyor. Ve tüm edimsel davranışlar gibi kendi çıkardığı sonuçlara karşı duyarlıdır. Yani tekrarlama olasılıkları, ortaya çıkardıkları sonuçlar tarafından kontrol edilebilir. Dil öğrenmeyi sağlayan temel mekanizma budur.

 Skinner’a göre, bebek konuşmaya başlamadan önce değişik sesler çıkarmakta ve bu seslerden bazıları günlük dildeki seslere benzemektedir. Ana-baba bu benzeyen sesleri seçici olarak pekiştirmekte ve dolayısıyla çocuğun bu sesleri daha iyi çıkarmasına yol açmaktadır. Başlangıçta bu pekiştirme, dilde kullanılan bir kelimeye çok az bir benzerliği olan sesler için yapılır. Örneğin; çocuğun çıkardığı ‘baa’ sesi ‘baba’ sözcüğüne benzediği için pekiştirilir.

 Skinner, hecelerle kelime söylenmesine ‘baba, dede’ gibi ‘kademeli yaklaşım der. Bu yolla bir davranışın öğretilmesine ise ‘davranışın şekillendirilmesi’ adını verir.

 Çocuk yine pekiştirme yoluyla hangi kelimeleri nerede kullanacağını da öğrenir.

 Kısaca Skinner’a göre, öğrenme bir pekiştireçtir.

 Diğer bir öğrenme kuramcısı, Bandura’dır. Ona göre de çocuk, koşullanma ve taklit yoluyla öğrenir.

 Bir başka öğrenme kuramcusı ise Chomsky, bir psikolog olmaktan çok bir dilbilimcidir.

 Chomsky, ilk kelimelerin öğrenilmesinde pekiştirme ve taklidin rol oynadığını kabul etmekle birlikte, dil gelişiminin sadece bu mekanizmalarla açıklanamayacak kadar, uzun bir süreç olduğunu vurgulamakta ve dil gelişimiyle ilgili öğrenme kuramları çerçevesinde yapılan bazı açıklamalara da karşı çıkmaktadır.

 Ona göre bir dildeki cümleler ‘yüzeysel yapı’ ve ‘derin yapı’ olmak üzere iki tür yapıya sahiptir.

 Yüzeysel yapı; konuşulan dilin gramer kurallarının gerektirdiği yapıdır. Örneğin; “Ali yardıma hazırdır”, cümlesini ele alalım. Bu cümlede ‘Ali’ isim, ‘yardıma’ dolaylı tümleç, ‘hazır’ fiil, ‘-dır’ eki ise yardımcı fiildir. Bu cümle gramer kurallarına göre, bir araya getirilmiş kelimelerden oluşmaktadır.

 Chomsky’e göre cümlenin ‘derin yapısı’ ise cümlenin ifade ettiği anlamdan oluşur. Ona göre, yüzeysel yapısı aynı olan iki cümlenin derin yapıları aynı olabilir.

 Örneğin; “öğretmen Ali’ye soru sordu”, “öğretmen tarafından Ali’ye soru soruldu” bu iki cümlenin yüzeysel yapılarının farklı olmalarına rağmen derin yapılarını aynıdır.

 Chomsky’e göre cümlelerin derin yapılarını anlayabilmek, dili öğrenmek ve kullanmanın en temel gereklerinden biridir. Oysa cümlelerin derin yapıları doğrudan doğruya söylenmez, söylenen ya da işitilen yüzeysel yapıdır.

 Hiçbir zaman doğrudan doğruya söylenmedikleri ya da işitilmedikleri için bir çocuk derin yapıyı pekiştirme ya da taklit yoluyla öğrenmesi mümkün değildir.

 Buna rağmen Chomsky’e göre 5-6 yaşlarındaki çocuklar kendi dillerinin derin yapılarını anlayabilmekte ve cümlelerin yüzeysel yapılarına değişik anlamlar vermek suretiyle başarıyla değiştirebilmektedirler. Dolayısıyla dilin öğrenilmesi pekiştirme ve taklit dışındaki bazı mekanizmaları gerektirmektedir. Hepimiz belirli gramer kurallarını kullanarak sonsuzca cümleler kurarız. Yani dilde belirli kurallar ölçüsünde bir yaratıcılık var.

 

 Hatırlama:

 

 Hatırlama; ‘bellek’ dediğimiz olgu sayesinde olur.

 Hatırlamanın türleri:

 

 1-Yeniden bütünleştirici hatırlama; bu hatırlamada geçmişte yaşadığımız bir olay, bu olayın geçtiği yer ve zamanla hatırlanır. Bu hatırlamaya bu ismin verilmesinin nedeni; geçmişteki bir olayı, bu olayla ilgili bir ipucuna dayanılarak bir bütün olarak hatırlanmasıdır. Yani bir ipucu, bütün olayın hatırlanmasını sağlar.

 Bu tür hatırlama şart olmamakla beraber genellikle detaylı ve gereksizdir.

 

2-Yeniden bütünleştirmeksizin hatırlama; bu tür hatırlama, geçmiş bir yaşantı ya da öğrenmenin gerçekleştiği yer ve zaman bellekte yeniden yapılandırılmaksızın hatırlanmasıdır.

 Örneğin; ne zaman ve nerde öğrendiğimizi hatırlamaksızın ezberimizde olan bir şiiri okuyabiliriz, bisiklet sürebiliriz.

