Posts Tagged ‘Meyerson’

ATİPİK ÇOCUKLAR -3 (SEDAT TOPÇU)

Cumartesi, Aralık 12th, 2009

  

SARA – EPİLEPSİ :

 

 İnsanlık tarihi kadar eski bir hastalık olan saranın, Yunanca karşılığı; ‘sürpriz’dir. Nöbetler, sürpriz bir şekilde ortaya çıktığı için

 Sara; bilinç kaybı, bayılmalar ve sarsılmalarla kendini gösterir.

 En önemli özellik; şuur kaybıdır. Ancak bütün sara türlerinde görülmez. Dereceler arzeder. Sarsılmalar da kiminde az kiminde de çoktur.

 Sarayı, standart olarak tanımlamak mümkün değildir. Ancak nörofizyolojik yaklaşımlarla anlaşılmıştır.

 Sara; beyindeki elektrik deşarjıdır ( boşalmasıdır). Bu tanım, herkes tarafından kabul edilebilir bir tanımdır.

 

 Sara sınıflaması:

 1-İdiopathic, 2-Symtomatic.

 

 İdiopathic; nedeni belli değil ve hayatın bilinmeyen bir anında ortaya çıkar.

 Symtomatic; nedeni belli olan, dışsal faktörler yol açmaktadır.

 

 Klasik olarak sara 4 kısımda inceleniyor:

 1-Grand mal epilepsi,  2-Petil mal epilepsi

 3-Focal epilepsi,         4-Ekivalar epilepsi

 

 Kritik sınıflama:

 Focal, Centracephalic ve Cerebral epilepsi.

 

 Epilepsi; kendini nöbetlerle göstermektedir. Anormal davranışlar, anormal elektriklenmeler sonucu görülür. Bu durum EEG testleriyle saptanmıştır.

 

 Nöbet türlerine göre üç sarayı biribirinden ayırabiliriz:

 1-Grand mal, 2-Petil mal, 3-Focal epilepsi.

 

 Bunlar yine kendi aralarında ayrılır:

 

 Petil mal epilepsi :

 a)Petil mal nöbet, b)Miyoclonic nöbet, c)Akinatic nöbet

 

 Focal epilepsi:

 Focal-duyusal nöbet. b)Focal hareket nöb. c)Psikomotor nöb.

 

 GRAND MAL EPİLEPSİ :

 

 Büyük nöbettir. Bilinç ve hareketleri düzenleyen bölgede yaygın bir hasar vardır. Nöbet esnasında kişi kendini kaybeder, düşer. Ateşe düşerse yanar. Bu nedenle vücutları hep yaralıdır.

 Nöbette görülen özellikler:

 *Bilinç kaybı.

 *Nefes alma yavaşlıyor.

 *Göz bebekleri kayboluyor.

 *Kaslar gerilir, vücut aşrı derecede kasılır. Dilini ısırdığında koparır.

 *Nöbet geçince parmak uçlarından başlayıp, bütün vücudu bir titreme alır. Titreme, kafaya da yayılır. Kaslar gevşemeye başlar.

 *Nöbet, bir dakika kadar sürer. Kişi uyandığında şaşkındır. Ne olduğunun farkında değildir.

 

  PETİL MAL EPİLEPSİ :

 

 a)Petil mal nöbet; küçük bir nöbet. Çocuklarda çok görülür.  Organizma kuvvet kazandıkça kaybolur. Saniyelik, anlık bir nöbettir. Gözleri bir noktaya kayar, yüzde titreme, ellerde ayaklarda ço küçük ritmik sıçramalar olur ve donar kalır. Kısa süreli bilinç kaybı olur, nöbet geçirdiğini kimse anlamaz.

 b)Miyoclanic nöbet; bilinç kaybı yok. Tik şeklinde ellerde ve gözlerde sıçramalar görülür.

 c)Akinatic nöbet; kaslar gevşer daha sonra dizleri çözülmüş gibi yere yıkılır.

 

 FOCAL EPİLEPSİ :

 

 Beynin sınırlı bir bölgesinde elektrik deşarjı vardır. Bu deşarj, o beyin bölgesine ait bölgelerde bozukluk olarak ortaya çıkar.

 

 a)Focal psikomotor nöbet; kişi kısa bir süre hafızasını kaybeder. Hasta otomatik davranır. Adeta otomat hale gelir. Anti-sosyal davranışlar görülür. Durduk yerde birini öldürürler ama hatırlamazlar. Bu nöbete; ‘otomatizm’ de denir.

 Bunlarda ‘füg’ görülür. Füg; yeni bir bölgede yeni bir hayata başlama. Patronsa işçi olabilir. Bu füg bazen histerk olabilir.

 b)Focal hareket nöbet; şuur kaybı yoktur. Aniden vücudun herhangi bir yerinde sıçrama görülür. Bazen bütün vücuda yayılır.

 c)Focal duyusal nöbet; duyu organlarında bozukluk görülür. Halisinasyon vardır; üşür, yanar, uyuşur, olmayan şeyleri algılarlar.

 Halisinasyon çeşitli ruhsal bozukluklarda da örneğin, şizofrenide de görülür. Örneğin; beni tiksindirmek için kötü koku yayıyorsun vs. Oysa gerçekte böyle bir koku yoktur.

 

 Saranın hem bireye hem de çevresindekilere büyük etkisi vardır. Buna tepki; sempati, acıma duygusudur, yardıma muhtaç olarak görülürler.

 

  AURA – STATUSEPİLEPTİCUS :

 

 Aura, Yunanca hafif rüzgar veya esinti anlamındadır. Özellikle, grand mal ve psikomotor nöbette görülür.

 Aura; nöbetin geleceğini haber veren geçici bir fırsattır. Bu durum hastanın gözünde yıldızlar, baş ağrıları, sinirlilik, hırçınlık olarak ortaya çıkar.

 Bu durumdaki kişiler nöbet geleceğini bilirler ve tedbir alırlar. Aura her türlü sarada görülmez. Özellikle çocuklarda görülen epilepsilerin hiçbirinde görülmez.

 Statusepilepticus; bu da az görülen epilepsi nöbetlerinin art arda gelmesidir. Hasta bir nöbetten çıkmadan ikinci, üçüncü, dördüncü… nöbete girebilir. Bu nöbette orta yaşlılar, kalp sektesinden ölebilirler.

 

 EPİLEPSİNİN NEDENLERİ:

 

 *Kalıtımsal olabilir.

 *Beyindeki hasarlardan kaynaklanabilir.

 *Fizyolojik dengedeki bozukluklardan kaynaklanabilir.

 *Heyecansal faktörler etkili olabilir.

 

 1-Kalıtım; idiopathic epilepsilerde etkili olur. Kalıtımda geçen özellik, sinir hücrelerinin dengesizliğidir. Bu dengesizlik bireyi epilepsiye yatkın yapar.

 Kalıtım faktörü özellikle petil mal epilepside etkindir.

 İdentiklerde (özdeşlerde), concordans oranı % 80-85’tir. Yani tek yumurta ikizlerinden birinde görülen saranın diğerinde görülme olasılığı; % 80-85’tir. Psikomotor epilepside bu oran; % 75’tir.

