Posts Tagged ‘İde’

TARİH FELSEFESİ-1

Pazar, Ağustos 9th, 2009

 

   ‘Tarih’, kavramının etimolojisi:

 

 *Historei (isim); insan etkinliği.

 *Historein (fiil); etkinlik sonucu ortaya çıkan ürünü, sonuçları gösteriyor. Açıklamak, kurmak, yapmak gibi anlamlara da geliyor.

 

 Bugün ‘tarih’ sözcüğü şu iki anlama geliyor:

1-Geçmiş anlamında; ‘ yaşanmış geçmiş’.

2-Üzerinde çalışılıp, bilgi üretilen bir bilim.

 

 Felsefeyi bunlara uyguladığımız zaman ikili bir görünüm arzediyor:

1-Yaşanmış geçmişin felsefesi; burada metafizik tarih teorikeri yer aldığından bugün Batıda okutulmuyor.

2-Bilginin felsefesi-Tarih biliminin felsefesi; günümüzde moda olan bu.

 

 Tarih felsefesine girmeden önce, tarihle ilgili bazı kavramlar:

 Zaman-mekan, olay-olgu; bunlar felsefe kavramı. Bunların tarihe yansıması, tarih biliminin felsefesi oluyor.

 Tarihle doğrudan ilgili kavramlar:

Geçmiş, şimdi, gelecek; zaman-mekan kavramlarının bize verilişi bu üç kavramla oluyor.

 Zaman-mekan olarak tarihte ne görülebilir dediğimizde; geçmiş, şimdi ve gelecek sözkonusu. Bizim farkına vardığımız; devam ediş, sürüş,  geçme.

 ‘Zaman geçiyor’ dediğimizde takvim ve saat ölçüleri yetmiyor bir de değişme olması gerek. Değişme, oluşla ilgili, ne oluyor, ne değişiyor.

Geçmiş(vardı), şimdi(varolageldi), gelecek(varolacak); bu alanda ne oluyor ne değişiyor.

 

 İlerleme; bir çizgi üzerinde kesintisiz adım atmak. Olumlu bir değişme, öne doğru bir gidiş. Bir olgu olarak değil, belirli olgular üzerine değerlendirmedir.

 Değişme ise, amaçlanana götürmesi bakımından bir değerlendirme. Zaman dışı iki anı karşılaştırma.

 

    “İlerleme, bir fikirdir/düşüncedir”.

                                                      Kant

 

 Olgu; bir değişmeyi saptamak.

 Olaylar; 1- Doğa olayları; kendiliğinden oluş.

               2-Tarihsel, toplumsal olaylar; insanların birbirleriyle ilişkilerinde ortaya çıkan olaylar.

 Olayları, yersiz ve zamansız düşünemeyiz. Oluş, muhakkak bir yer ve zamandadır; devam eder ama bu devam ediş bir yere doğru değil, sadece sürüyor.

 

 Olay – Olgu :

 

 Olgu; benzer olayların kavramlaşmasıdır. Bir olgu için tek bir olay yeterli değildir. Başka benzer olayların da olması gerekir.

 Örneğin onun, benim bir yere gitme eylemini ‘ulaşım’ kavramıyla olgulaştırıyoruz.

 Olayların, bir yer ve zaman bakımından tespit edilebilir olmasına karşılık, olgular oluşur, oluşmaya devam eder.

 Olaylar sadece insan etkinlikleriyle ilgili olmayıp doğa olayları da olabilir. Oysa olgular sadece insan etkinlikleriyle ve homojen olayların kavramlaşması ile olur.

 İnsan olayları, olgulaştırarak bilebilir, açıklayabilir. İşte bu açıklamalar, tarihsel açıklamalardır.

 Olay, bütün insan etkinliklerinin bilinebilir en küçük birimidir.

 Bir olgunun tarihini bilmek, o olgunun altında yatan olayların bilinmesi demektir. O olaylar bilirnirse, o olgu açığa çıkar.

 Olyın tarihi, kronolojidir; zaman-mekan saptamasıdır. Ancak tarihsellik kazanabilmesi bu yeterli değil.

 E.H.Carr’ın da dediği gibi “olaylar, olgulara bağlanmazsa; geçmişe ilişkin tarihi olayların unutulmuş boşluğuna düşüp, yokolup giderler”.

 Olay, şimdi olup bitiyor, şimdi olan bir şeyin tarihinden sözedilemez. Ancak zamanından ve yerinden sözedilebilir.

 Olayda misal; “benim sigara içme tarihime”, olgu da ise “sigara içmenin tarihine” bakılır.

 ‘Sigara içme’ bir olgudur, belli zaman ve mekanda içilmesi ise; olaydır.

 

  E.H.CARR :

 

 “Tarih Nedir?” adlı kitabından:

 

 Carr, 19.yy ve bu yylı hazırlayan önceki dönemin tarih görüşünden yola çıkarak bir eleştiri yapmaktadır.

 Bizim ‘olgu’ dediğimize o ‘tarihi olay’ diyor. Ona göre olayın tarihi olmasını sağlayan tarihçidir. Tarihçi, olayları çekip çıkartır ve olgulara bağlar.

