ÖZLÜ SÖZLER – KISSADAN / 2

  İNÖNÜ ve II. DÜNYA SAVAŞI

Hitler, Türkiye’nin savaşta ya tarafsız kalmasını ya da Almanya ile birlikte olmasını ister. Churchill ise Türkiye’nin tarafsız kalamayacağını müttefiklerle birlikte olmasının zorunlu olduğunu söyler ve “aksi halde sonuçlarına katlanırsınız” diye de tehdit eder. Bunun üzerine İnönü de “yeni bir dünya kurulur ve biz de bu dünya içinde yerimizi alırız” der.

Savaşa girme konusundaki baskılar nedeniyle, her an savaşa girecekmiş gibi hazırlıklar yapılır. Halk yoksuldur, kıtlık vardır fakat vergi memurları jandarmalarla birlikte, halkın elinde kalan son şeyleri de vergi karşılığı almaktadır.

Devletin bu acımasızlığı karşısında, serzenişte bulunan halka, “milli şef İnönü”; “evet belki sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım” diyerek ünlü veciz sözünü söyler. Baskılar sonucu, müttefikler safında savaşa girme kararı alınır ve Almanya’ya savaş ilan edilir. Fakat iki hafta bile geçmeden Almanya teslim olur.

  CAN YÜCEL ve GAZİ YAŞARGİL

Can Yücel ile Gazi Yaşargil çok yakın iki arkadaştır. Bir gün Can Yücel’in aklına parlak bir fikir gelir. O sırada Milli Eğitim Bakanı olan babası Hasan Ali Yücel’den burs isteyerek, yüksek öğrenimlerini Avrupa’da tamamlamak. Birlikte babasına müracaat ederler.

Hasan Ali Yücel, Gazi Yaşargil’e burs verilmesi konusunda yardımcı olur. Ancak oğlu Can için, nüfuzunu kullanmayı ahlaki bulmadığından, yardımcı olmaz.

Nitekim burslu olarak Avrupa’da tıp eğitimini tamamlayan Gazi Yaşargil, dünyaca ünlü “beyin cerrahı”mız olurken, Can Yücel ise belki tahsil için Avrupa’ya gidemez ama ünü Avrupa’ya da ulaşan ünlü bir şairimiz olur.

  NİETZSCHE ve KADINLAR

Nietzsche’nin kadınlarla ilişkileri hep sorunlu olmuş. Filozofu tanıyanlar, kadınlar hakkındaki olumsuz düşüncelerinin sebebinin de kadınlardan beklediği ilgiyi görememesine bağlarlar. Buna bir örnek, “zamanın en büyük bestecisi” dediği Richart Wagner‘in karısı Cosima Wagner‘e duyduğu aşkın karşılıksız kalması…

Batakhanelerin birinden kaptığı frengi mikrobu, tüm hayatını etkilemiştir. O yıllarda frenginin tedavi edilememesi ve mikrobun giderek vücuda yayılması sonucu şiddetli baş ağrıları içinde uzun nöbetler geçirmesine yol açmıştır.

Bir gün yolda gördüğü faytoncunun, çamura saplanan atları sürekli kırbaçlaması üzerine, koşarak atlara sarılır ve “ ne olur, onlara vurma bana vur” der.

Bu olaydan sonra Nietzsche, ömrünün son on yılını ablasının yanında, onun himayesinde geçirir. Artık hiçbir şey yazamaz. Zira frengi, beynine de zarar vermektedir, aklı gelip gitmektedir.

Zaman zaman ablası, Nietzsche’ye bakıp ağladığında, “niye ağlıyorsun, mutlu değil miyiz?” diye sorduğu rivayet edilir.