 

2-Beyindeki hasarlar ki; bunlar da doğum öncesi, esnası ve sonrasında olmaktadır. Beyindeki hasarların epilepsiye yol açması çok büyük bir olasılıktır. Beyindeki tümörlerin, odaklaştığı yere göre epilepsiye yol açtığı tespit edilmiştir.

 

3-Fizyolojik faktör; kan kimyasındaki bozukluklar epilepsiye yol açabilir. Hastalıklar, zehirlenmeler özellikle de kinin zehirlenmesi, kan şekerindeki düşmeler, bağırsak enfeksiyonları, alkol ve uyuşturucu maddeler kişinin saralı olmasına zemin hazırlamaktadır. Daha başka iç salgı bezlerinin hormon bozuklukları, dışarıdan gelen uyarıcılar, özellikle T.V.den ve bazı kaynaklardan göze alışık olunmayan ışıklara maruz kalmanın saraya yol açtığı tespit edilmiştir.

 Beynin anormal fonksiyonda bulunması sara kriterlerine yol açıyor.

 

4-Heyecan faktörü; öfke, stres, emmanuanslar, hayattaki zorluklar saranın ortaya çıkmasına zemin hazırlarlar.

 Saranın en büyük nedeni; bireyin kalıtsal olarak getirdiği sinir hücrelerinin saraya yatkınlığıdır.

 

 Bireyin temaruz mu (sara numarası yapma) yoksa gerçekten saralı mı bunu EEG aletiyle kafadaki elektrik oranı ölçülerek % 80 bilmek mümkündür. Ancak bu veriler, 18-20 yaşlarından sonra güvenilir olmaktadır. Bu yaşlardan önce beyin gelişmesi tam olmadığından elde edilen sonuçlarda güvenilir değildir. Özellikle psikopatlar, bu numarayı yaparlar.

 Saralı, geri zekalı değildir. Örneğin; Sezar, Molier, Flaubert, Dostoyevski ve Newton da saralıydılar.

 Sara ile zeka arasında doğrudan bir ilişki bulunamamıştır. Ancak çocukluktan başlayan grand mal epilepsinin zekayı yıkıma uğratması kaçınılmazdır. Özellikle semtomatik saralarda zekanın yıkılması, idiopatiklere göre daha fazladır.

 Yine yuvalarda, yurtlarda yaşayan çocuklarda, ailesiyle yaşayan çocuklara oranla daha fazla görülmektedir. Kurumsallaşmanın zekaya, saraya olumsuz etkileri vardır.

 Saralılarda özellikle uyum ve davranış bozuklukları görülmektedir. Bu saralının nöbete karşı gösterdiği korku ve kaygıdan kaynaklanmaktadır. Hastalıklarından sözetmekten özellikle kaçınırlar. Kişinin kendisini saklaması da onu uyumsuz yapar.

 Bagley, 118 saralı incelemiş ve bunlarda egemen özelliğin; nörotik davranışların hakim olduğunu görmüştür. Ayrıca bu nörotikliğin; kaygı, depresyon ve inhibisyon (ketleme) şeklinde olduğunu tespit etmiştir.

 Herşeyi içlerine attıklarından, dışa vuramadıklarından (ketleme) süper egoları güçlüdür. Anti-sosyal davranışlar gösterirler, aşırı hareketlilik, yerlerinde duramama özelliklerini de tespit etmiştir.

 Ayrıca Bagley, sarayı şu nedenlere de bağlıyor:

 Aşırı kalabalık evde yaşama, yoksulluk, ana-babanın evi terk etmesi vs.

 Terk, ana-babanın ölmesinden daha büyük etki yapmaktadır.

 

 Saralıların kendilerine özgü kişilik yapıları var mıdır?

 

 Evet, epileptik kişilik yapısı vardır. Egosantrik (kendi üzerine yoğunlaşma), egoist, kuşkucu, şuç işlemeye eğilimli olurlar. Ayrıca bu kişiliğe sahip olanların; dindar ve aşırı cinsel eğilimli oldukları gözlenmiştir.

 Ancak unutmamalı ki, bunlar normal insanlarda da görülmektedir.

 Epileptiklerin, kendilerine de tepkileri vardır. Özellikle çocuk ilk nöbetini yaşadığında, muazzam bir heyecan yaşar ne olduğunu anlayamaz, açıklayamaz. Bunun sonucu, öleceği korkusuna kapılır. Ailelerin kendi nöbetlerine tepkilerini merak ederler. Bu tepkiler genellikle, sempati ve aşırı koruma gibidir. Bunlar kendileriyle ilgilenilmesini istemezler, hemen öfkelenirler. Bugün de epilepsinin kesin tedavisi yok sadece nöbetlerin arası çeşitli yöntemlerle uzatılabiliyor.

 

 1-Tıbbi tedavi; ospolot, eptetoin, luminal gibi ilaçlarla tedavisi yapılmaktadır. Beyindeki odağın kaldırılması için cerrahi müdahale yapılıyorsa da bunlar her zaman başarılı değil.

 Diyet tedavisi de uygulanmaktadır. Ayrıca güneş ışınlarının beyne doğrudan gelmesinin de epilepsi nöbetlerini tetiklediği gözlemlenmiştir. Bu nedenle bu kişilerin her zaman gölgede gezmeleri tavsiye olunur.

 

 2-Psikolojik tedavi; özellikle uyum bozukluğu gösteren çocuklarda etkili olmuştur. Nöbetlerin sıklığı azaltılabilmiştir.

 

 3-Epileptik çocuklara baskı yapan unsurların azaltılmasıdır. Bu da sosyal hizmet uzmanlarının işidir. Ailenin içine girerek olumsuz sosyal etkenleri azaltırlar. Aile, nöbet konusunda bilimsel olarak aydınlatılır. Böylece çocuğun nöbetleri sakin geçirmesi sağlanır.

 Epilepsi nöbetlerinde bazı çocuklarda dil tutulması görülür ve bazen yıllarca konuşamadıkları olur. Bu da konuşma terapistlerince düzeltilmeye çalışılır.

 Epileptik çocuklar, normal okullara gidebilirler. Ancak nöbet esnasında diğer çocukların ona ilgisi olumsuz bir şekilde tezahür eder. Rehber öğretmenler bunlara dikkat etmelidir.

 Toplumdan soyutlanmamaları için zeka geriliği yoksa ya da azsa normal okula gönderilmelidirler.

 

 SAĞIRLIK VE İŞİTME ÖZÜRLÜLER:

 

 Bunları ikiye ayırıyoruz:

 1-Sağırlık; a) Doğuştan, b) Sonradan olan sağırlık.

 2-İşitme güçlüğü; a) İletişim sağırlığı, b) Merkezi sağırlık,

                           c) Duyusal sağırlık, d) Sinirsel sağırlık.

 

  Sağırlar, işitme yeteneklerini kaybetmiş günlük yaşamın gereklerini yerine getiremeyen kişilerdir.

 İşitme güçlüğü ise işitme duyumunun çeşitli aletlerle gerçekleştirilmesidir.

