PROF.DR. SEDAT TOPÇU (1940 – )
1940 da Bartın’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi sonrası İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünden mezun oldu.
Askerlik sonrası Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine psikolog olarak atandı.
Dünya Sosyal Psikiyatri Derneği’nin kurucusu Dr. Joshua Bierer‘in öğrencisi oldu. Doktorasını Londra Üniversitesinde yaptı.
Türkiye’ye döndükten sonra önce Muğla Üniversitesine ardından da Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümünde, doçent ve profösör kadrosunda 18 yıl görev yaptı.
Eserlerinden Bazıları:
1-‘Çocukların Cinsel İstismarı’
2-‘Silinmeyen İzler’
3-‘Medyadan Psikolojiye’
4-‘İnsan ve Psikiyatri’
–ATİPİK ÇOCUKLAR–
Atipik çocuklar; toplumun tanımladığı özelliklere sahip olmayan ya da toplumsal değer yargılarının dışındaki özelliklere sahip olan çocuklardır. Daha özel olarak bu kavramla kastedilen, sosyal uyum bozuklukları, üstün zekâlılar, geri zekâlılar, ruhsal bunalımlı bedensel sakatlığı veya özrü olan çocuklar ifade edilir.
Normal zeka içine girmeyen kimseler, atipik olarak nitelendirilmektedir.
Atipik çocuklarla ilgilenmenin tarihi, eski Yunan’a kadar dayanmaktadır. Bu konuda, Hipocrates ve Gallen bir takım araştırmalar yapmışlardır. Bu çağlarda atipik kimselere, perilerin, cinlerin etkisinde kalmış gözüyle bakılmaktadır.
Rehabilitasyon, özürlü kişilerle birlikte ortaya çıkmaktadır. Çünkü, bu kişiler normal kişilerin çalıştığı işlerde çalışamazlar. İşte işsizlik gibi problemler, bu kimselerde ruhsal bunalımlara yol açmaktadır.
Özürlülerin sınıflandırılması:
Sınıflandırma; nesne ve olayların birbirine benzer özelliklerini biraraya toplayıp onları adlandırma işlemidir.
Genel olarak iki tip sınıflamadan sözedilmektedir:
1-Kategorik sınıflandırma; eşya ve olayların kategorilere ayrılması ve bu kategorilere bir ad verilmesidir. Kalitatif özellikler egemen yani niteliğe göre olan bir sınıflamadır.
2-Boyutsal sınıflandırma; olayların ve eşyaların aralarında bulunan derece farklarına göre sınıflandırılmasıdır. Kantitatif özellikler egemen yani niceliksel, sayısal olan bir sınıflandırmadır.
Sınıflandırma yapmak zordur. Bu zorluk; homojen, katıksız kategorilerin bulunmayışındandır. Buna karşılık kategorilerin iç içe, binişik olarak bulunmalarındandır.
Örneğin; sara ve zeka geriliği iç içedir. Yani bir özür, başka bir özre yol açmaktadır.
Hiçbir kategoriyi tek başına bulmak mümkün değildir. Bu nedenle, baskın özellikler tespit edilerek, sınıflandırma yapılmaktadır.
Bütün özürlü çocuklar, ruhsal bozukluk içinde değildir. Belli bir özür türü ile ruhsal bozukluk arasında bir ilişki bulunamamıştır. Ancak ruhsal bozukluklar, normal çocuklara oranla, özürlü çocuklarda daha fazla görülmektedir.
Bir özür daha embriyo halindeyken olabileceği gibi doğumun hemen sonrası ya da çok sonrasında görülebilir. Özrün nedenleri çok değişiktir.
Örneğin, embriyoya etki eden nedenleri şöylece sıralayabiliriz:
1-Kalıtım faktörleri, örneğin; akraba evliliği vs.
2-Dış faktörler, örneğin; annenin hamileliği esnasında x ışınlarına maruz kalması, ilaçlar, kavga, hastalık gibi nedenler.
3-Doğumun iyi şartlar altında olmaması, örneğin; doğum esnasında çocuğun başının sertçe tutulup çekilmesi vs.