Nietzsche artık hiçbir şeye müdahale edebilecek durumda olmadığından ablası ve yayıncısı fırsattan istifade, onun “hristiyanlık” ve “Almanlar” hakkındaki sert ve olumsuz yazılarını değiştirip daha yumuşak hale getirerek yeniden yazdıkları bilinen bir gerçektir. Kaderin bir cilvesi, Nietzsche’nin Almanlar hakkındaki onca olumsuz düşüncesine rağmen Hitler, onun “üst insan” teorisini, “üst insan Almanlardır” şeklinde uyarlaması olmuştur.

  KANT ve HALK

Kant’ın, hayatı boyunca yaşadığı yer olan Könnisberg’den, hiç dışarı çıkmadığı söylenir. Ayrıca, son derece disiplinli ve dakik olduğu da rivayet edilir.

***

Her gün aynı saatte dışarı çıkarmış. çevredekiler buna o kadar alışmış ki, saatlerini de Kant’ın evden çıkış saatine göre ayarlamaya başlamışlar. Kant’ın bir gün evden geç çıkmasıyla, tüm mahallenin o gün saati şaşırdığı söylenir.

***

Kant’ın doktora tezinin, savunma davetiyesinin kapağında Arapça besmele yazmaktadır. Eskiden doktora tezleri davetiyesinin en üst sayfasında,  “Tanrının adıyla” veya “Tanrının inayetiyle” ibareleri sıklıkla yer alırmış. Kant’ın hocası, Johannes Bernhardus da kitabının başlangıcında aynı şekilde besmeleyi kullanmıştır.

   SCHOPENHAUER ve HEGEL

Schopenhauer, Berlin Üniversitesinde Hegel ile aynı dönemde, felsefe dersleri vermektedir.

Öğrencilerin, Hegel’in derslerine daha fazla ilgi göstermesi nedeniyle o da derslerini Hegel ile aynı saate alır. Fakat yine değişen bir şey olmaz, kendi sınıfının büyük kısmı boş kalırken, Hegel’in sınıfı hınca hınç dolmaktadır. Üstelik Hegel, oldukça sakin ve yavaş bir tonda “geist fenomenolojisi”ni anlatırken, kendisinin “istenç felsefesi”, heyecanlı sunumuna rağmen ilgi görmez. Hatta bu durum canını çok sıktığı için, üniversiteyi terk ettiği söylenir ta ki, yıllar sonra dönmek zorunda kalacağı zamana kadar.

Schopenhauer’u şaşaalı eğlence ve yemeklerde görenler, “üstat, dünya acı ve sefaletle dolu bir yer daha kötüsü olamaz diyorsunuz ama kendiniz zevk ve sefa içinde yaşıyorsunuz. Bu felsefenizle çelişmiyor mu?” diye soranlara, “evet doğru, ben sadece acıyı azaltmaya çalışıyorum…” dermiş.

  NE TÜTÜN NE BADE

Hayatını keyif içinde geçiren bir Kürt ozan, hasta olup doktora gider. Doktor muayenesini yapar ve şöyle der:

  “Eğer daha sağlıklı ve uzun yaşamak istiyorsanız içkiyi, tütünü, eğlence hayatını bırakacaksanız” der. Bunun üzerine zevkinden taviz vermeyen Kürt ozan şöyle kayıt düşer:

Tabib der ki, ne tütün ne bade/lakin hazzetmem hayatı sadeden/eğer ki, heç biri yok/vazgeçerim tüm alemden.

  MELANKOLİK KİERKEGAARD

Varoluşçuluğun babası olarak bilinen Kierkegaard, sürekli olarak kendi varlığına bir anlam verme çabası içindedir. Bunu yaparken, kendi melankolisini de dışa vurmama gayretindedir. Kendisinin nasıl biri olduğunu anlamamaları ve model almamaları için ismini değiştirdiği, hep rengarenk giyinip, saçlarını boyadığı, farklı tiplere girdiği söylenir.

Son derece keskin düşünceli bir insandır. Hem kendi kişisel sorununu kağıda dökmekte hem de bunu örtmeye çalışmaktadır. Katı bir hristiyan olmasına karşılık, zamanının kilisesini hep ağır bir şekilde eleştirmiştir.