 Diyelim ki tarihçi, 1770-80 yıları arasındaki üniversitelerin geçmişini araştırıyor. Ve bu yıllardan önce bir öğretim görevlisinin öldürüldüğünü düşünelim.

 İşte tarihçi bu olayın 1770-80 yılları arasındaki bir nedenle ilişkisini kurabilirse, olayın tarihileşmesini sağlayabilir. Örneğin bu nedenlerden biri, güvenliğin yetersizliği olabilir. Tarihçi sözkonusu öldürme olayını, bu nedene bağlayabilirse, olayın da tarihi olmasını sağlayabilir.

 

 Aynı olayı, neden farklı tarihçiler farklı betimliyorlar?

 Carr’a göre her tarihçinin geçmişe ait bakış açısı farklıdır. Tarihçi de, bilim adamı, sanatçı gibi toplum içinde yaşayan ve bir bakış açısına sahip kişidir.

Yoksa toplum dışı, ideal bir insan değildir.

 Örneğin, “geçmişte eğitici sayısı hiç de az değildi” yargısına sahip bir tarihçi, geçmişte bu yargısını doğrulayacak olayları seçerek bu görüşünü ispatlayabilir.

 Tarihçi, bir olayın gerçek sebebini bulmayı amaçlar. Ancak bu neden bazen hiçbir zaman bulunmayabilir.

 

 Carr, tarihten şunu anlıyorum der:

“Tarih, tarihçi ile olguları arasında kesintisiz, karşılıklı bir etkileşim süreci; bugünle geçmiş arasında bir diyalogdur”.

 İnsanlık için, bugünün anlaşılabilmesi geçmişin anlaşılmasına bağlıdır. Geleceğe daha sağlam adım atabilmek için bu şarttır. Tarihçinin önemi de buradadır.

 Süreç nedir? Süreç kavramı ile yakından ilgili kavram; ‘değişim’dir. Süreçteki değişim, olgunun değişmesidir.

 Bu süreçteki değişimin düzenli ve art arda olduğu düşünülüyor. Böylece bir olgu sürekli ve art arda gelen değişmelerle olgu olma niteliğini yitirmez ancak öncekine oranla daha başka bir olgu haline gelir.

 Değişmede belirli bir yön ve gidiş olduğu zaman süreç, ‘gelişme süreci’ veya ‘ilerleme süreci’ olur. Bunun tam tersi ‘gerileme süreci’ de olabilir. Süreç, bir olgunun değişmesi süreci.

 

 Nesnel tarih’ nedir?

 

 Tarihsel olayın, olanlarla uygunluğuna nesnel tarih denir. Bugünden geçmişe bakmak nesnelliğin en büyük sorunudur. Tarihteki nesnellik, doğa olayları gibi değildir. Ancak tarihsel olayın, olanlarla uygunluğu sözkonusu. Ancak bu da çoğu zaman çok zor.

 

 Carr’ın oluşturduğu pozitivizm, özel bir pozitivizm. Ona göre tarih; olaylardan ve olgulardan ibarettir. Carr’ın tarih görüşü hem bütün ‘alan’cı görüşleri hem de bilgi olarak hesaba katan bir görüş. Başta tarihi bilgi olarak tanımlamaya çalışan Carr, daha sonra tarihi alan olarak ele alır. Aralarında bir çelişki yok.

 

(“Tarih felsefesi; bir tarih metodolojisi olarak karşımıza çıkıyor ya da önemli bir kısmı bundan oluşuyor”. İ.Kuçuradi)

Oluşturucusu bakımından tarih felsefesi:

 

1-Bilim:

 *Bilgi olarak tarih.

 *Bilgi felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih.

 

  Bilgi olarak tarih:

 a)Bilgiler tarihi; felsefe tarihi, matematik tarihi, fizik tarihi…

 b)Olgular tarihi; T.C. tarihi, Özgürlük tarihi…

 c)Olaylar tarihi; olay hem bilgi olarak hem de varlık olarak.

 d)Hem olayları hem de oluları kapsayan tarih.

 

  Bilgi felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih:

  Tarih nedir? Sorusuna cevap vermez. Ancak şu sorular sorulabilir:

  Bilgi olarak olayda, bu olay doğru mudur, yanlış mıdır? Olayın bilgisi nasıl elde edilmiştir? Bilgisi elde edilecek başka olaylar yok mudur? Bu olayın bilgisi nasıl ortaya çıkarılabilir? Bir olayın bilinmesi ne demektir? Bir olayın nesnel bir bilgisi olması ne demektir?

 Bilgi felsefesi bu soruları tarih felsefesi açısından soruyor.

 Tarihin neliğine ait olan ‘tarih nedir?’ sorusu burada bilginin neliğine ait soruya dönüyor. Burada bir tür indirgeme sözkonusu. Bu nedenle ‘tarih nedir?’ bilgi felsefesinin sorunu olamaz.

 Tarih felsefesi yapılmak isteniyorsa, durulması gereken alan; varlık felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarihtir.

 

 2-Alan (insanın yarattığı dünya, tarihsel gerçeklik):

     (Gerçeklik hem doğadır hem de bir varlık alanı olarak tarihtir.)

    *Varlık alanı olarak tarih.

    *Varlık felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih.