 

 3-Tanıma; tanımayı hatırlamadan ayıran şey, bazı durumlarda hatırlama sözkonusu olmaksızın tanımanın mümkün olmasıdır.

 Örneğin; gördüğümüz birini tanıyıp, ismini hatırlamamız gibi durumlardır.

 Tanımada iki tür hata sözkonusudur:

 a)Bazen gerçekte belleğimize kaydedilmemiş olan bir şeyi tanıyor olduğumuzu düşünebiliriz. Zaman zaman gördüğümüz yeni bir ortamda daha önce bulunmuş gibi oluruz.

 b)Gerçekte hafızaya kaydedilmiş olan bir şeyin tanınmamasıdır.

 

 4-Yeniden öğrenme; hatırlamanın bir başka biçimidir. Önceden aşina olunan birşeyin, aşina olunmayan eşit düşünüşteki birşeyi başka şeyde daha çabuk öğrenilmesidir. Yani önceden bilinen bir materyal tamamen unutulsa bile tekrar öğrenilmesi daha çabuk olur.

 

 Unutma:

 

 Bu konuda 3 değişik yaklaşım vardır:

1-Bellek izlerinin bozulması.

2-Bozucu etkiler.

3-Güdüsel ya da maksatlı unutma.

 

 1-Bellek izlerinin bozulması görüşüne göre; öğrendiğimiz her yeni şey ya da yeni yaşantı beynimizde hatırlanmayı sağlayacak bir tür fiziksel iz bırakır. Bu izlere, ‘bellek izi’ denir. Unutmaya yol açan şey, zamanla fizyolojik süreçler nedeniyle bu izlerin bozulmasıdır. Örneğin; yarım yamalak öğrendiğimiz şeylerin ya da romanların, filmlerin ayrıntılarının kısa zamanda unutulması bu görüş çerçevesinde açıklanabilecek olaylardır.

 Buna karşılık, hiç pratik yapmaksızın yıllar geçmesine rağmen bisiklet sürmesini, yıllar geçmesine rağmen hiç tekrar yapılmadığı halde bir şiirin ezberden okunması yine bu görüşle açıklanmaktadır.

 

 2-Bozucu etkiler; unutma olayını öğrenmeyle hatırlama arasında geçen sürede öğrenilen yeni şeylerin bozucu etkisiyle açıklar. Yani bu görüşe göre untmaya neden olan şey; öğrenme ile hatırlama arasındaki zaman aralığı değil, bu zaman aralığında öğrenilen yeni şeylerdir.

 Yeni öğrenilen bir materyalin daha önce öğrenilen şeylerin hatırlanmasını güçleştirmesine, ‘ket vurma’ denir.

 Ket vurma; ileriye doğru ve geriye doğru olmak üzere kendini iki biçimde gösterir.

 Yeni öğrenilen şeylerin önceki bildiklerimizi hatırlamayı zorlaştırmasına ‘geriye doğru ket vurma’ adı verilir.

 Daha önceden bildiğimiz bir şeyin yeni öğrendiğimiz bir şeyi hatırlamayı zorlaştırmasına ise ‘ileriye doğru ket vurma’ denir.

 

3-Güdüsel ya da maksatlı unutma; bu görüş unutma olayını ‘bastırma’ adını verdiğimiz bir mekanizma ile açıklar.

 Bastırma; bireyin kaygı uyandıran düşünce, yaşantı çatışmalarını bilinçaltına iterek orada baskı altında tutması ile kendini gsteren bir savunma mekanizmasıdır.

 Bu görüş, önceki iki görüşün aksine hiçbir yaşantı ya da öğrenmenin bellekten silinmediğini vurguluyor. Yani bu görüşe göre, unutma diye bir şey yoktur. Ancak hatırlamamak sözkonusudur. Eğer bir şey hatırlanamıyorsa bunun sebebi, hafızadan bir şeyin silinmesi değil, kişiyi rahatsız ettiği için bilinçaltına itilmesidir.

 

 Bellek sürekli midir? Ya da öğrendiğimiz bazı şeyler hafızadan tamamen silinebilir mi?

 Bellek izlerinin silinmesi, bu soruya ‘evet’ derken, güdüsel ve maksatlı unutma görüşü ise ‘hayır’ cevabını vermektedir.

 Bozucu etki kuramı ise yoruma bağlı olarak yukardaki iki görüşü destekliyor gözükmektedir. Yani bu kurama göre, eski materyalin araya giren yeni materyali bellek izlerinden silerek, eski öğrendiklerimizin hatırlanmasının yol açtığı kabul edilirse, bellek izlerinin silinmesi kuramı gibi bu soruya ‘evet’ der.

 Araya materyalin sadece eskilerini hatırlamasını engellediği kabul edilirse bozucu etki kuramı, güdüsel ya da maksatlı unutma kuramı gibi bu soruya ‘hayır’ diyecektir.

 Belleğe kaydedilen bir materyalin tamamen silinmesi ya da sadece hatırlanmaması şeklindeki bu iki zıt görüş, ‘iz bağını unutma’ ya da ‘ipucu bağını unutma’ olarak adlandırılır.

 İz bağını unutma; bellek izinin gerçekten kaybolması sonucunda ortaya çıkar. Bu tür unutmada öğrenilen ya da yaşanılan olay, bellekten silinmiştir.