 

 İşitme özrüne göre yapılmış bir sınıflama:

 

 1-Hafif işitme kaybı olanlar: 20-30 desibel (sesin şiddeti),

 2-Sınırda olanlar:                30-40 desibel,

 3-Orta derecede olanlar:      40-60 desibel,

 4-İleri derecede olanlar  :     60-75 desibel,

 5-Ağır derecede olanlar:      75 ve üstü.

 

 0-20 desibel arasındaki sesleri normal kimseler işitilebilir, 20 desibelden daha aşağıdaki sesleri işitemeyenler, işitme kaybına uğramış olarak değerlendirilirler.

 

1-Hafif derecede işitme kaybı olanlar; özel eğitimden geçmelerine gerek yoktur. Biraz yardımcı olunursa konuşabilirler. İşitme aygıtları kullanmaları faydalıdır. 20 desibelin altına düşmediği sürece normal konuşmaları duyabilirler.

2-Sınırda işitme olanlar; derslerde, grup konuşmalarında, normal uzaklıktaki sesleri işitemezler. Konuşmayı öğrenmeleri için iyi bir eğitimden geçmeleri gerekiyor. İşitme aygıtı kullanmaları gerekiyor.

3-Orta derecede işitme kaybı olanlar; konuşmayı görme duyusundan yararlanarak öğrenebilirler. Bunlara konuşarak değil, göstererek anlatılır. Bu yüzden özel okula gitmeleri ve işitme aygıtı kullanmaları şarttır.

4-İleri derecede işitme kaybı olanlar; parça parça işitirler hatta çoğu zaman hiç işitmezler. İşitme aygıtı kullanmaları şarttır. Bunlar da konuşmayı öğrenebilir.

5-Ağır derecede işitme kaybı olanlar; işitme aygıtından yararlanamazlar, konuşmayı da öğrenemezler.

 

 İşitme kaybının niteliğine göre, işitme kaybı tipleri:

 

a)İletişim sağırlığı; orta kulak iltihabı, kulak kiri gibi nedenlerle kulakta bir tıkanıklık vardır. Bu yüzden ağır işitme sözkonusudur. Sesler sinir ucuna gidemiyor, gitse de şiddeti az olmaktadır. Bu tıkanıklık kaldırılmadığı sürece 50-60 desibele kadar işitme kaybına uğrarlar.

b)Duyusal, sinirsel, algısal sağırlık; ses uyaranlarını beyne ulaştıran sinirlerdeki bozukluğun neden olduğu sağırlıktır. Tam sağırlığa veya kısmi sağırlığa yol açarlar.

c)Merkezi sağırlık; beyindeki işitme merkezinin hasarından kaynaklanmaktadır. Bunlar işitirler, uyarıcılar merkeze gelir ancak merkez hasarlı olduğu için orada kalır.

 Hiçbir hasar olmadığı halde tamamen psikolojik olan ‘histerik sağırlık’ da vardır. Örneğin; hassas çocuklar hakareti, kötüyü bilmemek için görmeyebilir veya duymayabilirler. Tedavi edilmezlerse gerçek körlük ya da sağırlığa dönüşebilir.

 

   Sağırlığın nedenleri:

 

 

1-Doğum öncesi nedenler; bunların başında kalıtım gelmektedir. Ebeveynin sağır olması, yakın akraba evlilikleri sağırlığa yol açmaktadır.

 Bir diğer neden çocuğun anne karnındayken maruz kaldığı durumlar. Örneğin; annenin kızamıkçık olması, yerli yersiz ilaç alması, annenin frengi mikrobu taşıması, kürtaj teşebbüsü, çeşitli hormonlar alması gibi nedenler sağırlığa yol açabilir.

2-Doğum sırasındaki nedenler; doğumun erken veya geç olması, normal doğum olmaması, doğum sırasında müdahaleler beyinde sinir uçlarında hasara yol açabilir. Yine çocuğun oksijensiz kalması, tersten gelmesi gibi nedenler de etkilidir.

3-Doğum sonrası nedenler; iç ve orta kulaktaki iltihaplanmalar eğer tedavi edilmezlerse ağır hasarlara yol açarlar. Kulağa yanbancı bir madde kaçması, dikkatsizce karıştırmak kulak zarında hasarlara yol açabilir.

 Çocuğa gelişi güzel antibiyotik verilmesi, enfeksiyon hastalıkları özellikle 2-7 yaş arası menenjit ve ansefalitler sağırlığa yol açabilmektedirler. Erken teşhis, olumlu sonuçlar verir. Üstelik sağırlığın tespit edilmesi kolaydır. Ancak işitme kaybı derece derece olduğundan özellikle orta derecelileri tespit etmek zordur. Bu yüzden çeşitli araçlar geliştirilmiştir. Örneğin; odyometre, sesin şiddeti ve frekansı hakkında bilgi verir. Bu alet -10 ila 100 desibel arasındaki sesleri ölçme imkanı verir. Ayrıca 125 ile 8000 arasındaki frekansları değerlendirebilir. Bu değerlendirme odyogramlarla olmaktadır.

 

 Odyometre olmadan da çocuğun sağır olup olmadığını bazı ipuçlarıyla anlayabiliriz. Bunlar:

 1-Bu çocuklar konuşurken ya da dinlerken karşıdaki kişinin devamlı yüzüne bakarlar. Özellikle de konuşanları dinlerken.

 2-Sınıftaki normal sesleri işitemezler

 3-İstedikleri zaman işitiyor istemedikleri zaman işitmiyor izlenimi verirler.

 4-Sesin nerden geldiğini anlayamazlar, bir suskunluk emaresi gösterirler.

 5-Ya hafif ya da bağırarak konuşurlar.

 6-Özellikle iç kulak hasarları nedeniyle denge bozukluğu görülür.

 7-Kulakta devamlı akıntı vardır.

 8-Artükülasyon bozukluğu vardır. Genetik olarak bazı sesleri çıkaramazlar.

 9-Mümkün olduğunca sessizlik isterler.

10-Sık sık kulaklarını karıştırırlar.

 

 6-7 aylık bebekler seslere tepki gösterdiğinden onları gözleyerek sağır olup olmadıklarını anlayabiliriz. Ancak tepki vermeleri işitme özründen de olabilir, gelişimsel bir arazdan da kaynaklanabilir.

 1,5-3 yaş arası çocuklar ise konuşmaya çağrıldıklarında kaçarlar, utangaç ve şımarıktırlar. Ancak bu ipuçları sağır oldukları anlamına gelmez. Muayene edilmelerinde fayda vardır.

 3-6 yaş arasındaki çocuklar iletişim kurma düzeyinde olduklarından, odyometre ile ölçümleri yapılabilir.

 Ayrıca davuldan da yararlanılabilir. En ağır işitme özürlüler dahi davulun sesini duyduklarını söylerler.

 Odyometre yoksa uygulanabilecek testler: (Bu testler 6 yaş sonrası çocuklar içindir)

 

 1-Adım ya da metre testi; 6-7 metre mesafede normal konuşma anlaşılır. Buna göre adımlayarak ya da ölçerek işitme derecesi bulunur.

 2-Fısıltı testi; yine 6-7 metreden fısıltıyla bir sayı söylenir ve tekrar etmesi istenir. Yaklaşarak derecesi bulunabilir.

