AŞIK VEYSEL VE HÜZÜNLÜ EVLİLİK HİKAYESİ (CEYDA ÇAKIR)
Aşık Veysel Şatıroğlu, 25 Ekim 1894 tarihinde Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya gelmişti. Veysel 7 yaşındayken çiçek hastalığı Sivas yöresinde hızlı bir şekilde yayılıyordu. Kardeşleriyle birlikte çiçek hastalığına yakalanan Veysel’in 2 kız kardeşi bu hastalıktan ölmüştü. Kendisinin de sol gözü bu hastalıktan dolayı kör olmuştu. Sağ gözü ışığı az çok seçiyordu ama o da bir kazaya kurban gitmişti. Bir gün babası inek sağarken Veysel yanına gitmiş, ansızın dönüverince babasının elindeki değnek sağ gözüne girmiş, gözü hemen oracıkta akmıştı. Aile üyeleri bu yaşananlara çok üzülmüşlerdi. Veysel’in babası ona dertlerini unutsun, kafasını dağıtsın diye bir saz almıştı. Halk ozanlarının meşhur şiirlerini ezberletip, okutarak oğlunu avutmaya çalışmıştı. Bu şekilde aşıklığa merak salmaya başlayan Veysel zamanla aşıklık geleneğinin gerekliliklerini öğrenmeye başlamıştı. Ömrü hep dertlerle geçen Aşık Veysel’in bir de hazin bir evlilik hikayesi vardı. Belki de bu evlilik ona gökyüzünü, ağaçları ve kuşları görememesi kadar acı vermişti ki “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa.” sözleri dökülmüştü dudaklarından.
Aşık Veysel’i 25 yaşındayken köylerindeki en güzel kız olan Esma ile evlendirmişlerdi. Ailelerin uygun gördükleri bu evliliğin olmasını ne yazık ki Esma istememişti. Ama yapacak bir şeyi olmadığı için mecbur kalmıştı. Aşık Veysel eşini çok seviyordu bu nedenle eşini çok kıskanıyordu. Esma ise bu kıskançlıkları gereksiz görerek bunalıyordu. Belki de eşinden ve 8 senelik evliliğinden soğumasının en büyük nedeni buydu. Çünkü daha sonrasında Hüseyin adındaki komşusuna gönlünü kaptıracaktı. Aşık Veysel belki olanları göremiyordu ama hissediyordu. Eşinin onu bir gün bırakıp gideceğinin farkındaydı. Zaten çok fazla bir zaman geçmeden düşündükleri çıkmıştı. Esma bir gece Hüseyin ile birlikte kaçmıştı. Epeyce yol alan Hüseyin ve Esma bir yere oturarak soluklanmaya karar vermişlerdi. Yol boyunca çorabının içerisindeki bir şey Esma’yı rahatsız etmişti. Çorabını çıkararak ne olduğuna bakmaya karar veren Esma gördükleri karşısında çok şaşırmıştı. Çorabında 1 aylık geçimlerine yetecek kadar para vardı. O an Esma her şeyi anlamıştı, Veysel kaçacaklarını anlayarak parasız pulsuz sefil olmasınlar diye Esma’nın çorabına para koymuştu. Bu öyle bir sevgiydi ki kendisini aldatan eşine başka biriyle kaçarken bile kıyamamıştı. Yine aynı sebeple gönlünde açan çiçeğini başka bir adamın söküp almasına izin vermişti. Çünkü biliyordu, o çiçek başka bir gönülde açmayı diliyordu.
Şafak ve Güneşin Doğuşu
Eşinin onu terk edip gitmesi Aşık Veysel’i çok etkilemişti. O günden sonra kendini sürekli saz çalmaya vermiş, mısralarını acıya daha çok bulamıştı. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin ne eşini ne de ona olan sevgisini unutabilmişti. Yalnız çok kırılmıştı gönlü, bu şiiriyle dile getirmişti üzüntüsünü:
“Bir vefasız zalim yare bağlandım,
Tarih üç yüz otuz beşte evlendim.
Sekiz sene bir arada eğlendim,
Zalim kafir yetim koydu kuzumu.”