 İpucu bağını unutma da ise hatırlanacak materyal bellekte depolanmış durumda durmakta fakat hatırlama için gerekli kritik bir ipucu bulunmadığı için hatırlanamamaktadır. Günlük dildeki ‘dilimin ucunda’ deyimi buna örnek olarak verilebilir.

 Şimdiye kadar gördüğümüz unutma kuramlarının hiçbirisi, unutma olayını tam olarak açıklayamamaları, bazı kuramcıları, ‘iki süreçli bir bellek kuramı’ önermelerine yol açmıştır.

 Bu kuramcılara göre, yaşantılarımızın ya da öğrendiklerimizin belleğimizde depolanmasında birbirinden farklı iki süreç ya da iki mekanizma işlemektedir.

 Bunlardan birincisi, kısa bir süre önce öğrenilen şeylerin ya da yaşantıların belleğe depolanmasını ve hatırlanmasını, ikincisi ise iyi tekrarlanmış ve belleğe iyice yerleşmiş bilgilerin hatırlanmasını sağlamaktadır.

 Bu iki depolanma süreci ya da mekanizması, ‘Kısa süreli bellek’ ve ‘uzun süreli bellek’ olarak adlandırılmaktadır.

 Kısa süreli bellek; örneğin, rehberden baktığımız bir telefon numarasını, bu numarayı çevirecek kadar bir zaman süreci içinde hatırımızda kalmasını sağlamaktadır.

 Kısa süreli belleğe kaydedilen bilgilerle, iyi tekrarlanan şeyler uzun süreli belleğe aktarılırlar. Ve bu bellekte gerektiği zaman hatırlanmak üzere muhafaza edilirler.

 Uzun süreli belleğe kaydedilen bilgiler de zaman zaman unutulabilirler. Ancak bu unutma, ipucu bağını unutma şeklindedir. Yani kritik ipucu, akla geldiğinde sözkonusu yaşantı, öğrenme hatırlanacaktır.

 Kısa süreli bellekteki unutma ise iz bağını unutmadır. Yani silinen bir bilginin tekrar hatırlanması mümkün değildir.

 

 Algı:

 

 İnsanların davranışlarının büyük bir bölümü çevreyi algılayış şekilleri tarafından tayin edilir. Bu nedenle algı konusu, psikolojide önemli bir konudur.

 Algı terimi, içinde yaşadığımız çevrenin bize nasıl göründüğüne, çevreden aldığımız seslerin nasıl yorumlandığına, yediğimiz şeylerde bize verdiği tada işaret etmek için kullanılır Yani algı olayı, çevremizden veya içimizden gelen uyarıcılara duyu organlarımız tarafından kaydedilmesi olayı değil, bu uyarıcıların yorumlanmış şekline işaret etmek için kullanılır.

 Başka değişle algılarımız, duyu organlarımız tarafından kaydedilen uyarıcıları, duyum kanalları yoluyla beynimize iletilmesi sonucunda ortaya çıkar. Duyum kanalları, alıcı bir organ ve alıcı organ da beyine giden sinir liflerinden oluşur. Çevremizdeki fiziksel deneyler duyu organları tarafından alınarak sinir liflerine aktarılır. Ve sinir liflerinde belirli bir hareket başlatır. Sinir liflerindeki bu hareket sayesinde fiziksel enerji, sinir enerjisi haline getirilir. Sinir enerjisi haline dönüştürülen fiziksel enerji, beynimize ulaştırılır. Ve beynimizin ilgili bölümleri tarafından değerlendilir. Ancak bu değerlendirmeden sonra, algı olayı ortaya çıkar.

 

 Algı ve Beyin:

 

 Çevreden gelen uyarıcılar bakımından, oldukça karmaşık bir dünyada yaşıyoruz. Belirli bir anda duyu organlarımız, binlerce değişik uyarıcı tarafından uyarılmaktadır. Çevremizdeki nesnelerin şekilleri, renkleri vs. bir anda diğerine değişmekte, işittiğimiz şeyler bir uğultudan ileri gitmemektedir. Bununla beraber biz çevremizdeki nesneleri, şekilleri, renkleri bize hep aynı olarak görünmektedirler. Yani içinde yaşadığımız çevreyi belirli bir düzeni olan çevre olarak algılarız. Bu durum, duyu organlarımız yoluyla kaydedilen uyarıcıların beynimizin ilgili bölmelerine organize edilmesi ve şekillerinin değiştirilmesi sayesinde olmaktadır.

 Duyu organlarımız tarafından kaydedilen uyarıcıların, anlamlı algısal uzantılar haline dönüştürülmesi, şu mekanizmalar halinde mümkün olmaktadır (bu mekanizmalara, ‘algının özellikleri’ adını vermekte mümkündür):

 

 *1-Algının seçiciliği özelliği; algının en belirgin özelliği, onun seçici olmasıdır. Duyu organlarımız son derece fazla uyarıcı tarafından uyarıcı etkilenmektedir. Ancak biz bu uyarıcılardan, seçicilik sayesinde sadece bir kaçını algılarız.