 3-Saat testi; saat sesinin frekansı normal konuşma sesinden yüksektir. Tik tak sesinin normal mesafeden duyulması gerekir. Bu mesafeden saat yaklaştırılarak, işitme kaybı derecesi bulunabilir. Bu ideal bir testtir.

 

 Sağırlık, zekaya ve sosyal uyuma etki eder mi?

 Yapılan araştırmalar tutarsız sonuçlar vermiştir. Kimi sağırları zeka düzeyi düşüktür diyor kimi de normaldir diyor.

 Bir başka faktör; sağırların eğitim düzeyidir. Eğitim seviyesi düşük ailedeki sağırların, eğitim seviyesi yüksek ailelerde yaşayanlara oranla zeka düzeylerinin düşük olduğu görülmüştür. Ancak bu durum normal insanlar için de sözkonusudur.

 Meyerson, sağırların normal işitenlere oranla sözel zekalarının biraz düşük olduğunu, performans zekalarının ise normal olduğunu tespit etmiştir.

 

 Sağırların uyumu:

 Sağırlık insanı engellediğinden sosyal-psikolojik uyumsuzluklar görülür. Sağırlık, mutsuzluğa yol açan bir hasardır. Düş kırıklığı ve engellenme duygusu içinde yaşanır.

 Doğuştan ya da küçük yaşta sağır olmuşlarsa bunun yarattığı tahribata insan alışır. Eğer ileriki yaşlarda sağır olmuşsa kişi buna uyum sağlamakta güçlükler çekebiliyor. Bunlarda nevrotik bozukluklar görülebilmektedir.

 

 Sağır çocukların eğitimi:

 Sağırlarla, işitme kaybı olanların eğitimleri farklı olmaktadır. Bunların niteliklerini belirleyen faktörler devardır:

 1-İşitme özrünün başladığı yer.

 2-İşitme özrünün nasıl başladığı, örneğin doğumla başladıysa konuşma güçlüğü var.

 3-İşitme kaybının derecesine göre.

 4-Daha önce tedavi görüp görmediği.

 

 Dil eğitimi:

 

1-İşitme eğitimi; amaç, özründen sonra geriye kalan işitme potansiyelini kullanabilir olmaktır. Çocuğa sesleri birbirinden ayırt etmesi öğretilir. Bu çok önemlidir. Okumayı öğrenemeyenlere de işitme eğitimi verilmesi gerekir.

 2-Yardımcı işitme araçları kullanarak yapılan eğitim; sesin şiddetini artıran elektronik aletlerdir.

 3-Dudak okuma ve yüz hareketlerine bakarak söyleneleri anlama eğitimi; küçük yaştan itibaren bu eğitim verilmelidir. Erken başlanarak kelime haznesi artırılır.

 

 Konuşma yeteneği kazandırma metotları:

 

 1-Fonetik metot; kelimelerin seslerinden hareket ederek öğretilmeleri amaçlanır.

 2-Cümle okuma metodu; çocuğun kalıp halinde cümle okuması sağlanır.

 3-Birleştirme metodu; ilk aşamada sesler, ikinci aşamada heceler, üçüncü aşama da ise kelimeler ve cümleler öğretilir.

 

 KÖRLÜK VE GÖRME ÖZÜRLÜLER:

 

İşitmedeki gibi körlüğün de dereceleri vardır. Işığı tamamen göremeyenler, çok azdır.

 Görme açısından sınıflama:

 1-Tam körler; her iki gözü de görmeyenler.

 2-Işık, renk ve buna bağlı uyarıcıları görebilen körler.

 3-En fazla 5 metreden parmakları sayacak kadar gören körler.

 

 Körlüğün ortaya çıkış nedenine göre yapılan sınıflama:

 1-Doğal körler; doğuştan ya da 5 yaşından önce olan körlük.

 2-Avantajlı körler; 5 yaşından sonra olan körlük.

 

 Körlüğün nedenlerine göre yapılan sınıflama:

 1-Kalıtımsal olarak ortaya çıkan körlük

 2-Göz hastalıklarıyla ortaya çıkan körlük.

 3-Kan uyuşmazlığı, beyin tümörü gibi durumlardan kaynaklanan körlük.

 

 Hemen hemen işitme özrü için sayılan nedenler, görme kaybı içinde geçerlidir. (Doğum öncesi, esnası ve sonrası)

 Amerikalı Curby adlı araştırmacı, 4248 kör çocuğu ele alarak, körlüğe yol açan faktörleri araştırmıştır. Bu araştırmaya göre körlüğe yol açan hastalıkların oranları:

 % 13.8  Enfeksiyon hastalıkları, gözün rahim ağzında mikrop kapması.

 % 2.8    Frengi,

 % 0.8    Menenjit,

 % 2       Kızamıkçık,

 %004.2  Zehirlenmeler ve diğer belirlenemeyen nedenler körlüğe yol açmaktadır.

 Curby’nin 4248 kör çocukla yaptığı araştırmaya göre çıkan oranlar ise:

 % 1      Zehirlenmeler,

 % 14    Enfeksiyon hastalıkları

 % 4.6   Beyin tümörleri

 % 15.6 Kalıtımsal faktörler,

 % 64.1 Annenin hamileliği sırasında geçirdiği hastalıklar, maruz kaldığı olumsuzluklar,

 % 8.6   Nedeni belirlenemeyenler.

 

 Cinsiyet ayrımına göre körlük:

 Özellikle retina bozukluklarında erkekler dezavantajlıdır.

 Glocoma-göz merceği hastalığı ise kadınlarda daha çok görülmektedir.

 Kadın hastalıkları da körlüğe neden olabilmektedir.

 Kızıl, kızamık, menenjit, çeşitli gripal enfeksiyonlar, cilt hastalıkları, tüberküloz, şeker, böbrek bozuklukları körlüğe yol açan başlıca faktörlerdir.

 Körlüğün meslekler ve kazalarla da ilişkisi vardır. Bu tür körlükler, erkeklerde 5 misli daha fazladır.

 Kapalı, dar, havasız, karanlık yerde çalışanların açık, aydınlık, havadar yerlerde çalışanlara oranla kör olma olasılıkları daha fazladır.

 Kırsal alandakilerin ‘trohoma’ denilen göz hastalığına yakalandıkları tespit edilmiştir.

 

 UYUMLARI :

 

  Körlük kişinin, kişiliğini ve sosyal-psikolojik uyumunu olumsuz yönde etkiler ve kişiyi uyumsuz yapar.

 Toplumda bunlar aciz, başkalarına bağımlı olarak yaşayan kişiler şeklinde görülür. Toplumda daha çok onlara karşı, bir acıma duygusu vardır.

 Yine bu özürlüler hafızalarının çok güçlü olduğu, aynı şekilde dokunma duyularının da aşırı hassas olduğu inancı vardır.

 Körlerde, engellenmişlik sonucu kişilik bozuklukları ve uyumsuzluklar ortaya çıkmaktadır. Hareket sınırlılığından dolayı, başkalarına bağımlı olduklarını hissederler. Bu, her kör böyledir demek değildir.

 Özellikle uyumsuzluk, fazla aşırı koruma altında olan körlerde görülür. Bu aileler, çocuklarını bir yere düşersin, çarparsın, başına bir şey gelir diye serbest bırakmazlar. Bu da çocuğun yeteneklerinin gelişmesini engeller ve çocukta uyumsuzluklara yol açar.