Ailelerin özürlü çocuğa karşı tutumları:
Özrün çıkış dönemlerine göre, ailelerin tepkisi farklı olmaktadır. Bazı ebeveynler suçluluk duygusuna kapılıp, depresyona girmektedir. Bu ruh halinin çocuğa yansıması halinde onun da psikolojisini bozmaktadır.
Özürlü çocuklara yönelik ait 3 aile tutumu :
1-Reddetme, 2-Aşırı koruma, 3-Kabul etme ve benimsemedir.
Bu ailesel tutumlar normal çocuklu ailelerde de görülebileceği gibi özürlü çocuğa sahip ailelerde genellikle çok ağır bir şekilde yaşanmaktadır. Ayrıca aynı ebeveynde bu üç tutumu birden görmek de mümkündür.
1-Reddetme; özürlü çocuğa lkarşı beslenen bilinçli ya da bilinçsiz duygular onu terk etmenin apaçık bir görüntüsüdür. Reddetme kendini iki biçimde gösterir:
a)Açık reddetme; ana-babanın özürlü çocuklarını açıkça istemedikleri, reddettikleri durumdur. Bu istememe, çocuğa hakaret etme ya da kovma şeklinde olabilir.
b)Kapalı reddetme; ana-baba çocuğa karşı gerçek tutumlarını gösterdiklerinde, çevre tarafından ayıplanacaklarını düşündüklerinden, çocuk için kaygılanıyorlarmış gibi görünürler. Gerçek duygularını, düşüncelerini ikiyüzlülükleriyle kamufle ederler.
Aileler neden çocuklarını reddederler?
Çünkü; ana-baba çocuktan kopmaktadır. Başlkalarının yanından çocuklarından utanmaktadırlar. Ayrıca suçluluk duygusu da duymaktadırlar.
2-Aşırı koruma; ana-babanın çocuğun üzerine çok fazla düşmesidir. Bu tip ebeveynler çocuğa, ‘şunu yapma’, ‘bunu yapma’, ‘aman bir şey olur’ gibi bir çok sınır koyarlar.
Aşırı koruma, reddetmenin şekil değiştirmiş bir hali de olabilir. Çünkü; çocuğunu gerçekten seven bir ana-baba bu kadar sınır koymaz.
Bu tip ailelerin özellikleri:
a)Bu tip ailelerde çocuk merkezdedir Ana-baba ve ailenin diğer bireyleri ise özürlü çocuğun etrafında fedakar kişiler görünümündedirler.
b)Ana-baba, çocuğun yardımsız yapabileceği bir işte bile gerekli gereksiz yardımda bulunurlar.
c)Ana-baba çocuğun çevresini sınırlarlar. Bir şey olacak diye oynamasına izin vermezler. Dolayısıyla çocuğun hayat deneyimine, olgunlaşmasına engel olurlar. Çocukları hakkında hep fikirler ileri sürerler.
d)Bu tip ebeveynin bazı davranışlarında tutarsızlıklar görülmektedir. Çoğunlukla çocuk, küçük bir suç işlediğinde çok büyük bir tepki gösterirler, kızılacak yerde de severler.
e) Bu tip ebeveynler, çocuğun devamlı yanlarında kalmasını, dışarıya çıkmamasını, arkadaş edinmesini engellerler. Bu tür aileler, çocuklarını doğru bir şekilde değerlendirmezler, ona ulaşamayacakları hedefler koyarlar.
Bu tip ailelerdeki özürlü çocuklar genellikle şu özellikleri gösterirler:
*Sorumluluktan kaçınırlar.
*Eleştirilmekten hoşlanmazlar, devamlı olarak onaylanmak isterler.
*Kıskanç olurlar, ana-babasının ilgisinin kimseye yönelmemesini isterler.
*Utangaç olurlar.
*Kendilerine güvenemezler. Çünkü, ne yapmışlarsa ana-babaları yardım etmiştir.