 Belirli bir anda duyu organlarımızı etkileyen uyarıcılardan, hangilerini seçerek algılayacağımızı 2 grup etken belirler:

 Bunlar; (1) uyarıcıya ait özellikler, (2) algılayana ait özellikler,

 

 I-Uyarıcıya ait özellikler:

 a)Şiddet; çevreden gelen uyarıcılarda, büyüklük, parlaklık yani şiddet bakımından daha dikkat çekici uyarıcılar öncelikli olarak algılanacaktır.

 b)Kontrast (zıtlık); birlikte bulunduğu diğer uyarıcılarla zıtlık oluşturan bir uyarıcının algılanma olasılığı daha yüksektir. Örneğin, bir dizi siyah noktanın içinde beyaz bir nokta daha kolay algılanacaktır.

 c)Tekrar; bir uyarıcı ne kadar çok tekrarlanırsa algılanma olasılığı o kadar çok yükselecektir.

 d)Hareket; hareketli bir nesne, duran bir nesneye göre daha çabuk algılanır.

 e)Gariplik; belirli bir ortam içinde alışılmadık veya garip bir uyarıcı daha çabuk dikkat çekecektir.

 

 II-Algılayan kişiye ait özellikler:

 Bu çerçevede sayılabilecek etkenler arasında kişinin o andaki güdüleri, ilgileri, beklentileri ve diğer psikolojik ve fizyolojik durumları sayılabilir.

 Örneğin; aç bir kişinin yemek kokusu alması, tok bir insana göre daha büyük bir olasılıktır. Yine arabalara ilgisi olan birisi görmediği bir arabayı diğerlerine göre daha büyük bir ilgiyle algılayacaktır.

 Beklentiye de bir örnek verecek olursak; çocuk bekleyen anne, çocuk sesine karşı daha duyarlıdır.

 

 *2-Algıda organizasyon; aslında duyu organlarından gelen uyarıcılar parça parçadır. Örneğin; birinin yüzüne baktığımızda gözümüze bu kişi ağzından ayrı, burnundan ayrı, saçlarından ayrı uyarıcılar şeklinde gelmektedir.

 Aynı şey diğer duyu organları için de geçerlidir. Örneğin; dinlediğimiz melodi aslında kulağımıza notalar halinde gelmektedir.

 Bütün bunlara rağmen insanın yüzünü, kalabalığı, melodiyi bir bütün olarak algılarız. İşte duyu organlarımıza gelen tek tek uyarıcıların bir bütün halinde algılanması, algının organize özelliği sayesinde mümkündür.

 

 *3-Algının değişmezliği; algıladığımız kadarıyla içinde yaşadığımız dünya değişmez ve sabittir. Uzaktan bize doğru gelen kişinin boyu bize yaklaşmasıyla değişmez. Tabak bir açıdan bakıldığında daire diğer açıdan elips şeklinde görülmez. Başımızı nereye çevirirsek çevirelim radyonun sesi aynı yerden gelir. Aslında nesnelerden gelen fiziksel uyarıcılar, biz mekân değiştirdikçe değişirler. Örneğin; camın tam karşısında durduğumuzda, camın gözümüzün ağ tabakasına düşen imajı dikdörtgen şeklindedir. Biraz yana kaydığımız da ise yamuk şeklini alır. Buna rağmen hangi açıdan bakarsak bakalım, camın dikdörtgen şeklinde algılanmasıdır. Yani gözün ağ tabakasındaki imaj değişse de algımız değişmez. Bu değişmezlik diğer uyarıcılar (renk, büyüklük, ses vs.) için de sözkonusudur.

 

 *4-Derinlik; yüzyıllar boyu derinlik algısı, bilim adamlarını şaşırtan bir algı olmuştur. Çünkü gözün ağ tabakası, ancak iki boyut algılama yeteneğindedir.

 Gözümüz ancak sağ ve sol, yukarı ve aşağı olmak üzere iki boyut kaydedebilir. Buna karşılık nesnelerde, derinlik boyutu dediğimiz üçüncü bir boyutu da algılarız.

 Derinliği algılama yeteneğimiz olmamasına rağmen nesneleri üç boyutlu (en, boy, derinlik) olarak algılarız. Bu nesnelerden gelen fiziksel uyarıcılardan ve bu uyarıcılara ilişkin ipuçlarının belirli bir biçimde değerlendirilmesi sayesinde olur.

 Derinliğin algılanması için gerekli olan ipuçları; moleküler ve binoküler ipuçları olmak üzere iki grupta toplanır:

 Moleküler ipuçları sadece tek bir göz tarafından kaydedildiği zaman bile derinlik algısına yol açabilir.

 Binoküler ipuçları ise ancak her iki göz tarafından kaydedildiği taktirde, derinlik algısı ortaya çıkar.

 

    Moleküler ipuçları:

 1-Doğrusal perspektif; uzaktan bakılan nesnelerin yakındakilere nazaran ağ tabakasında daha küçük bir imaj olması sonucunda ortay çıkan ipucudur. Bu ipucu uzakta bulunan nesneleri birbirinden ayıran mesafelerin ağ tabakada daha küçük bir imaj bırakması şeklinde de kendini gösterir. Örneğin; mesafe arttıkça, demiryolundaki raylar birbirine yaklaşır.

 2-Açıklık; genel olarak nesnelerin görüş netliği arttıkça daha yakın görünmeleridir. Yani bir nesneyi ayrıntıları ile gördüğümüzde daha yakınmış gibi sadece kenar çizgilerini gördüğümüzde ise daha uzaktaymış gibi algılarız.