 Körler, kendilerinin sürekli gözetlendiğini sanırlar. Gözetlendiklerini kontrol etme imkanı olmadığı için kapalı yerlerde bile bu hissi, korkuyu duyarlar. Güvensizdirler, hemen hemen hepsinde bir yere düşme, çarpma korkusu vardır. Geç kalma, zamana yetişememe korkuları vardır. Bütün bunlar onları uyumsuz yapar. Toplumun bu kişilere karşı daha duyarlı ve gerçekçi olması, bu uyumsuzluğu bir ölçüde azaltabilir.

ATİPİK ÇOCUKLAR -1 (SEDAT TOPÇU)

Cumartesi, Aralık 12th, 2009

 

 

 

  PROF.DR. SEDAT TOPÇU (1940 –    )

 

 1940 da Bartın’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi sonrası İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünden mezun oldu.

 Askerlik sonrası Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine psikolog olarak atandı.

 Dünya Sosyal Psikiyatri Derneği’nin kurucusu Dr. Joshua Bierer‘in öğrencisi oldu. Doktorasını Londra Üniversitesinde yaptı.

 Türkiye’ye döndükten sonra önce Muğla Üniversitesine ardından da Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümünde, doçent ve profösör kadrosunda 18 yıl görev yaptı.

 Eserlerinden Bazıları:

 

 1-‘Çocukların Cinsel İstismarı’

 2-‘Silinmeyen İzler’

 3-‘Medyadan Psikolojiye’

 4-‘İnsan ve Psikiyatri’

 

          

      –ATİPİK ÇOCUKLAR–

          

 

 Atipik çocuklar; toplumun tanımladığı özelliklere sahip olmayan ya da toplumsal değer yargılarının dışındaki özelliklere sahip olan çocuklardır. Daha özel olarak bu kavramla kastedilen, sosyal uyum bozuklukları, üstün zekâlılar, geri zekâlılar, ruhsal bunalımlı bedensel sakatlığı veya özrü olan çocuklar ifade edilir.

 

 Normal zeka içine girmeyen kimseler, atipik olarak nitelendirilmektedir.

 Atipik çocuklarla ilgilenmenin tarihi, eski Yunan’a kadar dayanmaktadır. Bu konuda, Hipocrates ve Gallen bir takım araştırmalar yapmışlardır. Bu çağlarda atipik kimselere, perilerin, cinlerin etkisinde kalmış gözüyle bakılmaktadır.

 Rehabilitasyon, özürlü kişilerle birlikte ortaya çıkmaktadır. Çünkü, bu kişiler normal kişilerin çalıştığı işlerde çalışamazlar. İşte işsizlik gibi problemler, bu kimselerde ruhsal bunalımlara yol açmaktadır.

 

 Özürlülerin sınıflandırılması:

 

  Sınıflandırma; nesne ve olayların birbirine benzer özelliklerini biraraya toplayıp onları adlandırma işlemidir.

 

 Genel olarak iki tip sınıflamadan sözedilmektedir:

 

 1-Kategorik sınıflandırma; eşya ve olayların kategorilere ayrılması ve bu kategorilere bir ad verilmesidir. Kalitatif özellikler egemen yani niteliğe göre olan bir sınıflamadır.

 2-Boyutsal sınıflandırma; olayların ve eşyaların aralarında bulunan derece farklarına göre sınıflandırılmasıdır. Kantitatif özellikler egemen yani niceliksel, sayısal olan bir sınıflandırmadır.

 

 Sınıflandırma yapmak zordur. Bu zorluk; homojen, katıksız kategorilerin bulunmayışındandır. Buna karşılık kategorilerin iç içe, binişik olarak bulunmalarındandır.

 Örneğin; sara ve zeka geriliği iç içedir. Yani bir özür, başka bir özre yol açmaktadır.

 Hiçbir kategoriyi tek başına bulmak mümkün değildir. Bu nedenle, baskın özellikler tespit edilerek, sınıflandırma yapılmaktadır.

 Bütün özürlü çocuklar, ruhsal bozukluk içinde değildir. Belli bir özür türü ile ruhsal bozukluk arasında bir ilişki bulunamamıştır. Ancak ruhsal bozukluklar, normal çocuklara oranla, özürlü çocuklarda daha fazla görülmektedir.

 Bir özür daha embriyo halindeyken olabileceği gibi doğumun hemen sonrası ya da çok sonrasında görülebilir. Özrün nedenleri çok değişiktir.

 

 Örneğin, embriyoya etki eden nedenleri şöylece sıralayabiliriz:

 1-Kalıtım faktörleri, örneğin; akraba evliliği vs.

 2-Dış faktörler, örneğin; annenin hamileliği esnasında x ışınlarına maruz kalması, ilaçlar, kavga, hastalık gibi nedenler.

 3-Doğumun iyi şartlar altında olmaması, örneğin; doğum esnasında çocuğun başının sertçe tutulup çekilmesi vs.

 

 Ailelerin özürlü çocuğa karşı tutumları:

 

 Özrün çıkış dönemlerine göre, ailelerin tepkisi farklı olmaktadır. Bazı ebeveynler suçluluk duygusuna kapılıp, depresyona girmektedir. Bu ruh halinin çocuğa yansıması halinde onun da psikolojisini bozmaktadır.

 

 Özürlü çocuklara yönelik ait 3 aile tutumu : 

 

1-Reddetme, 2-Aşırı koruma, 3-Kabul etme ve benimsemedir.

 

 Bu ailesel tutumlar normal çocuklu ailelerde de görülebileceği gibi özürlü çocuğa sahip ailelerde genellikle çok ağır bir şekilde yaşanmaktadır. Ayrıca aynı ebeveynde bu üç tutumu birden görmek de mümkündür.

 

 1-Reddetme; özürlü çocuğa lkarşı beslenen bilinçli ya da bilinçsiz duygular onu terk etmenin apaçık bir görüntüsüdür. Reddetme kendini iki biçimde gösterir:

 a)Açık reddetme; ana-babanın özürlü çocuklarını açıkça istemedikleri, reddettikleri durumdur. Bu istememe, çocuğa hakaret etme ya da kovma şeklinde olabilir.

 b)Kapalı reddetme; ana-baba çocuğa karşı gerçek tutumlarını gösterdiklerinde, çevre tarafından ayıplanacaklarını düşündüklerinden, çocuk için kaygılanıyorlarmış gibi görünürler. Gerçek duygularını, düşüncelerini ikiyüzlülükleriyle kamufle ederler.

 

 Aileler neden çocuklarını reddederler?

 Çünkü; ana-baba çocuktan kopmaktadır. Başlkalarının yanından çocuklarından utanmaktadırlar. Ayrıca suçluluk duygusu da duymaktadırlar.

 

 2-Aşırı koruma; ana-babanın çocuğun üzerine çok fazla düşmesidir. Bu tip ebeveynler çocuğa, ‘şunu yapma’, ‘bunu yapma’, ‘aman bir şey olur’ gibi bir çok sınır koyarlar.

 Aşırı koruma, reddetmenin şekil değiştirmiş bir hali de olabilir. Çünkü; çocuğunu gerçekten seven bir ana-baba bu kadar sınır koymaz.