     Geçmişten bugüne olup bitenin tarihi.

 

     Varlık alanı olarak tarih:

     a)Tarihi bağımsız bir alan ya da oluş olarak gören görüşlerin yeraldığı küme.

      (Örnek; Hegel)

     b)Tarihi antropoloji ile ilgisinde gören görüşler:

     *Örnek; Harmann, Sartre ve Marx. Bunlar bütüncü, kavrayıcı görüşlerdir. Hareket noktaları; yaşanan ilişkiler değil ama bu ilişkilerle bağlı olduğu söylenen bütün bir yapıdır.   

      *Tarihi, toplumsal ilişkilerle ilgisinde gören görüşler. Çağ olarak 20.yy. Hareket noktaları; günlük olaylar:

       -Annales okulu.

       -Carr, Arendth.

 

   Bir varlık alanı olarak tarihin oluşturucuları:

    Kişiler→Gruplar→Olaylar→Ürünler

 

    Ürünler:

  *Kalıcı ürünler; mimari eserler, kitaplar, diller…

  *Belirli bir anda insanın yarattığı dünya; (a)toplum, (b) ilkeler, gelenekler, fikirler…

    

 

      HEGEL:

 

 Tarihi bağımsız bir alan görüyor. Hegel’e göre tarih, dünyanın tarihi.  Dünya tarihinin felsefesi ya da felsefi dünya tarihi.

 Dünya→Dünya tarihi→Felsefi dünya tarihi.

 

 Dünya fiziksel ve psişik doğayı kapsıyor. Ancak her ikisi olarak da doğanın temelinde tinsellik var. Doğanın tarihi; tinsel/geistik olanın tarihi. Ve dünya tarihi geistik oluşun bir sürüp gitmesidir.

 Dünya tarihi, geistın kendi kendisini gözlemlediğimiz somut olarak ortaya çıktığı yer ya da dünya tarihi geistın gözlediğimiz tiyatro sahnesi.

 

Peki geist tarihte kendini nasıl gösteriyor? Onu nasıl bilebiliriz?

 Hegel’e göre bu üç aşamada olur:

 1-Geistı biz bazı kavramlarla bilebiliriz.

 2-Bazı ideler aracılığı ile bilebiliriz. İde, geistın kendini göstermesi için bir araçtır.

 3-Geistın en somutlaşmış hali olan devlet biçiminde bilebiliriz.

 

 Hegel, felsefi dünya tarihinden ne anlıyor? Bu konuda bazı tarih tarzlarından bahseder:

 1-İlkel tarih ya da asli tarih; tarihçinin tanık olduğu olayları aynen betimlemesi. Bu nedenle Tarihçinin kendi geistı ile anlattıklarının geistı aynıdır. Burada tek bir geistık oluş sözkonusu. Olan biteni olduğu gibi anlatan tarih.

 Tarihçi, olayların dışına çıkmamıştır. Olayların geistı içinde yaşamaktadır. Refleksiyon yapmamaktadır.

 Bilgili bir tarihçi olmak değil de, tarihten bir şeyler çıkarmak isteyen kişiler bu tarih yazıcılarının yanında yalnız kişilerdir.

 Hegel bu tarih yazıcılığına Heredot ve Tukidides’i örnek verir. Bunların tarihleri, sadece gelecekteki insanlar için, yaşadıkları olayların kronolojik bir bilgisini verme.

 İlkel tarihte, olayın kendisi yoktur, olayın bilgisi vardır. Hegel’e göre önemli olan, olayın bilgi olarak sunulmasından çok kendisidir. Olayın kendisi demek, olayın bilgisinin üstüne/dışına çıkmaktır. Olayın dışına çıkmak, olayın başka şeylere de karşı geldiğini söylemektir. Nesnel olmak, objektif olmaktır. Olayın substansını/özünü bilmektir. Yetkin olan tek tek olan olaylar değil, genel olandır. Onun tözüdür. Bunun tözünü aramak için olayın geistık bir şey olduğunu bilmek gerekiyor.

 Hegel’in baktığı hep; bir şeyin özü nedir? Ona bakıyor. Hegel’de kavram ile o kavramın gerçekliği bir ve aynı şeydir.

 

 2-Refleksiyonlu tarih; tarihçinin kendi çağından kalkarak geçmişi betimlemesi. Bu nedenle tarihçinin geistı ile anlattıklarının geistı aynı değildir. Burada kaynak yaşanan olaylar değildir. Bu yüzden bir gözlem dili yoktur.

 

 Bu tarih yazıcılığının 4 türü vardır:

 a)Genel tarih; geçmişin geistı ile bugünün geistı arasında bağlantılar kurar. Ama hep bugünün tini içinde kalır.

 Hegel’e göre refleksiyonlu tarite olayın özüne varamaz. Çünkü bugünün geistı ile geçmişin geistı bilinemez.

 Bu tarih yazıcılarının yaptıkları sadece bir milletin, bir devletin tarihini refleksiyonlu bir şekilde ele alıp yazmak.

 Hegel genel tarih derken, genel olarak refleksiyonlu tarihin ne yaptığını söylüyor.

 b)Pragmatik tarih; bu tarih ahlaksal bir bakışlı bir refleksiyonla hareket eden ders almacı bir tarihtir. Geçmişten ders çıkarılması, bu nedenle benzer durumların anımsanması.