*Kendilerine karşı olan bir durumda hemen parlayıverirler, saldırganlaşırlar yada bunun tam tersi korkak da olabilirler.
Ana-babanın aşırı koruma göstermesinin nedenleri:
*Bu tutum ebeveynin çocuğa karşı sevgisinden kaynaklanabilir ancak bu sevgi zarar vericidir.
*Suçluluk duygusu, çocuğun sakat ılmasına kendilerinin neden olduklarını düşünerek bu durumu telefi etmek amacıyla bu tutuma yönelirler.
*Çocuğu açıkça reddetmeleri halinde toplum tarafından hoş karşılanmayacaklarını bildiklerinden, aşırı korumacı bir kılığa bürünürler.
*Bazı ana-babalar bağımlı çocuğa sahip olmak isterler. Çocuğun kendilerini terk etmesinden korkarak onun özrünü abartırlar. Özrün tedavi edilmeyeceğini sanırlar.
*Sabırsızlık, özürlü bir çocuğa bakmak sabır ister. Çocuğun işini kendisinin yapmasını beklemek yerine bu işleri ana-baba kendisi yapar.
3-Kabul etme ya da benimseme; çocuğu her türlü özrüyle, yetenekleriyle kabul eden aile tipidir. Bu nedenle en ideal aile yapısıdır. Çocuk, yetenekleri doğru değerlendirilirse sağlıklı gelişir.
Özürlü çocukların psikolojik özellikleri:
1-Özrün, çocuğun kendilik kavramına etkisi,
2-Çocuğun uyumu üzerindeki etkisi.
3-Çocuğun okul başarısına etkisi.
4-Çocuğun sosyal ve psikolojik gelişimine etkisi.
1-Kendilik kavramı; bireysel bir hayat stili, yaşam tarzıdır. Bu hayat stili, ‘ben’ kavramında ifade bulur. Üç tür benlik vardır:
a)Gerçek benlik; ‘ben böyleyim, şöyleyim…’ vs.
b)İdeal benlik; olmak istenilen benlik. ‘Ben, şöyle birisi olmak istiyorum’ vs.
c)Sosyal benlik; diğer insanların bireyi görüş tarzı. ‘Beni insanlar şöyle görüyor’ vs.
Özür, çocuğun beden algısına / imgesine ve kendilik değerine olumsuz etkide bulunur.
Beden algısı; kendilik duygusunun beden ile ilgili yönüdür. Bireyin kendisini algılama şeklidir. Yani bireyin kendi zihnindeki, kendi beden şeması ya da imgesidir. Bu imge kişiliği oldukça etkiler.
Kendilik değeri; kişinin kendisi hakkında yaptığı olumlu ya da olumsuz değerlendirmesidir.
Kendilik kavramı, bir takım süreçlerden, tecrübelerden geçerek gelişir. Örneğin; çocuğun kendi cinsiyetini, diğer cinsiyetleri bu tecrübeler sayesinde öğrenir.
Özürlü çocuklar, sosyal çevreleri daha sınırlı olduğu için normal çocuklar gibi çok ve kolay tecrübe edinemezler. Bu durum, onların bilişsel gelişimini de olumsuz etkiler.
Biliş; dikkat, algı, bellek, kavrama yeteneği gibi zihinsel faaliyetlerin tümünü kapsar. Birey, biliş mekanizması sayesinde dış dünya hakkında bilgi sahibi olmaktadır. Duyu organları özürlü kimselerde, bilgi edinme sınırlı olduğundan, bilişsel gelişim de buna bağlı olarak sınırlı kalmaktadır.
Çocuğun, kendilik değer duygusuna etki eden asıl faktör; çocuğun özrü değil, bu özre yöneltilen sosyal yargılarıdır. Bunun yanında özür de önemlidir.
Özürlülere karşı toplumsal tutumlar genellikle negatiftir. Çocuk kendini değerlendirirken bu olumsuz değer yargılarına başvurduğundan, kendilik değer duygusu olumsuz bir şekilde gelişmektedir. Kendi özrünü bir değersizlik olarak gören kimse, giderek kendini de değersiz biri olarak görecektir. Bu durumun doğal sonucu, çocukta da uyumsuzluklar ortaya çıkacaktır.