 Bu tip ailelerin özellikleri:

 a)Bu tip ailelerde çocuk merkezdedir Ana-baba ve ailenin diğer bireyleri ise özürlü çocuğun etrafında fedakar kişiler görünümündedirler.

 b)Ana-baba, çocuğun yardımsız yapabileceği bir işte bile gerekli gereksiz yardımda bulunurlar.

 c)Ana-baba çocuğun çevresini sınırlarlar. Bir şey olacak diye oynamasına izin vermezler. Dolayısıyla çocuğun hayat deneyimine, olgunlaşmasına engel olurlar. Çocukları hakkında hep fikirler ileri sürerler.

 d)Bu tip ebeveynin bazı davranışlarında tutarsızlıklar görülmektedir. Çoğunlukla çocuk, küçük bir suç işlediğinde çok büyük bir tepki gösterirler, kızılacak yerde de severler.

 e) Bu tip ebeveynler, çocuğun devamlı yanlarında kalmasını, dışarıya çıkmamasını, arkadaş edinmesini engellerler. Bu tür aileler, çocuklarını doğru bir şekilde değerlendirmezler, ona ulaşamayacakları hedefler koyarlar.

 

 Bu tip ailelerdeki özürlü çocuklar genellikle şu özellikleri gösterirler:

 

 *Sorumluluktan kaçınırlar.

 *Eleştirilmekten hoşlanmazlar, devamlı olarak onaylanmak isterler.

 *Kıskanç olurlar, ana-babasının ilgisinin kimseye yönelmemesini isterler.

 *Utangaç olurlar.

 *Kendilerine güvenemezler. Çünkü, ne yapmışlarsa ana-babaları yardım etmiştir.

 *Kendilerine karşı olan bir durumda hemen parlayıverirler, saldırganlaşırlar yada bunun tam tersi korkak da olabilirler.

 

 Ana-babanın aşırı koruma göstermesinin nedenleri:

*Bu tutum ebeveynin çocuğa karşı sevgisinden kaynaklanabilir ancak bu sevgi zarar vericidir.

*Suçluluk duygusu, çocuğun sakat ılmasına kendilerinin neden olduklarını düşünerek bu durumu telefi etmek amacıyla bu tutuma yönelirler.

*Çocuğu açıkça reddetmeleri halinde toplum tarafından hoş karşılanmayacaklarını bildiklerinden, aşırı korumacı bir kılığa bürünürler.

*Bazı ana-babalar bağımlı çocuğa sahip olmak isterler. Çocuğun kendilerini terk etmesinden korkarak onun özrünü abartırlar. Özrün tedavi edilmeyeceğini sanırlar.

*Sabırsızlık, özürlü bir çocuğa bakmak sabır ister. Çocuğun işini kendisinin yapmasını beklemek yerine bu işleri ana-baba kendisi yapar.

 

 3-Kabul etme ya da benimseme; çocuğu her türlü özrüyle, yetenekleriyle kabul eden aile tipidir. Bu nedenle en ideal aile yapısıdır. Çocuk, yetenekleri doğru değerlendirilirse sağlıklı gelişir.

 

 Özürlü çocukların psikolojik özellikleri:

1-Özrün, çocuğun kendilik kavramına etkisi,

2-Çocuğun uyumu üzerindeki etkisi.

3-Çocuğun okul başarısına etkisi.

4-Çocuğun sosyal ve psikolojik gelişimine etkisi.

 

1-Kendilik kavramı; bireysel bir hayat stili, yaşam tarzıdır. Bu hayat stili, ‘ben’ kavramında ifade bulur. Üç tür benlik vardır:

 a)Gerçek benlik; ‘ben böyleyim, şöyleyim…’ vs.

 b)İdeal benlik; olmak istenilen benlik. ‘Ben, şöyle birisi olmak istiyorum’ vs.

 c)Sosyal benlik; diğer insanların bireyi görüş tarzı. ‘Beni insanlar şöyle görüyor’ vs.

 

 Özür, çocuğun beden algısına / imgesine ve kendilik değerine olumsuz etkide bulunur.

 Beden algısı; kendilik duygusunun beden ile ilgili yönüdür. Bireyin kendisini algılama şeklidir. Yani bireyin kendi zihnindeki, kendi beden şeması ya da imgesidir. Bu imge kişiliği oldukça etkiler.

 Kendilik değeri; kişinin kendisi hakkında yaptığı olumlu ya da olumsuz değerlendirmesidir.

 Kendilik kavramı, bir takım süreçlerden, tecrübelerden geçerek gelişir. Örneğin; çocuğun kendi cinsiyetini, diğer cinsiyetleri bu tecrübeler sayesinde öğrenir.

 Özürlü çocuklar, sosyal çevreleri daha sınırlı olduğu için normal çocuklar gibi çok ve kolay tecrübe edinemezler. Bu durum, onların bilişsel gelişimini de olumsuz etkiler.

 Biliş; dikkat, algı, bellek, kavrama yeteneği gibi zihinsel faaliyetlerin tümünü kapsar. Birey, biliş mekanizması sayesinde dış dünya hakkında bilgi sahibi olmaktadır. Duyu organları özürlü kimselerde, bilgi edinme sınırlı olduğundan, bilişsel gelişim de buna bağlı olarak sınırlı kalmaktadır.

 Çocuğun, kendilik değer duygusuna etki eden asıl faktör; çocuğun özrü değil, bu özre yöneltilen sosyal yargılarıdır. Bunun yanında özür de önemlidir.

 Özürlülere karşı toplumsal tutumlar genellikle negatiftir. Çocuk kendini değerlendirirken bu olumsuz değer yargılarına başvurduğundan, kendilik değer duygusu olumsuz bir şekilde gelişmektedir. Kendi özrünü bir değersizlik olarak gören kimse, giderek kendini de değersiz biri olarak görecektir. Bu durumun doğal sonucu, çocukta da uyumsuzluklar ortaya çıkacaktır.

 

 2-Çocuğun sosyal gelişimi üzerine özrün etkileri:

  İnsanın sosyalleşebilmesi için diğer insanlarla etkileşimde bulunması ve belirli bir toplumda yaşaması gerekir. İyi bir sosyalleşme, değişik ortam ve insanlarla etkileşime girerek tecrübeler kazanma yoluyla olmaktadır.

 Özürlü çocuklar daha önce değinildiği gibi tecrübeleri sınırlıdır. Bu yaşantı eksiklikleri onların tam sosyalleşmelerini engellemektedir.

 Bu yaşantı eksikliğinin başlıca 3 kaynağı vardır:

 a)Özrün kendisinden kaynaklanan yaşantı eksiklikleri.

 b)Ana-babanın tutumundan kaynaklananlar.

 c)Toplumsal tutumlardan kaynaklanan yaşantı eksiklikleridir.

 

 1-Çocuğun özründen kaynaklanan yaşantı eksiklikleri:

 *Kronik özürlü çocuklar; özrün tedavisi çocuğun ömrü boyunca ya da çok uzun bir süre devam ettiğinden çocuk arkadaşlarıyla veya başka şeylerle geçireceği zamanı tedaviye harcadığından dolayı meydana gelen yaşantı eksiklikleridir.