 3-Araya girme; bir nesnenin, başka bir nesnenin görülmesini kısmen engellemesidir. Böyle durumlarda öndeki nesne daha yakındaymış gibi görünür.

 4-Gölgeler; ışığın geniş pozisyonuna bağlı olarak nesnelerin bazı kısımlarının aydınlık bazı kısımlarının da dah karanlık olması derinlik algısına yol açan bir başka özelliktir.

 5-Hareket; biz hareket halindeyken, bize yakın olan nesneler ters yöne, uzakta görünenler ise aynı yöne gidiyormuş gibi görünür. Buna ek olarak, ister biz isterse nesneler hareket etsin uzaktaki nesnelerin katettikleri mesafe daha az olarak görülür.

 6-Akumudasyon; göz merceğinin şeklini bakmakta bulunduğumuz nesneyi gözün odak noktasına getirmek üzere değişmesidir. Bu değişme, göz merceğine bağlı kaslar tarafından sağlanır.

 

 Binoküler ipuçları:

 Sadece iki göz tarafından algılandığı zaman derinlik algısı açığa çıkar.    Özellikleri:

 1-Retinal farklılık; ağ tabajka farklılıkları. Herhangi bir şeyin iki gözün ağ tabakasına düşen imajlarının farklı olmamasıdır.

 2-Convenjans; çok kesin olarak saptanmamış olmaka birlikte derinlik algısına katkıda bulunacak bir diğer olay ‘convenjans’tır. Belirli bir uzaklıkta bulunan nesnelere baktığımızda her iki gözün bakış açısı biribirine paraleldir. Ancak belirli bir noktadan sonra gözler giderek birbirine yaklaşır.

 

 *5-Hareket algısı; hareketlerin algılanmasının incelenen bir olgu olmadığı düşünülebilir. Çünkü; hareket halindeki bir nesneden gelen uyarıcılar, duyu organlarımızın değişik kısımlarını uyarmaktadır. Ancak bu olay, hareket algısında önemli olmakla birlikte, hareket algısını açıklamak için ne yeterli ne de yetersizdir. Duyu organlarımız üzerinde, bir enerji olmaksızın da hareket algısı olabilir. Bu tür hareketlere ‘görünürde hareket’ denir. Sinir sistemimizin çalışmasında, hareket algısının katkıda bulunduğunu göstermektedir. Yani gerçek bir hareket algılanması, duyu organlarımızın farklı bölgelerini uyarması kadardır.

 Hareket algısı; ‘görünürde hareket’, ‘gerçekte hareket’.

 Görünürde hareket; nesnelerden gelen uyarıcıların duyu organları üzerinde hareket etmediği halidir. Yani gerçekte bir hareket olmadığı halde hareketli olarak algıladığımız birçok durum vardır. Örneğin; ‘otokinetik etki’, ‘Stroboskobik hareket’ gibi. Stroboskobik hareket; sinemada, T.V. gördüğümüz harekettir.

Otokinetik etki ise, karanlık bir odada bir ışık noktasına baktığımız zaman, bu ışık hareket ediyormuş gibi görünür.

 

  GÜDÜ:

 

 Güdü bilindiği gibi insanda, farklı hedeflere yönelik davranışlar gösterir. Örneğin; bir öğrenci doktor olmak için, bir başkası mühendis olmak için çaba gösterir. Aynı caddede yürüyen insanlardan bir kısmı lokantaya, bir kısmı sinemaya, bir kısmı alış-verişe gitmektedir.

 Bireyler arasında seçtikleri hedefe ulaşmak için gösterdikleri çaba açısından da farklılıklar vardır. Örneğin; doktor olmak isteyen iki öğrenciden birisi çok fazla çaba gösterirken diğeri daha az çalışabilir.

 Aynı bireylerin, seçtiği davranışların türünde ve ısrarlılığında da zamandan zamana farklılıklar görülür. Örneğin; aynı cadde üzerinde yürürken birgün bir lokantaya, başka bir günse sinemaya gideriz. Bazen, yemek yemek için girdiğimiz lokantanın dolu olduğunu görünce vazgeçeriz.

 Farklı bireylerin, farklı davranış alternatiflerini seçmeleri ve aynı bireyin değişik zamanlarda, değişik hedeflere yönelmesi gibi davranışlar, psikolojide ‘güdü’ kavramıyla açıklanır.

 Güdü psikolojide, bir davranışı başlatan ve bu davranışın yön, şiddet ve sürekliliğini tayin eden bir iç kuvvet olarak tanımlanmaktadır. Kolayca görülebileceği gibi güdü, organizmanın dışında değil, içinden gelen itici bir kuvvettir. Bununla birlikte güdüler, çevreden bir uyarıcı tarafından başlatılabilirler de. Örneğin; köpekten korkan birisi, ondan uzaklaşmak için güdülenecektir veya bir lokanta vitrini görünce girip bir şeyler yemek isteyebilir.

 Görüldüğü gibi bir güdünün hedefi olumlu olabileceği gibi olumsuz da olabilir. Yani bir birey, belirli bir hedefe ulaşmak için güdülenebileceği gibi bir hedeften uzaklaşmak için de güdülenebilir.

 

Tanımından da anlaşılacağı üzere, bir güdünün 3 yönü vardır:

 1-Harekete geçirme.

 2-Hareketin yönünü tayin etme.

 3-Şiddet ve ısrarlılığı belirleme.