2-Çocuğun sosyal gelişimi üzerine özrün etkileri:
İnsanın sosyalleşebilmesi için diğer insanlarla etkileşimde bulunması ve belirli bir toplumda yaşaması gerekir. İyi bir sosyalleşme, değişik ortam ve insanlarla etkileşime girerek tecrübeler kazanma yoluyla olmaktadır.
Özürlü çocuklar daha önce değinildiği gibi tecrübeleri sınırlıdır. Bu yaşantı eksiklikleri onların tam sosyalleşmelerini engellemektedir.
Bu yaşantı eksikliğinin başlıca 3 kaynağı vardır:
a)Özrün kendisinden kaynaklanan yaşantı eksiklikleri.
b)Ana-babanın tutumundan kaynaklananlar.
c)Toplumsal tutumlardan kaynaklanan yaşantı eksiklikleridir.
1-Çocuğun özründen kaynaklanan yaşantı eksiklikleri:
*Kronik özürlü çocuklar; özrün tedavisi çocuğun ömrü boyunca ya da çok uzun bir süre devam ettiğinden çocuk arkadaşlarıyla veya başka şeylerle geçireceği zamanı tedaviye harcadığından dolayı meydana gelen yaşantı eksiklikleridir.
Örneğin; zeka geriliği, sara gibi özürler uzun süre tedavi gerektirdiklerinden bu tür yaşantı eksikleri ortaya çıkmaktadır.
*Özrün kendinden kaynaklanan yaşantı eksiklikleri; özür çocuğun hareketlerini kısıtladığı için bu durum çocukta yetersizlik duygusunu geliştirir. Örneğin; çocuk felci geçiren çocuklar genellikle kendi içine kapanır. Bu nedenle de az sosyalleşirler.
2-Ana-babanın tutumundan kaynaklanan yaşantı eksiklikleri:
Ana-babanın olumsuz tutumları, çocuğun sosyal gelişimini yavaşlatır. Özürlü çocuklarla, normal çocuklar aynı süreçlerden geçer ancak bu süreçler özürlü çocuklarda daha yavaş ve pahalı geçilmektedir.
Bireyde görülen bu olumsuz davranışlara uyumsuzluk diyoruz. Çocuğun özrüne karşı tutumunu ailesi belirliyor. Ailenin rolü olumsuz olursa, çocukta bu uyumsuz davranışlara yol açmaktadır. Çocuktan utanılması, baş belası gibi görülmesi bunalım ve uyumsuzluğa yol açar.
Ailenin olumsuz tutumlarının nedenleri:
1-Bazı aileler özrün bedensel yanı üzerinde çok dururlar.
2-Bazı aileler, sosyal deneyimin önemini bilmezler.
3-Ailenin özürlü çocuğa karşı tutumları.
Bazı aileler çocukların özrünü kabul edemezler ve ümit içinde doktor doktor gezerler. Aslında bu doğal bir tepkidir.
Bazı ana-babalar özürlü çocuklarına hasta muamelesi yaparlar. Ancak özür bir hastalık değildir. Çünkü, özür kalıcıdır. Hasta muamelesi çocuğun özrüyle birlikte yaşamayı öğrenmesini geciktirmekte ve zorlaştırmaktadır. Bu muamele çocuğun olumsuz davranışlarına göz yumduğu için, çocukta olumsuz davranışların pekişmesine yol açmaktadır. Ana-babanın öğretmediğini daha sonra çocuğa hayat acı bir şekilde öğretmektedir.
3-Toplumsal tutumlardan kaynaklanan yaşantı eksiklikleri:
Normal çocuklar, özürlü çocuklarla arkadaşlık etmek istemezler. Çünkü; henüz vicdan gelişimlerini tamamlamamışlardır.