 Hegel’e göre benzer durumların hatırlanması hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü dün, bugün değildir. Oluş süreklidir.

 c)Eleştirel tarih; tarihin tarihini yapma. Geçmişte olanı yargılayıp doğru olup olmadığına bakılıyor.

 d)Özel tarih; bütünü parçalayarak ele alan tarih:

 Sanat tarihi, hukuk tarihi, bilim tarihi, edebiyat tarihi gibi. Hegel’e göre özel tarihlerin bütünü bize çağın geistını verir. Bu tarihin yöneldiği alanlar, bir ulusun tarihi ile ilişkilidir. Bir ulusun sanatının, dininin, biliminin felsefesinde değişmeyen şey bize o ulusun idesini verir.

 

 Bütün kavramların taşıyıcısı obje olarak ide; süreç.

 

 Süreç:

 1-Hayat, 2-Bilme, 3-Mutlak ide

 

Mutlak ide:

 1-Doğa, 2-Lojik ide

                         ê

          Geist(kendi bilincine varan ide):

a)Öznel geist; duygu ve düşünce, düşünme dünyası.

b)Nesnel geist; hukuk, ahlaklılık, toplumsal kurumlar…

c)Mutlak geist; sanat, din, felsefe…

 

3-Felsefi tarih; tarihin düşünülerek ele alınması. Felsefenin getirdiği tek  düşünce de “aklın dünyaya egemen olduğudur”. Bir bütün olarak bakıldığında dünyada her şey rasyonel bir şekilde olup bitmektedir. Dünya tarihi, aklın zengin bir ürünüdür.

 Dünyaya egemen olan aklın belirlenimi, dünyanın en son amacı özgürlük ile örtüşmektedir. Dünya tarihinin zemini geisttır.

 Felsefenin görevi; idenin kendini dünya tarihinde nasıl açtığını göstermektir.

 

 Geistın tek yapısal özelliği; özgürlüktür. Bunu dışında her şey bu özgürlüğü meydana çıkarmaya çalışan birer araçtırlar. Maddenin kendi substansı kendi dışındadır. Oysa geist hep kendi içinde ve kendindedir. Kendi dışında olmak, başka bir şeye bağımlı olmak demektir.

 Hegel’e göre Doğulular, geistın ya da insanın kendi başına özgür olduğunu bilmezler. Bunun içinde özgür değillerdir. Sadece birinin özgür olduğunu sanırlar. Aslında o da özgür değil despottur.

 İlk defa özgürlük bilinci Yunanlılarda ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar da bazı kişilerin özgür olduğunu sandılar. Hegel’e göre insanın özgür olduğunu ilk defa Germen toplumlar anlamıştır.

 

 Dünya tarihi, özgürlük bilincinde ilerlemedir. Özgürlük geistın tek amacıdır. Bu amaç dünya tarihinin oluşarak yönlendiği amaçtır. Tanrının ve dünyanın istediği budur.

 Geistın kendini gerçekleştirmede kullandığı araçlar; tek tek kişilerin tutkuları, çıkarları, amaçları kısacası insanların erdemleridir.

 Geist, önce kendi bilincine varır daha sonra da amacını gerçekleştirmeye başlar.

 Geistın istediği, Sezar’ın istediği ile aynı şeydir. Büyük kişiler geistın amacını gerçekleştirmesine daha çok yardımcı olurlar. Dünya tarihinin en son amaca gidişini hızlandırırlar. Bu büyük kişiler çağın ne istediğini bilen kişilerdir. Ancak bu kişiler mutlu değildirler. İşleri bitince ölür, öldürülür ya da sürülürler.

 Özel, genel için bir ihtiyaçtır ve onun için feda edilirler. Kişiler kendi isteklerini gerçekleştirip tatamin olurlar. Böylece de amaca da hizmet ederler. Bu nedenle kişilerin kendileri de amaçtır, araç değildirler.

 

 Devlet, yeryüzünde tanrısal olanın veriliş şeklidir. Ahlaksal bir birliktir.

 Hegel, bir ön kabulle/ilkeyle dünya tarihi nasıl oluşuyor ona bakıyor. “Bütüne baktığımda bunu çıkarıyorum” der.

 Bu bir kültürler tarihi ya da fikirler tarihi. Düşünce/fikir, ideye doğru nasıl gidiyor ona bakıyor.

ÖZGÜRLÜK FELSEFESİ

Perşembe, Temmuz 30th, 2009

              

 

   İOANNA KUÇURADİ:

 

Özgürlüğü bir bütün olarak ele aldığımızda işin içinden çıkmak hayli zor. Bu nedenle özgürlüğü üçe ayırarak ele alıyoruz:

1-Antropolojik özgürlük (olanak):

   a)Kozmolojik:

      *İsteme

   b)Ontolojik:

      *Olmada

      *Yapmada

2-Etik özgürlük (gerçeklik)

3-Toplumsal özgürlük (gereklilik)

 

 Antropolojik özgürlük; tür olarak insanın özgürlüğü. Burada aranan olanak; insan nerede olursa olsun özgür olma olanağı var mıdır? Yani insanın yapısında özgürlük var mıdır? Varsa nereye kadar ölçüsü ne?