 Harekete geçirme ve yönünü tayin etme; güdünün türü, hareketin şiddet ve ısrarlılığı ise bu güdünün kuvveti tarafından belirlenir.

 Güdüler, bireyleri belirli hedeflere yönlendiren iç kuvvetlerdir. Birey hedefine ulaştığı an, güdü tatmin olur ve davranış sona erer. Ancak bazı güdülerde, güdülü faaliyet tekrar başlar. Örneğin; susuzluk güdüsünde olduğu gibi. Susuzluk güdüsü, bireyi su elde etmek için harekete geçirir. Birey suyu içtiği zaman güdü tatmin olur ve su içme davranışı sona erer. Ancak belirli bir süre sonra susuzluk bireyi yeniden güdüleyecektir. Bu olaya ‘güdüsel döngü’ denir.

 

 Belli başlı insan güdüleri nelerdir?

 Bazı güdülerin insan türüne bazı güdülerin sadece belirli bir kültür içinde yaşayan bireylerde görülmesi, bazı güdülerin sadece belli bireylere özgü olması, tüm insanlara yönelik bir güdü listesi yapmayı olanaksız hale getirmektedir.

 Bununla beraber psikologların incelediği güdüleri iki kategoride toplamak mümkündür:

 1-Fizyolojik ihtiyaçlarla ilgili güdüler.

 2-Diğer insanlarla etkileşim halinde ortaya çıkan güdüler.

 

 Fizyolojik ihtiyaçlarla ilgili güdüler:

 Tüm canlıların yaşayabilmesi için su, hava, yemek gibi maddelere ihtiyaç vardır. Bunların yokluğu organizmada faaliyetlerin genel bir artışına neden olur. Faaliyetlerdeki bu artışa neden olan fizyolojik ihtiyaca; ‘dürtü’ denir. Ancak dürtünün belirli bir hedefi yoktur. Organizma sözkonusu fizyolojik ihtiyacı tatmin etmek için belli bir hedefe yönelik davranış içine girdiğinde o ihtiyaçla ilgili güdüden sözederiz.

 Örneğin; açlık organizmanın faaliyetinde genel bir artışa yol açar. İç salgı bezlerinde, salgı artışı olur. Bu duruma ‘açlık dürtüsü’ adı verilir. Organizma, yiyecek temin etmeye yönelik bir davranış içine girdiğinde, açlık güdüsünden sözederiz.

 Diğer insanlarla etkileşim sonucunda ortaya çıkan güdüler:

 Davranışlarımızı başlatan, yön veren ve devamlılığını sağlayan bazı güdüler, bedenimizin fizyolojik fonksiyonlarından bağımsız olarak, diğer insanlarla etkileşim boyunca gerçekleşen öğrenme yoluyla ortaya çıkarlar. Bu tür güdüleri ‘sosyal güdüler’ olarak da adlandırmak mümkündür. Örneğin; arkadaş edinme, başarılı olma, diğer insanlarla birlikte bulunma, öğrenme sonucunda ortaya çıkan güdülerdir.

 

Engellenme ve Çatışma:

 Güdülenmiş veya bir güdüden kaynaklanan davranışımız her zaman bu güdünün tatmini ile son bulmayabilir. Örneğin; aç bir insan güdülenecektir ama çeşitli nedenlerden dolayı yiyecek elde edemeyebilir.

 Engellenme terimi, bir hedefe yönelik güdülenmiş bir davranışı şu ya da bu nedenle, başarısız olma durumuna işaret etmek için kullanılır. Engellenme çoğu kez, engellenen güdünün kişi için önem derecesine bağlı olarak kızgınlık, kaygı, suçluluk gibi duyguların yaşanmasını daha ileriye gittikçe bazı davranış bozukluklarına yol açabilir.

 

 Engellenme 3 grup nedenden dolayı çıkabilir:

 

1-Çevresel etkenler; çevresel koşullar bazı durumlarda hedefe ulaşmayı güçleştirerek ya da olanaksız kılarak güdülerin tatminini engelleyebilir. Hedefe giden yolda bulunan engel fiziksel bir engel olabileceği gibi diğer insanlar, toplum veya kanun tarafından konulmuş yasaklar, kurallar olabilir.

 2-Kişinin kendinden gelen nedenler; hedefe giden yolda çevresel hiçbir etken olmadığı halde bazı durumlarda kişinin kendisinden gelen nedenlere nedenlerce hedefe ulaşmak mümkün olmayabilir. Bu nedenlerden en önemlisi; ‘yetenektir’.

Örneğin; bir kişi çok iyi ve ünlü bir futbolcu olmak için son derece güdülü olabilir. Ancak yetenekleri orta derece bir futbolcu olmasına izin vermediği taktirde bir engellenme sözkonusu olacaktır.

 3-Güdüler arası çatışma; insanlar zaman zaman çevreden veya kendilerinden gelen nedenlerle engellenmek durumu yaşamakla birlikte engellenmenin en önemli kaynağı güdüler arası çatışmalardır. Yani bir güdünün tatmin edilmesinin diğerinin tatmin edilmesini engellemesidir.

 

 Güdüler arası çatışma 3 değişik türde olabilir:

(1)Yaklaşma çatışması, (2)Kaçınma çatışması, (3)Yaklaşma-kaçınma çatışması.