1966 yılında Kleck adlı bir araştırmacı, normal kimselerin, özürlü kişilerle ilişkide bulunduklarında rahatsız olduklarını, heyecanlandıklarını tespit etmiştir. Ayrıca normal kimselerin acıma duygusundan dolayı özürlü kişilerin fikirlerini kısmen kabul etme eğilimi içinde oldukları da saptanmıştır. Bu durumda özürlü kişilerin neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edememelerine dolayısıyla kişilik gelişimlerini de engelleyeci olmaktadır.
O halde özürlü çocuklara nasıl faydalı olabiliriz?
*Ailenin yanlış tutumlarını düzeltmek için rehberlik yaparak. Bu rehberlik, somut örneklerle yapılmalıdır.
*Çocuğa verilen sorumluluk, onun yeteneğini aşmamalıdır. Hedefler onun ulaşabileceği düzeyde olmalıdır.
*Çocuğun özrüne göre, özel eğitim kurumlarından yararlanmalarını sağlamak.
*Özürleriyle ilgili araç-gerecin temin edilmesi gerekmektedir.
*Çocuğun sosyal gelişimini olumsuz yönde etkileyen, olumsuz sosyal yargıların ortadan kalkması için toplumu bilinçlendirmekdir.
Özrün okul başarısına etkisi:
Bu etki ya doğrudan olur ya da dolaylı olur. Doğrudan etki ettiği vakalar, zeka geriliklerinde görülür. Zeka geriliği fazla olmadığı taktirde, bu çocuklar okula gönderilir. Ancak ödevlerini yapamazlar. Çünkü, okul müfredatı kapasitelerinin üstündedir.
Devamlı tedavi gerektiren kalp romatizması, sara gibi özürler çocuğun okula devamını engellemektedir. Bu da onların başarılarını, sosyalleşmelerini olumsuz yönde etkiler.
Özürlü çocuğun uyum sorunları vardır. Bu çocuklarla alay edilir, acınır, yalnız bırakılırlar. Bütün bunlar çocukta yetersizlik duygusu ve kendine güvensizlik yaratır. Bu da uyumsuzluk ve başarısızlığı beraberinde getirir.
Uyumsuzluk; bir kültürün tanımladığı değer ve adetlerin dışına taşan davranışlardır.
Anderson isimli araştırmacı, özürlü çocukların anneleri ile yaptığı mülakatta onların daha çok şikayet ettiği husus; çocuklarıyla alay edilmesi olmuştur. Bu yüzden de okula uyum sağlayamadıklarıdır.
Özellikle özürlü çocuklar, ergenlik döneminde engellemeler içine düşerler. (Engelleme; hedefe giden davranışın önlenmesidir.)
Uyumsuz davranış göstermeye özürlü çocukların kendilerinin de katkıları vardır. Bu çocuklarda hükmetme arzusu ve saldırgan davranışlar da görülmektedir.
Uyumsuz davranış göstermelerinin bir nedeni de diğer çocuklarca etraflarının çevrilip, merak konusu olmalarıdır. Ayrıca, özürlü çocuğun kendisini diğer çocuklarla karşılaştırmalarından da kaynaklanır.
Şunu da unutmamak gerekir; özürlü çocuk demek uyumsuz, başarısız demek değildir. Sözkonusu uyumsuzluklar, normal çocuklarda da gözlenmektedir.
Özrün şiddet, tür ve özelliklerine göre eğitim veren kurumlar:
1-Yatılı özel eğitim kurumları; çocukların 24 saat bakım ve kontrol altında bulundukları kurumlardır. Bunlar daha çok körler, sağırlar, geri zekalılar ve ailenin başından attığı çocukların bulunduğu kurumlardır.
2-Gündüz eğitim veren özel eğitim kurumları; çocuğun normal okula gitmesini engelleyen bir durum olması halinde, gündüzlü eğitim kurumlarıdır.
3-Normal okullara bağlı olarak hizmet veren özel eğitim kurumları; bunun amacı özürlü çocuğun toplumdan soyutlanmaması içindir ya da ekonomik sebeblerden dolayı normal okula gitmek zorunda kalır.