 Din konusundaki özgürlükler, isteme, irade özgürlükleri buraya girer.

 Etik ve toplumsal özgürlük araştırılmadan önce, tür olarak insanda özgürlük olanağının olup olmadığına bakılması gerekir.

 

PLATON (Seçme  Özgürlüğü):

 

 Herkesin kendi yaşam tarzını seçmesi elinde ancak seçtikten sonra o hayat tarzının gerektirdiklerini yapmak zorunda.

 Seçmedeki özgürlükle ondan sonraki zorunluluk arasında bir çelişki yok. Çünkü o zorunluluğu ben kendim seçiyorum. Suçlayacağım hiç kimse yok. Eğer olsaydı özgürlükle çelişirdi. Soğuk suya bile bile atlıyorsam üşüyeceğimi kabul ediyorum demektir. Herkes seçtiği hayatın sonucun a katlanmalıdır. Herkes tek tek eylemlerinden sorumludur.

 

ARİSTOTELES (Seçme Özgürlüğü):

 

Eylemler:

1-İstekli

2-İsteksiz; zor altında ya da bilgisizlik yüzünden yapılan eylemler. Eğer eylemin nedeni yapanın dışında ise yapanın eylem üstünde hiçbir etkisi yoksa o zaman eylem, zor altında yapılmış eylemdir. Zor altında istemeyerek yapılmış eylem, acı verir. Sadece acı, pişmanlık getiren eylemler istemeyerek yapılan eylemlerdir.

 Bilgisizlikten dolayı yapılan eylemler:

 *İstemeyerek yapan pişmanlık duyuyorsa,

 *İsteyerek yapan pişmanlık duymuyorsa.

 

  Hedefi istediğimize ve hedefe götüren yolları düşünüp yeğlediğimize göre bu yollar ile ilgili eylemler tercihe dayanır ve isteyerek yapılır. Bu yüzden de hem erdemli olma hem de kötü olma bizim elimizdedir.

 Tercih, isteyerek yapılır. İnsanın yalnız kendi çabalarıyla elde edeceğini düşündüğü şeyler için sözkonusu.

 İstek; sonuçla, tercihi sonuca götüren yollarla ilgilidir. Tercih, enine boyuna düşünülerek varılan karar. Yapma gücü elimizde olan şeyler üzerine enine boyuna düşünürüz. Kanıda; doğru ya da yanlış tercihte; iyi-kötü sözkonusudur.

 Bilgisizlikten dolayı, enine boyuna düşünemediği için iyiye ulaşmak istese de kötüye ulaşabilir.

 Erdem de erdemsizlik de isteyerek. İyi ya da kötü olmak elimizde. Eylemlerimizden sorumluyuz. Bilgisizlikten dolayı öyle yaptıysan yine bilgisizliğinden sen sorumlusun. Herkes bütün tek tek eylemlerinden sorumludur. Aristo’da  ‘yapmada’ da ‘olmada’ da ontolojik anlamda özgürlük  var.

 

      DESCARTES (Kozmolojik Özgürlük) :

 

 İki tarz düşünme var:

1-Anlama yetisinin algısı.

2-İstemenin işleyişi.

 

 Anlama yetisinin sınırları daha dar. İstememizin ise sonsuza uzanabilecek  kadar geniş.

 Descartes’e göre anlama yetimizin sınırları dar olduğu için istememizi de kullanarak, açık seçik şeyler üzerine yargıda bulunuyoruz.

 Açık seçiklik anlama yetisinin bir özelliği, çünkü sınırları dar.

 Bulanıklık, yanlışlık ise istemenin bir özelliği, çünkü sınırları geniş. Ancak istememiz, anlama yetisinin onayını alırsa açık seçik olana ulaşır. Sadece istememizle hareket ettiğimizde, bilgilerimiz bulanık oluyor ve hata yapıyoruz.

 Her ne kadar tanrı tarafından belirlenmişse de tanrı bize anlama yetimizle hatalarımızı ortadan kaldırmayı da vermiştir. Hata yapıp yapmamakta özgürüz.

 

 Hata yapmak istemediğimiz halde nasıl istememizin elinde oluyor?

 Açık seçik şeyler hakkında yargıda bulunursak hata yapmayız.

 Madem tanrı her şeyi önceden ayarlamış, o halde nasıl oluyor da yine istememiz bizim elimizde oluyor?

 Açık seçik olanları onayladığımızda hata yapmayız. Çünkü tanrı bizi aldatmaz ancak biz gerekeni yaparsak.

 Descartes’da kozmolojik özgürlük var. İsteme ve irade özgürlükleri var. Bu özgürlüklerden etik sonuçlar çıkarabilir.

 

               “Felsefenin İlkeleri” kitabından:

 

“Doğrusu tanrı bizi, yanılmamıza hiçbir zaman olanak vermeyecek ölçüde büyük bir bilgi ile zenginleştirebilirdi Ancak bunu vermedi diye sızlanmaya hakkımız yok. Ona bize verdiği nimetlerden dolayı şükretmeliyiz. Bize vermedikleri için de yakınmamalıyız. Çünkü yanlışın yapısını oluşturan eksiklik; istencin bu kötü kullanılışında bulunur. Evet, yanlışlık benim yaptığım işte bulunur. Yoksa ne tanrıdan aldığım yetide ne de hatta yaptığım işin tanrıdan gelen kısmında bulunur”.