 Yaklaşma çatışmasında genellikle kişi için olumlu değer taşıyan 2 hedef sözkonusudur. Ancak bu hedeflerden birine ulaşılması kaçınılmaz olarak diğerine ulaşmayı engellemektedir. Örneğin; aynı anda hem filmi hem debir arkadaş toplantısına katılmak isteyen kişinin durumunda olduğu gibi.

 Kaçınma çatışmasında ise kişinin uzaklaştırmak istediği iki hedef sözkonusudur. Ancak bu iki hedeften bir tanesi tercih edilmek durumundadır. Örneğin; bir kişinin ya hiç sevmediğ bir işte çalışmayı ya da işsiz ve parasız kalmayı göze alması durumunda olduğu gibi.

 Yaklaşma-kaçınma çatışmasında ise kişi için bir olumlu bir de kaçınmak istediği bir hedef sözkonusudur. Örneğin; dondurmayı çok seven bir kişinin, dondurmaya alerjisinin olması gibi.

 Her 3 tür güdü çatışmasında da çatışma yaşayan kişi, bu çatışmayı hedeflerden bir tanesini seçerek çözümleyecektir. Ancak iki hedefin de kişi için önem derecesi arttıkça, çatışma daha uzun sürecek ve buna bağlı olarak da başta saydığımız kaygı, öfke, suçluluk duygusu, saldırganlık gibi duygular ortaya çıkacaktır.

FELSEFE KAVRAMLARI

Pazartesi, Temmuz 6th, 2009

                                   

 

 

 

 

 Kavram, dille ilgilidir. Dil ise bir iletişim aracıdır.

 İletişim; bir kişi ya da kişi grubunun, başka bir kişi ya da kişi grubuna bir düşünce içeriğini aktarması olayıdır.

Düşünce içeriği; anlatılmak, söylenmek,  aktarılmak istenen şey.

 

Bildirim ≠ düşünce içeriği.

‘Bugün hava çok sıcak’, bir bildirimdir. Bununla ne anlatılmak istendiği, buna verilen anlam, bildirimin düşünce içeriğini oluşturur. Her bildirim sadece düşünce içeriği taşımaz. Örneğin, ‘üşüyorum’ kelimesi hem bir bildirim hem de bir düşünce içeriğidir.

İletişimin ilk koşulu; etkileşim ve anlam üzerine gerçekleşir. İnsanın dünyası dille meydana gelir.

Bildirimin önkoşulu; sözcükler ve kavramlardır.

Sözcük; insanın iletişim kurabilmek için objelere taktığı bir addır, isimdir. Sadece şeyler arasında ayrım yapabilmek ve iletişim kurabilmek için bir adlandırmadan başka bir şey değildir.

 ‘Bu bir elmadır’, ‘elma’ o nesneyi ifade eden sözcüktür.

 ‘Elma bir meyvadır’, ‘elma’ burada da bir sözcüktür ama bütünü düşündüğümüzde bir kavramdır. Kavram, bilme ile ilgili bilişseldir. ‘Bu elma tatlıdır’, buradaki ‘elma’ kavramdır.

 Terim; kavramı özel türden bilme etkinliği. Sözcüğün terimleştirilmesinden sözedilemez.

 Elma bir bitkidir. Bitkileri inceleyen bilim dalı ise botaniktir. Elmanın botanikteki anlamı diğer alanlardaki tanımından farklıdır. Buradaki anlamı başka kavramları gerektirmektedir. Bu nedenle botanikte tanımlanan ‘elma’ kavramı bir terimdir.

 Bir kavram başka kavramlar aracılığı ile anlam kazanır.

 Yağmur è su è sıvı è akıcılık

 Düşüncenin kavramsal bir yapısı vardır. Kavramsal yapı bir bildirimin ya da bir düşünce içeriğinin tek tek karşıladığı, ne anlama geldiğidir.

 Örneğin, ‘bugün hava çok güzel’.

                ‘Bugün’; şu an, bir zaman birimi.

                ‘Hava’; meteorolojik bir durum.

                ‘Çok’; az olmayan.

                ‘Güzel’; çirkin olmayan.

 Düşüncelerimiz, kavramlara anlamlar yükleyerek oluşuyor.

 

 Hakikat – Gerçek; olaylar, olgular, fenomenler, nesneler alanı.

 Hakikat, bilgilerin bir niteliğidir. Doğru ya da yanlış olma hakikatin bir aracı. Doğru bilgi, hakikidir. Bilgiler gerçekliğin bilgisi iseler hakiki olabilirler.

 Gerçekliğin kendisi ise bir bilgi değil, olan bir şey. Bilgi, gerçekliğin bilgisidir ama gerçek değildir. Objesinin gerçekliğe uygun olması halinde de bilgi hakikidir.

 Ayrıca bilgi olabilir ama objesi, gerçekliği olmayabilir.

 

 Soyut – Somut :

 

 ‘Bu heykel,      bronzdan yapılmıştır’

—————     ————————–

     Soyut                         Somut

 

 

Heykel→Bu heykel→Bu heykelin bronzu→Bu heykelin maddesi

 

 

Heykel→Bronz→Madde

 

 

Bronz→Heykel→Madde 

 

Hiçbir zaman tek bir kavram, soyut- somut olamaz. Bu ilişki ancak alttaki gibi bir ilişkiye göre olabilir. Tanrının soyut olduğunu düşünüyorsak bir şeyle bağlantı kurduğumuz için düşünüyoruz.