Esma kaçarken geride altı aylık kızını da bırakmıştı. Aşık Veysel kızını iki yıl kucağında gezdirmiş, ne çare o da yaşamamıştı. Onca acının üzerine bir de Esmayla arasındaki tek bağ olan kızını toprağa vermenin acısı eklenmişti. Aşık Veysel yıllar sonra Gülizar adında bir kadınla evlenmişti. Gülizar artık onun yoldaşı, arkadaşı, çocuklarının anası olmuştu. Ölene kadar birbirlerini sevmiş ve birbirlerinin yanından ayrılmamışlardı. Gülizar Aşık Veysel’i çok seviyordu, Esma ile olan anılarını bilse de hiçbir zaman kıskançlık yapmamış, Esma’nın kendisine bile iyi davranmıştı. Gülizar’ın Esma hakkında kötü konuştuğunu hiç duyan olmamıştı. Veysel’den 7 çocuğu olmuştu. Hem iyi bir anne hem de iyi bir eş olmuştu. Aşık Veysel ömrünün sonlarında onun sayesinde mutlu, huzurlu bir evliliğe şahit olmuştu.
“Onun başı daha çok ağrıyacak.”
Esma kaçtıktan sonra Hüseyin ile köye geri dönmüştü. Yalnız durumları çok kötüydü, ne paraları vardı ne pulları. Bunu duyan Aşık Veysel üzülmüş arada bir haber göndererek bir ihtiyaçları olup olmadığını sordurtmuştu. Bir gün Esma Aşık Veysel’in kapısını çalmıştı. Kapıyı Aşık Veysel’in kızı açmıştı. Ona başının çok ağrıdığını söylemiş, babasının ona bir ilaç verip vermeyeceğini sormasını istemişti. Aşık Veysel’in kızı biraz çekinmiş nasıl isterim diye düşünmüştü. Esma da ona “Sen iste, o verir” demişti. O da babasının yanına giderek olayı anlatmış ve ilacı istemişti. Aşık Veysel cebinden bir ilaç çıkararak kızına vermiş ve ağzından “Onun başı daha çok ağrıyacak.” sözleri dökülmüştü. Gerçekten de Esma hiç gün yüzü görmemişti. Ömrü sefalet içerisinde geçmişti. Aşık Veysel akciğer kanseri olup yatağa düşünce, onunla helalleşmek için evine gitmiş, içeri girmeden kapıdan Aşık Veysel’in kızına ne niyetle geldiğini söylemişti. Kızı hemen babasına içeri gelebilir mi diye sormuştu. Aşık Veysel “İstiyorsa gelsin.” demişti. Fakat Esma, kapıdayken ona yaşattıklarını düşünmüş ve ondan helallik alacak yüzünün olmadığının farkına vararak gitmişti. Esma belki de yıllarca pişmanlık yaşamıştı ama bu hayatı o seçmişti ve sonuçlarına da böyle katlanıyordu. Ömrü sürekli dert çekerek geçen Aşık Veysel’in kimseden görmediği vefayı topraktan gördüğünü söylemesi Esma yüzündendir belki de. Fakat o gerçek aşkı Gülizar’da bulmuştu. Güzel bir ömür geçirememişti belki ama onunla ömrünün sonunu güzel bir şekilde bitirmişti.
ABDURRAHİM KARAKOÇ VE MAHZUNİ ŞERİF (ODA TV)
A. Karakoç, bir yayında Mahzuni’den şöyle bahseder; “Mahzuni benim memleketlim. Aslında fazla solcu birisi değildi. Kendisi de ailesi de hepsi sünniydi…gençliğinde içen birisi, bir de saz çalan. Bizimkiler tarafından dışlanan birisi, o da üç beş Alevi ailesi vardı, onların içine gitti. İyi ki de gitti, yoksa bizimkiler bir “Mahzuni” çıkartamazdı. Mahzuni beni bilir ben de onu bilirim. Yaşça benden küçüktü. Ben Elbistan’da çıkan bir gazetede, kültür-sanat sayfasını yapardım, şiirlerini getirirdi. O zamandan beri dostluğunu, saygısını hiç eksik etmedi, ben de ondan” .
MAHZUNİ ŞERİF (ŞERİF CIRIK / 1940 – 2002)
“ASRIN OZANI” sitesinden özet alınmıştır.
Bütün Elbistan ve Malatya’da, o günün büyük mürşidi ve evliyası olarak bilinen Seyyid Hacı Mehmet Dede, aşık Mahzuni Şerif’in babası Zeynel’in öz dedesidir.
Seyyid Mehmet’in 1800’lerin başında vefatıyla, Cırıklı ve Ağuçan (Ağuiçen) Türkmenleri, asimile edilerek sünni yapılan Hasan köyde kalır. Dersim’den, Horasan’dan, Hatay’dan Elbistan’a akın etmiş bütün Türkmen ve Yörük Alevileri asimileye uğrar. Köylere camiler yapılıp, imamlar tayin edilir.