 

                 AUGUSTİNUS:

 

 Bir olanak olarak, antropolojik özgürlük var. İnsanların iyiyi ya da kötüyü seçmeleri ellerindedir.

 Soydan gelen bir günah var fakat herkesin kendi içine dönme yani tanrıya dönme olanağı vardır. Tanrı herkese kendini buldurma çağrımını ve hissini de vermiştir.

 Herkesin kendi içine dönmesiyle yani iyi bir şekilde yaşamasıyla ilk günahtan kurtulup ilk günahtan kurtulup gökyüzü devletine girme olanağı olduğu gibi  tam tersine, insanın dışa dönmesi yani ruhun bedenin arzularına, itilimlerine uyarak yaşama olanağı da elindedir. Dolayısıyla herkes davranışlarından sorumludur. Çünkü, nasıl davranacağını kendisi belirliyor.

 

             SPİNOZA:

 

 İrade özgürlüğü yok. Tanrının kendisi hür fakat eserlerini neden irade özgürlüğü içinde yaratmıyor?

 Bizim yapıp etmelerimizi özgürlük içinde yaptığımız aslında bir sanıdır. Gerektirilmiş nedenlerden dolayı öyle davranıyoruz. Zorunluluk var ama biz görmüyoruz. Önemli olan insanın bu zorunluluğun farkına varması. Bunun fakına varan insan; bilge insandır.

 Etika”dan:

 Tanım-7:

 “Sırf kendi tabiatının zorunluluğu ile varolan ve etkinliği yalnız kendisi ile gerektirilmiş bulunan şeye ‘hür’ diyorum. Kesin ve gerektirilmiş bir şart içinde varolmak ve etki yapmak için kendisinden başka birisiyle gerektirilmiş olan şeye ‘zorlama’ diyorum.

Önerme-32:

 “İradeye hür neden denemez yalnızca zorunlu neden denir”.

 Evren de ruh da zorunlu bağlantılardan çıkıyor bu nedenle irade özgürlüğü yok.

 Herşey zorunlu bir nedensellikle oluyor. Tanrının dışında hiçbir şey kendi tabiatının zorunluluğuyla kendi kendisinin nedeni değil.

 Tek tek nesneler hep başka bir nesneyi gerektirdiklerinden nesneler arasında kesintisiz bir bağlantı vardır. Bu kesintisiz bağlantılar rastlantıyı ortadan kaldırıyor.

 Aynı zincir düşünce atributumunda da olduğundan her olay başka bir olayı gerektiriyor. Dolayısıyla ruhsal dünyada irade özgürlüğü yoktur. Özgürlük bir kuruntudan başka bir şey değildir. Özgürlük ve rastlantı var dememiz asıl nedenleri bilmemizden kaynaklanıyor.

 

           HUME:

 

 Zorunluluk sadece olgu sorunlarında oysa gerçeklikte böyle bir zorunluluk yok. Yarın güneş doğabilir de doğmayabilir de. Güneşin yarın doğacağını söylemek sadece şimdiye kadar hep doğduğunu gördüğümüzden bir alışkanlıkla doğacağına inanıyoruz.

 Neden- etki olgularında; doğada nasıl bir art ardalık varsa aynı şekilde istememiz de ve eylemlerimizde de bir art ardalık var. Bu art ardalığı bizdeki zorunluluk ideasından dolayı, zorunluluk olarak açıklıyoruz. Zorunluluk ideası nesnelerin kendisinden değil bizde var.

 Birşeyin art arda olması her zaman olacağını göstermez. Her zaman böyle olacaktır diye zorunluluk ilişkisi kuran biziz.

 Özgürlük, rastlantısal ya da nedensiz eylemde bulunmak demek değildir.

 Özgürlüğün tanımını yaparken şu iki koşulu anlayacağız:

 1-Olgu sorunlarında tutarlı olması.

 2-Kendisiyle tutarlı olması.

 Bunun böyle olması anlama yetimizin sınırlılığından. Özgürlük, gördüğümüz zorunluluğun ta kendisidir. Özgürlük, zorlamanın değil zorunluluğun karşıtıdır. “Rastlantı” diye bir şey yoktur.

 Hareketsiz durmayı, hareketli olmaya tercih edersek hareketsiz durabiliriz. Zorunluluk, tercih ettiğimizi yapmak.

 Hume göre tartışma tamamen dilseldir. Biz onu açık açık anlatabilirsek bu sorun ortadan kalkar.

 Hume, “özgürlük” var mıdır, yok mudur ona bakmıyor. Sadece şunu anlarsak var, şunu anlamazsak yok. Bu bizim özgürlüğe bakışımızla ilgilidir.

 

  KANT:

 

 Özgürlüğün ne olduğu ile ilgileniyor, olup olmadığıyla değil.

 Kant’a göre, “Özgürlük, ahlak yasasının varlık nedeni. Ahlak yasası ise özgürlüğün bilinme nedenidir”.