 

               İnsan                            Oran

                  ê                                 ê

               Meslek adamı                2 / 5

                  ê                                 ê

               Hekim                           Sayı

 

 Soyut ya da somut olan hep kavramdır. Ancak kavramın, kavramla ilişkisinde soyut ya da somut olduğu düşünülebilir. Soyut-somut kavramların bir sıfatıdır.

 Bir kavram, diğer bir kavramı açıklama amacıyla kullandığı müddetçe ve kavramı açıkladığı müddetçe somuttur.

 Bir kavram tek başına soyut ya da somut olamaz. Bir kavram çifti gerekir. Başka kavramlarla bağlamda kullandıktan sonra söylenmelidir.

 

 Kimi felsefe kavramları, belirli filozoflarda kendisinin özel bir olguyu anlatmak için ele alınır. Dolayısı ile anlamları da özeldir. Çok belirli ve sınırlı bir anlamı vardır. Eğer o kavram, o filozofun kullandığı bağlamdan çıkarılarak genelleştirilirse çok yanlış anlaşılmalara yol açar.

 

 Bu tür özel kavramlardan; A.CAMUS VE‘ABSURT’ KAVRAMI :

 

 Sözlük anlamı; uyumsuz, saçma.

 Bu kavramı sadece sözlük anlamı ile kullanırsak, Camus’nün kullandığı bağlamın dışına çıkmış oluruz. Onda bu kavram, özel bir uyumsuzluğu ve özel saçmalığı dile getirir. Bu tür özel kavramların belirli bir tanımları yoktur. Bu kavramlar, belirli fenomen ve kavramlara tekabül eder. Öncelikle bunların anlatılması gerekir. Çoğunlukla insan fenomenini içerir.

 Özel felsefe kavramları, diğer felsefe kavramlarına göre daha bir karmaşıklık içerir.

 Absürt; kişi için bir yaşantıdır, insan içinse bir yaşam tarzıdır. Bu ayrım, insanın varolmasıyla ilgilidir. İnsan hem doğadaki varolanlardan farklıdır hem de değildir. Akıl-isteme yanıyla farklıdır, fiziksel yanıyla ise farklı değildir.

 Doğada varolmak demek; kendi başına varolmak, durmak, obje olmak demektir. Eğer insanı akıl yanından soyutlarsak, insan da doğada vardır, objedir. Fakat insanın doğada diğer varlıklar gibi olmadığı bir olgudur. Camus’de ideal olan, mutlak bir oluş. Anlamlı bir doğada varoluştur.

 Camus’a göre, insan doğada kedi, ağaç gibi  bir varlık olsa, problemsiz olacağından hayatının da bir anlamı olurdu. İnsanın doğada bir nesne olması ancak, ölmesi ile mümkündür. İşte Camus’nün sorduğu; ‘İnsan yaşarken bu duruma erişebilir mi? Ve bu noktada ‘absürt’ kavramını ileri sürer.

 Ona göre yaşarken ölmek demek; sürekli ölüm düşüncesiyle yani insanın birgün öleceğini bilerek yaşaması değil, absürt yaşantı ile bilinçlenmesi gereklidir. Varlık düzeyinde, önce kendisinin insan olduğunu, belirli ölçüleri, anlama, bilme sınırlılıkları olduğunu bilmesi gerekmektedir. İnsan olarak kendini ortaya koymak ister ama bu son sınırlıdır.

 Camus’ye göre “kesin olarak bildiğim şeyler, dokunduğum şeylerdir” der.

 İnsanla – doğa, birbirinin karşısındadır. Absürt yaşantı için bunun bilincine varmak bir hareketliliktir. Akıl ve isteme insanı doğanın karşıtı yapıyor. Eğer insanda bu özellikler kalkarsa, insan ideal duruma, doğa nesneleri arasına geçer.

 Kişiler, çesitli durum ve olaylar karşısında bu zıt durumun farkına varabilirler. Örneğin; bir yakınımız öldüğünde her şeyin boş olduğunu düşünürüz ama zamanla unutur gideriz.

 İşte absürt yaşantı, kişinin bir durum karşısında bir an her şeyi boş, anlamsız düşünmesi, kişinin böyle durumlarda yaşayabileceği bir durumdur.

 Camus’ye göre insanların hem ölmesi hem de mutlu olmamaları bir tersliktir. Mutluluk insana özgü bir şeydir ama ölüm insana özgü olmamalıdır. İnsan ölecekse hiç olmazsa mutlu ölmelidir.

 Absürt; insanda art arda gelen, devam eden bir yaşam tarzıdır.

 Camus’ye göre, insanın sürekli ölüm düşüncesini taşıması gelecek için bir ümidi, amacı olmaması demektir. Her an ölümü düşünen için, gelecek yoktur. O insan hep, ‘anda yaşar’(carpe diem) ama insanın umutları geleceğe aittir. Anda yaşayan insan, bu umutları bilemez. Onun için umut yoktur, amaç yoktur, her şey anlamsızdır. Onun için yarın yoktur.

 Camus’ye göre kişinin ‘anda yaşama’sı, onun insan olmaması değildir. Andaki insan için her şeyi yapmak önemli değildir. Herşeyi yapmak, kendisini varedecektir. O kendi içinde duran dingin bir varlık olacaktır.