Mahzuni Şerif, Barginekli Ağuçan Alevi Türkmenlerinden olup, nene tarafı Varto Hormekan Aşiretinden Razey’e (Irazca Hatun) mensuptur. Mahsuni 1940’ta Alevi ve Sünni Türkmenlerin birarada yaşadığı Berçenek köyünde doğar. Babası, ağaya çalışan ırgat Zeynel Cırık’tır. Annesi, Döndü hanımdır. “Şerif” adı 1940’ın martında ölen amcasının adını yaşatmak için verilir. “Mahzuni ” mahlası, üzüntülü ve mahcup hali nedeniyle tasavvuf dersleri aldığı Cırık Dede tarafından verilir.
Berçenek’te ilkokul olmadığı için, “Elbistan Alembey Köyü Lütfü Efendi Medresesi“nde Kuran eğitimi alır. 1956 yılında köye ilkokul açılmasıyla buradan mezun olur. Sonrasında Mersin Astsubay Okuluna gider. 1960 yılında da Ankara Ordu Donatım Teknik Okulunu bitirir. Başarısının gereği, Kuleli Askeri Lisesini haketmesine karşılık, sosyalist ve alevi halk edebiyatına gönül vermesi nedeniyle ordudan ihraç edilir.
Mahzuni daha 10-12 yaşlarındayken ana babasının baskısıyla, dayısının kızı Emine ile bir süre nişanlı kaldıktan sonra imam nikahıyla evlenir ve bir kızları olur.
Mahzuni, “bu evlilik çok sürmedi. Bir mektupla karımı boşadım” der.
1961’de Ankara’da İtalyan asıllı Sovina ile tanışır. Onunla evlenmek ister ancak Sovina daha 14 yaşındadır. Bunun üzerine kaçırıp köye götürür.
“Bir yandan 14 yaşında yabancı asıllı kızı kaçırmış, bir yandan da okul ve asker kaçağı olarak aranıyordum” der.
Mahzuni, adını ‘Suna‘ yaptığı Sovina’yı çok sever.
” İkinci eşim Suna’ydı, önce ikiz doğurdu. Ferhat ve Şirin koydum adlarını. Bir de Emrah geldi arkalarından. Suna’yı seviyordum ama arkadaşlarım kötü yola sevkettiler onu. Şimdi çeşitli pavyonlarda şantözlük yapıyor” der.
(“Kötü yola sevkettiler” dediği kişilerin, en yakın arkadaşları “Ali Ekber Çiçek ve Mahmut Erdal” olduğu, özellikle de Suna’yı kandıran, evi kendisi için terketmesini sağlayan kişinin, Ali Ekber Çiçek olduğu söylenir. ‘bilgeler.net’)
Mahzuni, bu evlilikten sonra üçüncü evliliğini uzaktan akrabası olan Fatma Özdemir ile yapar. Bu evlilikten de dört çocuğu olur; Derya, Ali, Şeyda ve Yetiş.
Mahzuni, her zaman siyasetin içinde olur. ” İşçi Partisi benim ilk göz ağrımdır ve CHP‘de de üyeliğim vardı” der.
Deniz Gezmiş’lerin idamını protesto eden söylemlerde bulunur. Zamanın başbakanı Nihat Erim’e, “erim erim eriyesin” der. N.Erim de “herkes başbakanı sevmek zorunda değil” diyerek şikayetçi olmaz. Mahzuni, “eğer şikayetçi olsaydı dört yıl yerdim, şikayetçi olmadı onbuçuk ay hapis yattım” der. Mahkemede sorulması üzerine, “elhamdülillah Kızılbaşım ve laikim. Ben değil yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir” der.
CHP’den milletvekili adayı olur ancak kazanamaz. SHP Genel Başkanı, Murat Karayalçın’ın “danışman”ı olur fakat “danışmıyorlar” diye istifa eder.
Mahkemeleri, mahkumiyetleri, işkence görmesi, evinin ailesiyle bulunduğu esnada bombalanmasına kadar, zalimin karşısında mazlumun yanında Pir Sultan’dan ilhamla bütün yaşamı mücadele içinde geçer.
Mahzuni, son yıllarında hastadır. Beyin kanaması, kalp ve solunum yetmezliği geçirir. Ölüme karşı üç kez galip geldiğini söyler fakat bu hastalıklar yakasını bırakmaz ve Almanya’nın Köln şehrinde, 62 yaşında hayata veda eder. Vasiyeti üzerine cenazesi, Hacı Bektaş’a getirilerek defnedilir.