 Negatif  özgürlük’; belirlenmeme imkanı. Zorunluluğa bağlı olmadan eylemde bulunma imkanı. Bunu sağlayan saf akıl.

 Aklın kendi kendine yasa koyması ise ‘Pozitif özgürlük’ dür. Aklın kendi kendisini belirlemesi.

 Özgürlük ahlak yasasını isteme. Öznel ilkeleri ahlak yasasına uygun olduğu zaman o insan özgürdür.

 Negatif özgürlük yoksa, pozitif özgürlük de yok.

 Ahlak yasasını isteme; iyiyi isteme olacağından hem kendimizi hem de başkalarını koruyabiliriz.

 

   HEGEL: (Antropolojik özgürlük)

 

 Geçekliğin en temel öğesi ‘ide’dir. Ortaya çıkan her şey idenin bir görünümüdür. Gerçekliğin yapısı ide. Oluşmayı sağlayan ilke ise diyalektiktir. İde, kendisinde ve kendinde hakiki olan. Hem bir kavram hem de gerçek olandır. Her şey onun görünümüdür. Varlık bakımından ilk şey, bilinme bakımından ise son şeydir.

 Hegel’e göre her şey işlerliğini zorunlulukla yapıyor. Önemli olan bu zorunluluğun bilincine varmak. İnsanı özgür kılan bu bilinçtir.

 Hegel, “doğulular bu bilince ulaşmadıkları için özgür değildirler” der.

 Geist kendini, dünya tarihi içinde her şeyin temeli, taşıyıcısı olan ideye doğru yavaş yavaş yayarak ilerlemektedir. İnsanın da her türlü düşünme ve eylemde bulunmasını geistın kendini yayması belirliyor. İnsanın özgürlüğü, geistın kendisini yaymasına bağlıdır. Geist kendisini ne kadar yayarsa, o kadar özgür oluruz.

 Geist, kendisini tam olarak yaydığında yani ideye ulaştığında tamamen özgür olacaktır. İnsan bu diyalektik gidişi bilirse özgür olur.

 

  SCHOPENHAUER :

 

 Hegel’de ide ne ise Schopenhauer’de de onun yerine ‘isteme’ var. İsteme, varolan her şeyi varkılan şey. Görüntü olarak dünya; istemenin nesneleşmiş halidir.

 İstemenin ilkeleri; değişmez, öncesiz ve sonrasızdır, özgürdür. Kendisi obje haline getirilemez. Doğrudan doğruya bilgi konusu yapılamaz. Her şeyin temeli ve bir ve tektir. En önemlisi sonsuz bir çatışmadır. Dünya dediğimiz şey, bu özellikleriyle istemenin nesneleşmesidir.

 İsteme, ideler aracılığı ile nesneleşir. Bu ideler; insanlar, hayvanlar, organik ve anorganiktir.

 Schopenhauer’da insanda iki anlamda özgürlük var:

 1-Negatif özgürlük; insanın dünyaya gelmesini belirleyen hiçbir şey yok, tamamen rastlantısal.

 2-Olanaklar özgürlüğü; bir kişi birdenbire bir tek durumda bilgisel bir aydınlanmayla istemesini yok edebiliyor. İnsan istemesine boyun eğdiğinde, sürekli bir istemeden diğerine gidip geliyor. İsteme onu yönlendiriyor. İki istek arasındaki dönem; bunalım dönemidir. Bu dönemde kişi birdenbire istemenin kendisini yönlendirdiğini anlar, farkına varır. Bu bir kişide bir defa gerçekleşir. Bu kişi, isteklerinden kurtulur, artık o nedensel oluş dünyasından çıkmıştır. Zaman mekan dışıdır. Artık o, özgürdür.

 

 Selahattin Hilav’ın “Felsefe el kitabı”ndan;  Schopenhauer:

 

 Mutlak varlığın bir varolma ya da yaşama isteği olduğunu ileri sürdü. Kör bir istencin bütün varlıkların temelinde bulunduğunu, evreni oluşturduğunu, insanın da bu istencin ürünü olduğunu söyledi. Ona göre yaşam sürekli bir acıdan başka bir şey değildir.

 Varolma isteği bizi sürekli olarak etkisi altında tutar. Sonunda kötülük ve acıdan başka bir şey vermeyen davranışlara sürükler. Aslında önemli olan bizim bireysel varlığımız değildir, insan türünün devamıdır. Bundan ötürü insanoğlu evrensel istencinbir oyuncağıdır. Ve sürekli aldanış içinde bulunur.

 Ne var ki insanoğlu, kavrayış gücü ve zekası ile bu istenci ortadan kaldırıp yok edebilir. Böylece temiz ve ahlaki bir yaşam sürebilir. Acı veren bütün istek ve tutkuların ötesine geçebilir. Bunu başardığında artık özgürdür.

 

   NİETZSCHE :

 

 Özgürlük tüpleri:

 1-Sürü insan; içinde bulunduğu değerleri yüklenerek, onlara uyarak, onların dışına çıkmadan ömür boyu yaşamaya devam eden insandır.

 2-Nihilist tip; bu tip tüm değerlere hayır diyor. Hiçbir değer onun için değerli değildir.