Bu çocuklar ya okulun bir sınıfında özel eğitim görürler ya da normal sınıflarda eğitim görürler. Örneğin; zeka geriliği yoksa normal sınıflara devam ederler.
Özürlü çocukların normal okullara devam etmeleri tercih edilir. Bunun pek çok faydası vardır:
1-Özürlü çocuk normallerin dünyasında yaşamak ve uyum göstermek zorundadır. Özel okul, gerçek hayatı temsil etmez. Onu özrüyle baş başa bırakmak, onu toplumdan soyutlamak demektir.
2-Normal okul, sosyal gelişimine katkıda bulunur.
3-Özellikle özel okullara gidenlerde görülen aşağılık duygusu, normal okula gidenlerde önlenmiş durumdadır.
4-Normal okul, çocuğun motivasyonunu artırır.
5-Özürlü çocuklara karşı gösterilen önyargı ve olumsuz duygulara engel olur.
Uyumsuz davranışları açıklamada 4 kuramsal yaklaşım:
1-Sosyal-psikolojik yaklaşımlar.
2-Adler’in ‘organik yetersizlik’ kuramı.
3-Psiko-analitik temelli yaklaşımlar.
4-Diğer görüşler.
Sosyal-psikolojik yaklaşımlar; sosyal faktörleri neden olarak değerlendiren yaklaşımlardır. Bu yaklaşım da kendi içinde ikiye ayrılmaktadır:
a)Sosyal tutumlar.
b)Dinamik görüş.
a)Sosyal tutumlar; Wright ve Berker’in görüşlerini kapsar. Bunlara göre özürlü çocuklar, belli bir pozisyona sahiptir. Bu pozisyon dezavantajlı bir pozisyondur. Özürlü kişiler toplumun genel vatandaşlık haklarından yararlanamazlar. Toplumun bu kişilere tutumları açık-seçik değildir. Bir de özrün koyduğu engeller vardır.
Gelişmemiş ve azgelişmiş ülkelerde özürlülerin çalışabileceği işler son derece sınırlıdır. Olanaklar çok azdır.
Özür ile normallik arasındaki sınır belli değildir. Bu nedenle özürlüler ne yapacaklarının bilincinde değildirler.
Meyerson der ki; “özürlülerdeki uyumsuzluklar, özrün kendisinden değil sosyal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Özürlü kişi, organ eksikliği nedeniyle normal fonksiyonda bulunamaz. Diğer bireyler, bunun farkına varır ve özrü değersiz olarak görürler. Bunun farkına varan özürlü de kendisini değersiz olarak kabul eder. Bu kabullenme, kendini isyan ve uyumsuzluk şeklinde gösterir”.
Kısaca Meyerson, uyumsuzluğun nedenini; özürlülere karşı beslenen sosyal yargılar, duygular ve davranışlara bağlar. Suçlu özürlü değil, toplumdur.
Diğer bir sosyolog Goffman ise doğrudan doğruya özür üzerinde durmayıp, ‘stigma’ (damga) denilen negatif bir kavram öne sürer.
Ona göre, herkes karşılaştığı kimseleri belirli kategorilere sokarak sınıflandırmaktadır. Damgalayanlar, damgalanandan damganın gereği bazı davranışları yapması beklentisi içindedirler. Örneğin; ‘manyak’ kategorisine sokulan birisinden manyakça davranışlar beklenir. Artık o kişi, insanlık dışıdır ve toplumun bir parçası değildir.
Goffman’a göre, 3 stigma vardır:
1-Sosyal, 2-Ruhsal, 3-Bedensel stigmalar.
Sosyal stigmalar; belli özellikler bakımından, o kişiyi belirli bir sosyal gruba dahil etmeyle ilgilidir. Örneğin; zenciler iyi koşarlar, dans ederler, şarkı söylerler vs.
Ruhsal stigmalar; bireylerin ruhi durumlarına göre yapılan stigmalardır. Ruh hastası, geri zekalı vs.
Bedensel stigmalar; bedensel özre göre yapılan stigmadır. Örneğin; topal, çolak, kör vs.