SPİNOZA’NIN TANRISI (1632-1677)
Portekiz asıllı yahudi bir ailenin çocuğu olarak Amsterdam”da dünyaya gelir. Altı yaşında annesini, yirmi iki yaşında da babasını kaybeder.
Babasının da isteğiyle her yahudi çocuğu gibi dini eğitimden geçer. Ancak daha onbeş yaşındayken, sinagogda kuşkucu bir gencin kırbaç cezasına çaptırılması üzerine ilk kez kurumsallaşmış dini otoriteyi sorgulamaya başlar. Üç yıl içinde de Talmud derslerini bırakıp, felsefeye yönelir.
1655’te Baruch Spinoza, ‘tanrının bir bedene sahip” olduğunu söylemesi üzerine, Yahudi Cemaati Mahkemesi tarafından, “Tevratı reddeden materyalist” olduğu hükmüyle “din dışı” olmakla suçlanır.
1656 yılında da “tanrının, evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliğinin olmadığını söyler. Tevratın da tanrının doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğunu savunduğu için yahudi cemaatinden “aforoz” benzeri bir ceza olan “cherem” senediyle kovulur.
1660 yılında sinagogun, ” her türlü din ve ahlak için tehdittir” şikayeti üzerine yaşadığı şehir olan Amsterdam’ı da terketmek zorunda kalır. Zira cemaatin azmettirdiğine inandığı, bıçaklı saldırıdan ucuz kurtulur. Bıçağın yırtıp deldiği paltoyu, ölünceye dek giymeye devam eder.
Spinoza, “Descartes dualizmi”ne tekçi (monist) bir karakter kazandırmaya çalışır. Ona göre tanrı ile varlık, ruh ile beden, etik ile metafizik aynı şeydir. Tanrı, varolan yegane cevherdir. Yıldızlardan tutkularımıza kadar herşey yaratılmamış bu ezeli cevherle doludur. Ortaya çıkan kozmik düzen, öylesine uyumlu bir nedenselliğe sahiptir ki, burada tesadüfe de mucizelere de yer yoktur. Evrenin her zerresi akılla doludur ve “tanrı” denilen kavram doğadaki nedensellikten başka bir şey değildir. Tanrıyı akılla anlamak mümkün olduğundan, inanca yer yoktur.
Spinoza’nın peygamberler ile ilgili görüşleri ise çok çarpıcıdır. Ona göre peygamberler, tanrı ile farklı şekillerde irtibat kurabilen özel kişilerdir. Sıradan insanlara göre muhayyileleri daha güçlüdür. Ona göre İsa peygamber, tanrıyla doğrudan konuşabilen tek peygamberdir. Çünkü, tutkularının esiri olmayan tek peygamber odur. Başta mucizeleri olmak üzere İsa Mesih ile ilgili anlatılanların çoğu ise sonradan uydurulmuş hurafelerdir.
Mesihin mistik yönünü yok sayıp, onu bir bilgeye dönüştürmesi ilahiyat çevrelerini çileden çıkarır fakat geri adım da atmaz.
Özellikle ilahiyat çevreleri, onun tanrı-doğa ilişkisi üzerine panteist fikirlerinin; deist, ateist düşüncelere kapı araladığını söyler.
14.Louis’e ithaf edilmek üzere bir kitap yazması karşılığında ömür boyu kraliyet maaşı teklif edilmiş ancak ahlaki sebeplerle reddetmiştir. Aynı yıl, Almanya’nın en eski üniversitesi olan Heidelberg Üniversitesi Felsefe Bölümü, “halkın inançlarına saygı göstermesi” halinde profesörlük teklif etmiş ancak şart koşmaları üzerine bu teklifi de reddetmiştir.
Spinoza’nın metafizik görüşlerinin, kendisinden yüzyıllar önce yaşamış Muhyiddin İbni Arabi’nin, “Vahdeti vücut ” görüşüyle benzerlikler gösterdiği de bazı çevreler tarafından söylenmektedir.
1652 yılında babasının tüm karşı çıkışına rağmen mercek yontma işine başlar. Geçimini bu şekilde sağlar. Ancak 45 yaşındaki ölümünün de solunum yolları üzerindeki etkileri nedeniyle, bu yontma işinden kaynaklandığı düşünülmektedir.
Sağlığında yayınlamak istemediği için, “Etika” dahil pek çok eseri, ölümünden sonra yayımlanmıştır.