 Örneğin; zeka geriliği, sara gibi özürler uzun süre tedavi gerektirdiklerinden bu tür yaşantı eksikleri ortaya çıkmaktadır.

 *Özrün kendinden kaynaklanan yaşantı eksiklikleri; özür çocuğun hareketlerini kısıtladığı için bu durum çocukta yetersizlik duygusunu geliştirir. Örneğin; çocuk felci geçiren çocuklar genellikle kendi içine kapanır. Bu nedenle de az sosyalleşirler.

 

2-Ana-babanın tutumundan kaynaklanan yaşantı eksiklikleri:

 Ana-babanın olumsuz tutumları, çocuğun sosyal gelişimini yavaşlatır. Özürlü çocuklarla, normal çocuklar aynı süreçlerden geçer ancak bu süreçler özürlü çocuklarda daha yavaş ve pahalı geçilmektedir.

 Bireyde görülen bu olumsuz davranışlara uyumsuzluk diyoruz. Çocuğun özrüne karşı tutumunu ailesi belirliyor. Ailenin rolü olumsuz olursa, çocukta bu uyumsuz davranışlara yol açmaktadır. Çocuktan utanılması, baş belası gibi görülmesi bunalım ve uyumsuzluğa yol açar.

 

 Ailenin olumsuz tutumlarının nedenleri:

1-Bazı aileler özrün bedensel yanı üzerinde çok dururlar.

2-Bazı aileler, sosyal deneyimin önemini bilmezler.

3-Ailenin özürlü çocuğa karşı tutumları.

 

 Bazı aileler çocukların özrünü kabul edemezler ve ümit içinde doktor doktor gezerler. Aslında bu doğal bir tepkidir.

 Bazı ana-babalar özürlü çocuklarına hasta muamelesi yaparlar. Ancak özür bir hastalık değildir. Çünkü, özür kalıcıdır. Hasta muamelesi çocuğun özrüyle birlikte yaşamayı öğrenmesini geciktirmekte ve zorlaştırmaktadır. Bu muamele çocuğun olumsuz davranışlarına göz yumduğu için, çocukta olumsuz davranışların pekişmesine yol açmaktadır. Ana-babanın öğretmediğini daha sonra çocuğa hayat acı bir şekilde öğretmektedir.

 

3-Toplumsal tutumlardan kaynaklanan yaşantı eksiklikleri:

 Normal çocuklar, özürlü çocuklarla arkadaşlık etmek istemezler. Çünkü; henüz vicdan gelişimlerini tamamlamamışlardır.

 1966 yılında Kleck adlı bir araştırmacı, normal kimselerin, özürlü kişilerle ilişkide bulunduklarında rahatsız olduklarını, heyecanlandıklarını tespit etmiştir. Ayrıca normal kimselerin acıma duygusundan dolayı özürlü kişilerin fikirlerini kısmen kabul etme eğilimi içinde oldukları da saptanmıştır. Bu durumda özürlü kişilerin neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edememelerine dolayısıyla kişilik gelişimlerini de engelleyeci olmaktadır.

 

 O halde özürlü çocuklara nasıl faydalı olabiliriz?

 *Ailenin yanlış tutumlarını düzeltmek için rehberlik yaparak. Bu rehberlik, somut örneklerle yapılmalıdır.

 *Çocuğa verilen sorumluluk, onun yeteneğini aşmamalıdır. Hedefler onun ulaşabileceği düzeyde olmalıdır.

 *Çocuğun özrüne göre, özel eğitim kurumlarından yararlanmalarını sağlamak.

 *Özürleriyle ilgili araç-gerecin temin edilmesi gerekmektedir.

 *Çocuğun sosyal gelişimini olumsuz yönde etkileyen, olumsuz sosyal yargıların ortadan kalkması için toplumu bilinçlendirmekdir.

 

 Özrün okul başarısına etkisi:

 

 Bu etki ya doğrudan olur ya da dolaylı olur. Doğrudan etki ettiği vakalar, zeka geriliklerinde görülür. Zeka geriliği fazla olmadığı taktirde, bu çocuklar okula gönderilir. Ancak ödevlerini yapamazlar. Çünkü, okul müfredatı kapasitelerinin üstündedir.

 Devamlı tedavi gerektiren kalp romatizması, sara gibi özürler çocuğun okula devamını engellemektedir. Bu da onların başarılarını, sosyalleşmelerini olumsuz yönde etkiler.

 Özürlü çocuğun uyum sorunları vardır. Bu çocuklarla alay edilir, acınır, yalnız bırakılırlar. Bütün bunlar çocukta yetersizlik duygusu ve kendine güvensizlik yaratır. Bu da uyumsuzluk ve başarısızlığı beraberinde getirir.

 Uyumsuzluk; bir kültürün tanımladığı değer ve adetlerin dışına taşan davranışlardır.

 Anderson isimli araştırmacı, özürlü çocukların anneleri ile yaptığı mülakatta onların daha çok şikayet ettiği husus; çocuklarıyla alay edilmesi olmuştur. Bu yüzden de okula uyum sağlayamadıklarıdır.

 Özellikle özürlü çocuklar, ergenlik döneminde engellemeler içine düşerler. (Engelleme; hedefe giden davranışın önlenmesidir.)

 Uyumsuz davranış göstermeye özürlü çocukların kendilerinin de katkıları vardır. Bu çocuklarda hükmetme arzusu ve saldırgan davranışlar da görülmektedir.

 Uyumsuz davranış göstermelerinin bir nedeni de diğer çocuklarca etraflarının çevrilip, merak konusu olmalarıdır. Ayrıca, özürlü çocuğun kendisini diğer çocuklarla karşılaştırmalarından da kaynaklanır.

 Şunu da unutmamak gerekir; özürlü çocuk demek uyumsuz, başarısız demek değildir. Sözkonusu uyumsuzluklar, normal çocuklarda da gözlenmektedir.

 

 Özrün şiddet, tür ve özelliklerine göre eğitim veren kurumlar:

 1-Yatılı özel eğitim kurumları; çocukların 24 saat bakım ve kontrol altında bulundukları kurumlardır. Bunlar daha çok körler, sağırlar, geri zekalılar ve ailenin başından attığı çocukların bulunduğu kurumlardır.

 2-Gündüz eğitim veren özel eğitim kurumları; çocuğun normal okula gitmesini engelleyen bir durum olması halinde,  gündüzlü eğitim kurumlarıdır.

 3-Normal okullara bağlı olarak hizmet veren özel eğitim kurumları; bunun amacı özürlü çocuğun toplumdan soyutlanmaması içindir ya da ekonomik sebeblerden dolayı normal okula gitmek zorunda kalır.

 Bu çocuklar ya okulun bir sınıfında özel eğitim görürler ya da normal sınıflarda eğitim görürler. Örneğin; zeka geriliği yoksa normal sınıflara devam ederler.

 

 Özürlü çocukların normal okullara devam etmeleri tercih edilir. Bunun pek çok faydası vardır:

 1-Özürlü çocuk normallerin dünyasında yaşamak ve uyum göstermek zorundadır. Özel okul, gerçek hayatı temsil etmez. Onu özrüyle baş başa bırakmak, onu toplumdan soyutlamak demektir.