 Nihilist tip kendini iki şekilde gösterir:

 *Aktif nihilist (anarşist); saldırgan, kırıp döken, yerine bir şey koymayan.

 *Pasif nihilist; kendi köşesine çekilir, tüm dış dünya ile ilişkisini keser. Hiçbir değerlendirme yapmaz.

 

 Nietzsche’ye göre nihilist dönem mutlaka aşılması gereken bir dönemdir. Bu dönemde kalmak çok tehlikelidir. Bu dönem aşılmazsa kişiyi yok olmaya, çöküntüye götürür.

 

 3-Yaratıcı tip; bu durumda özgürlük bir kişi tipi olarak karşımıza çıkıyor.

 Özgürlük; değerlere hayır diyebilme durumu. Kişinin kendisini aşmasında zorunlu olarak geçtiği bir ara dönem.

 Özgür insan; ‘üst insan’dır. Tür olarak insanda üst insan olma imkanı vardır. Herkes bu imkanı taşıyor. Sürü insan özgür değil. Çünkü hayır demeyi başaramamıştır. Tür olarak insanda üst insan olma imkanı vardır. Herkes bu imkanı taşıyor. Sürü insan özgür değil. Çünkü hayır demeyi başaramamıştır. Yapıp etmelerinin hiçbir değeri yoktur.

 Nietzsche’ye göre özgürlük; tek tek kişilerde ortaya çıkan bir ara dönemdir.

 

 

       A.CAMUS:

 

 Metafizik anlamdaki özgürlükle ilgilenmiyor. Absürt bilinci, meta özgürlüğü yok ediyor. Bunun yanında sınırsız bir eylemde bulunma özgürlüğü sağlıyor. Bu durumda insanın varlığı tehlikededir. Çünkü kişi, her şeyi saçma-anlamsız olarak görüyor. O halde insanın korunabilmesi için özgürlüğe sınır çizmesi lazım.

 Camus’da özgürlük iki şekilde:

 1-Eylemlerine sınır koyarak eylemde bulunma; insana şu an olanı vererek onu koruma. Örneğin ‘Veba’da Dr. Rieux, yaptıklarının boş olduğunu biliyor ama yine de yardım etmem gerek diyor.

 2-Eylemlerine sınır koymadan davranma; negatif bir özgürlüktür. Tehlikeli hatta insan varlığının ortadan kalkması sözkonusu. Örneğin zalim Kalikula’nın aynaya bakıp “bu özgürlük, iyi bir özgürlük değil” dediği özgürlük.

 

 “Saçma” olan ne dünyada ne de akılda. “Uyumsuzluk” bu ikisinin arasında. Bunlar birbiriyle örtüşmüyor. Uyumsuzu veren aslında, ‘ölüm bilinci’, insanın öleceğini bilmesi.

 “Tür olarak insanın özgür olmadığı apaçıktır. Ancak uyumsuzluğun bilincine varmak, sınırsız bir eylem özgürlüğü sağlıyor. Bu durumdaki insan ya kendi köşesine çekiliyor ya intahar ediyor ya da başkaldırıyor.

 Camus’a göre iki tür “başkaldırma” var:

 1-Metafizik başkaldırma; ölümlü olmaya.

 2-Tarihsel başkaldırma; tarih içinde insana verilen koşullara başkaldırma.

 

 Camus’ye göre iyi özgürlük, absürdün bilincine varan insanın, kendisine sınır çizerek eylemde bulunması. Dr. Rieux gibi, sonuç alamayacağını bile bile hep şimdiyi vermek ve absürt yaşantı içinde olmak.

 

 Camus’ye göre üzerinde durulması gereken soru:

“Yaşamakta olduğumuz hayatın anlamı sorulduğunda ve bunda bir anlam görülmediğinde intahar etmeli miyiz yoksa etmemeli miyiz?”

 Bu soruyu sıradan insan ve ahrete inanan insan sormaz. Bu soruyu sorduğun da ise kendini uyumsuzluğun içinde bulur.

 Camus’de özgürlük; kişi özgürlüğü ve etik özgürlük.

 Ben sadece kendi özgürlüğümü bilebilirim, İnsanın özgürlüğünü bilemem. Bana özgürlüğü tanrı vermişse bile ölümlü olduktan sonra bunun ne önemi var?

 

   J.P.SARTRE:

 

 “Varoluş, özden önce gelir”. Önce insan vardır. Özü, varolmadan önce tasarlanıp belirlenmemiştir. İnsan doğası belirlememiştir. İnsan, olmak istediğidir. Kendisini ne yaparsa odur. Kendisini tasarladığı şeydir.

 İnsan hem kendisi yapar hem de yaptıklarıyla kendisini tanır.

 İnsan, kendi başına bırakılmıştır. Bu nedenle özgür olmaya mahkumdur. Dolayısı ile insan, her tür yapıp etmesinden sorumludur. Kişi hem kendisinden hem de çağdaşlarından sorumludur. Çünkü insan, hangi çağda gelmek istedini kendisi seçer.

 İnsan kendisini seçerken başkalarını da seçer. Bu nedenle başkalarından da sorumludur.

 Sartre, tanrı olsaydı sorumlu olmayabilirdik ama tanrı yok, der.