Goffman’a göre, insanlar özürlü kimselere farkında olmadan bu tür damgaları vururlar. Artık o kimseleri, toplumdan ayırt edici her türlü davranışı da mübah sayarlar.
b)Dinamik görüş; Kurt Levin’in ‘alan teorisi’ne dayanır. Buna göre özürlülerin uyumsuz davranış göstermelerinin nedeni; yeni psikolojik ortamlarla sık sık karşılaşmalarıdır. İkincisi ise çakışan psikolojik rollerdir.
*Yeni psikolojik ortamlar; eski ortamdaki davranışlarımızla yeni ortamdaki davranışlarımız farklıdır. Eski ortamda daha rahat ederiz. Çünkü, bizden ne beklendiğini, ne yapmamız gerektiğini biliriz. Oysa yeni ortamda, nelerin olup bittiğini bilmiyoruz. Bu ortamda hangi değerlerin pozitif hangi değerlerin negatif olduklarını bilmiyoruz. Bu yüzden yeni ortama giren, tereddüt içindedir. Yeni ortmda en küçük ayrıntı bile değerlendirilir. Bol bol deneme yanılma yapılır. Bu yeni ortama uyum başarısı, özürlü çocuklarda daha düşüktür. Bu başarısızlık, düş kırıklığı getirir. Kişi kendini engellenmiş sanır. Yeni ortama girende, bir iç çatışma vardır. Bu çatışma, bireyin eski ortama kaçmakla, yeni ortamın olanaklarından faydalanmak isteyen kişinin çatışmasıdır.
Özetle; yeni ortama giren kimsede kaçınılmaz olarak düşkırıklığı, engellenmişlik duygusu ve iç çatışmasına yol açmaktadır. Bu durum uzun sürerse uyumsuz davranışların ortaya çıkmasına neden olur. Özürlülerde bu uyumsuzluk daha fazladır.
Neden özürlüler yeni psikolojik ortamlarla sık sık karşılaşırlar?
Özürleri nedeniyledir, gerektiği gibi hayat deneyimlerini elde edemezler. Bunun nedeni yalnız özrün kendisi değil yanlış ana-baba tutumlarıdır da. Bir diğer neden de özürlülere karşı toplumsal önyargılardır.
Özrün türüne göre de yeni ortama girme olasılığı artmaktadır.
Özrün kendisi sosyal uyarıcı rolü oynar. Özürlü toplumda yardım mı görecek, merak konusu mu olacak vs.
Meyerson, şu öneriyi getirir:
“Mümkün olduğu kadar özürlünün sosyal ilişkileri sınırlandırılmalıdır”. İkinci önerisi ise “hayal kırıklığına, engellenme duygusuna karşı hoşgörülü olmaktır”.
Meyerson’un ilk önerisi, bir bozukluğu başka bir bozuklukla gidermeye çalışmaktadır ki, bu çözüm değildir.
*Çatışan psikolojik roller:
Özürlülerin, takınmak zorunda olduğu rollerin birbiri ile çatışmasıdır. Dinamik gücü savunanlar özellikle, özürlülerin iki rolü takındıklarını söylerler:
a)Normal insanların takındıkları rol.
b)Özürlülerin dünyasında takındıkları roller:
Ancak bu roller özür nedeniyle çatışma yaratır. Örneğin; bir görmez koşmak iter ama yapamaz. Bu durm da onda uyumsuzluğa ve bunalıma yol açar.
Bu kimseler rol çatışmasının farkındadırlar. Önemli olan bu çatışmaları asgari düzeye indirmektir.
Tags: Alan teorisi, Anderson, Aşırı korumacı aile, Berker, Biliş, Damga, Engelleme, Gerçek benlik, Goffman, İdeal benlik, K.Levin, Kendilik değeri, Kleck, Meyerson, Özür ve okul, özürlü çocukların psikolojisi, Prof.Dr.Sedat Topçu, Psikoseksüel gelişme, Rehabilitasyon, Sosyal benlik, Stigma, Wright, Yaşantı eksikliği