 2-Normal okul, sosyal gelişimine katkıda bulunur.

 3-Özellikle özel okullara gidenlerde görülen aşağılık duygusu, normal okula gidenlerde önlenmiş durumdadır.

 4-Normal okul, çocuğun motivasyonunu artırır.

 5-Özürlü çocuklara karşı gösterilen önyargı ve olumsuz duygulara engel olur.

 

 Uyumsuz davranışları açıklamada 4 kuramsal yaklaşım:

 

 1-Sosyal-psikolojik yaklaşımlar.

 2-Adler’in ‘organik yetersizlik’ kuramı.

 3-Psiko-analitik temelli yaklaşımlar.

 4-Diğer görüşler.

 

 Sosyal-psikolojik yaklaşımlar; sosyal faktörleri neden olarak değerlendiren yaklaşımlardır. Bu yaklaşım da kendi içinde ikiye ayrılmaktadır:

 a)Sosyal tutumlar.

 b)Dinamik görüş.

 

 a)Sosyal tutumlar; Wright ve Berkerin görüşlerini kapsar. Bunlara göre özürlü çocuklar, belli bir pozisyona sahiptir. Bu pozisyon dezavantajlı bir pozisyondur. Özürlü kişiler toplumun genel vatandaşlık haklarından yararlanamazlar. Toplumun bu kişilere tutumları açık-seçik değildir. Bir de özrün koyduğu engeller vardır.

 Gelişmemiş ve azgelişmiş ülkelerde özürlülerin çalışabileceği işler son derece sınırlıdır. Olanaklar çok azdır.

 Özür ile normallik arasındaki sınır belli değildir. Bu nedenle özürlüler ne yapacaklarının bilincinde değildirler.

 Meyerson der ki; “özürlülerdeki uyumsuzluklar, özrün kendisinden değil sosyal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Özürlü kişi, organ eksikliği nedeniyle normal fonksiyonda bulunamaz. Diğer bireyler, bunun farkına varır ve özrü değersiz olarak görürler. Bunun farkına varan özürlü de kendisini değersiz olarak kabul eder. Bu kabullenme, kendini isyan ve uyumsuzluk şeklinde gösterir”.

 Kısaca Meyerson, uyumsuzluğun nedenini; özürlülere karşı beslenen sosyal yargılar, duygular ve davranışlara bağlar. Suçlu özürlü değil, toplumdur.

 

 Diğer bir sosyolog Goffman ise doğrudan doğruya özür üzerinde durmayıp, ‘stigma’ (damga) denilen negatif bir kavram öne sürer.

 Ona göre, herkes karşılaştığı kimseleri belirli kategorilere sokarak sınıflandırmaktadır. Damgalayanlar, damgalanandan damganın gereği bazı davranışları yapması beklentisi içindedirler. Örneğin; ‘manyak’ kategorisine sokulan birisinden manyakça davranışlar beklenir. Artık o kişi, insanlık dışıdır ve toplumun bir parçası değildir.

 

  Goffman’a göre, 3 stigma vardır:

 1-Sosyal,  2-Ruhsal, 3-Bedensel stigmalar.

 

 Sosyal stigmalar; belli özellikler bakımından, o kişiyi belirli bir sosyal gruba dahil etmeyle ilgilidir. Örneğin; zenciler iyi koşarlar, dans ederler, şarkı söylerler vs.

 Ruhsal stigmalar; bireylerin ruhi durumlarına göre yapılan stigmalardır. Ruh hastası, geri zekalı vs.

 Bedensel stigmalar; bedensel özre göre yapılan stigmadır. Örneğin; topal, çolak, kör vs.

 Goffman’a göre, insanlar özürlü kimselere farkında olmadan bu tür damgaları vururlar. Artık o kimseleri, toplumdan ayırt edici her türlü davranışı da mübah sayarlar.

 b)Dinamik görüş; Kurt Levin’in ‘alan teorisi’ne dayanır. Buna göre özürlülerin uyumsuz davranış göstermelerinin nedeni; yeni psikolojik ortamlarla sık sık karşılaşmalarıdır. İkincisi ise çakışan psikolojik rollerdir.

 *Yeni psikolojik ortamlar; eski ortamdaki davranışlarımızla yeni ortamdaki davranışlarımız farklıdır. Eski ortamda daha rahat ederiz. Çünkü, bizden ne beklendiğini, ne yapmamız gerektiğini biliriz. Oysa yeni ortamda, nelerin olup bittiğini bilmiyoruz. Bu ortamda hangi değerlerin pozitif hangi değerlerin negatif olduklarını bilmiyoruz. Bu yüzden yeni ortama giren, tereddüt içindedir. Yeni ortmda en küçük ayrıntı bile değerlendirilir. Bol bol deneme yanılma yapılır. Bu yeni ortama uyum başarısı, özürlü çocuklarda daha düşüktür. Bu başarısızlık, düş kırıklığı getirir. Kişi kendini engellenmiş sanır. Yeni ortama girende, bir iç çatışma vardır. Bu çatışma, bireyin eski ortama kaçmakla, yeni ortamın olanaklarından faydalanmak isteyen kişinin çatışmasıdır.

 Özetle; yeni ortama giren kimsede kaçınılmaz olarak düşkırıklığı, engellenmişlik duygusu ve iç çatışmasına yol açmaktadır. Bu durum uzun sürerse uyumsuz davranışların ortaya çıkmasına neden olur. Özürlülerde bu uyumsuzluk daha fazladır.

 

 Neden özürlüler yeni psikolojik ortamlarla sık sık karşılaşırlar?

 Özürleri nedeniyledir, gerektiği gibi hayat deneyimlerini elde edemezler. Bunun nedeni yalnız özrün kendisi değil yanlış ana-baba tutumlarıdır da. Bir diğer neden de özürlülere karşı toplumsal önyargılardır.

 Özrün türüne göre de yeni ortama girme olasılığı artmaktadır.

 Özrün kendisi sosyal uyarıcı rolü oynar. Özürlü toplumda yardım mı görecek, merak konusu mu olacak vs.

 Meyerson, şu öneriyi getirir:

 “Mümkün olduğu kadar özürlünün sosyal ilişkileri sınırlandırılmalıdır”. İkinci önerisi ise “hayal kırıklığına, engellenme duygusuna karşı hoşgörülü olmaktır”.

 Meyerson’un ilk önerisi, bir bozukluğu başka bir bozuklukla gidermeye çalışmaktadır ki, bu çözüm değildir.

 

 *Çatışan psikolojik roller:

 

 Özürlülerin, takınmak zorunda olduğu rollerin birbiri ile çatışmasıdır. Dinamik gücü savunanlar özellikle, özürlülerin iki rolü takındıklarını söylerler:

 a)Normal insanların takındıkları rol.

 b)Özürlülerin dünyasında takındıkları roller:

 Ancak bu roller özür nedeniyle çatışma yaratır. Örneğin; bir görmez koşmak iter ama yapamaz. Bu durm da onda uyumsuzluğa ve bunalıma yol açar.

 Bu kimseler rol çatışmasının farkındadırlar. Önemli olan bu çatışmaları asgari düzeye indirmektir.