Kierkegaard’a göre, melankoliden kurtulmanın yolu; şiir, felsefe ve teolojide eserler vermektir.

  “Evlilikte mutlak aşıklık gereklidir ama bazı şeyler vardır ki; başkalarına – eşine dahi- anlatılmaması gerekir” der.

  İSMAİL DÜMBÜLLÜ VE KARTVİZİT

Dümbüllü, her zamanki gibi sahnede oyununu oynamaktadır. Fakat seyircilerden birisi, performansını beğenmemiş olacak ki, elindeki “hıyar”ı sahneye fırlatır.

Dümbüllü, gayet sakin bir şekilde “hıyar”ı eline alır ve atılan tarafa dönerek, “biri kartvizitini düşürdü, oyundan sonra gelip kulisten alsın” der.

  KURTSA DA KURT DEĞİLDİR

Eşek  çok sevdiği otları yemek için kurtların bölgesine girer. Çok geçmez bir kurt sesi duyar.

“Kurt sesine benziyor ama çok uzaktan” diyerek otlamaya devam eder. Biraz zaman geçince, kurtun sesini bu kez daha yakından duyar: “Evet, bu kurt ama nasılsa beni hemen bulamaz” diyerek otlamaya devam eder. Sesler kesilmez, üstelik giderek de yaklaşmaktadır. “Evet bu kesin kurt ve çok yakında, bir dakika sonra gidiyorum” der. Kurtun sesi iyice yaklaşmıştır.

“Kurtsa da kurt değildir inşallah” der demez kurt üstüne atlar: “Aaa kurtmuş, ne ara geldi hayret!” demesi son sözleri olur.

   SULTAN KÜREKÇİSİ

Daha önce sultan kürekçilerinden olan Pala, Haliç’te karşıya geçirmek için güzel bir hatunu kayığına almış. Kadının güzelliğinden öylesine etkilenmiş ki; bıyıklarını burarak, “derler” deyip başlamış küreklere asılmaya. Bir, iki, üç derken güzel hatun merakla sormuş:

“Ne derler efendi” demiş.

Pala, kadını iyice bir süzüp; “yapsan da derler, yapmasan da!” demiş.

Bunun üzerine güzel hatun, “madem farketmiyor, yapın öyle desinler” demiş.

  NELER OLACAK NELER

Bir gün değirmene, mısırlarını öğütmek için hoş bir kadın gelir. Değirmenci kadını gözüne kestirerek başlamış, “ah ah… neler olacak neler!” diyerek iç geçirmeye.

Kadın merakla sormuş; “ne olacak efendi?” demiş. Değirmenci, “ben şimdi nefsime hakim olamayıp, seni öpecem. Sen bunu gidip seninkilere söyleyeceksin, onlarda gelip bizimkileri vuracak, sonra benimkiler seninkileri… derken kan gövdeyi götürecek” demiş.

Kadın düşünmüş taşınmış, “doğru söylersin, ben de o zaman kimseye söylemem” demiş.

  EŞŞEĞİ DE KURBANA SAYMAZSAM

Havanın çok sıcak ve herkesin oruçlu olduğu Ramazan ayıdır. Köyün birinde yaşlı adam, karısı ve eşeği kendileri ekip biçerek hayatlarını sürdürmektedir.

Sıcak Ramazan ayının ortası yaklaşırken adamın eşeği ansızın ölür. Aradan üç beş gün geçer geçmez, karısı da aniden ölür. Yaşlı adam, mübarek Ramazan ayında yapayalnız kalır. Elinden hiçbir şey gelmez, üzgün ve öfkelidir. Oruçlu olduğu halde bir sigara yakar ve derin bir nefes alıp havaya üfleyerek şöyle der:

“Nasıl, acıtıyor değil mi? O ölmüş eşşeği de kurbana saymazsam.”

  BEN PEYGAMBER GÖNDERMEDİM

İki kafadar, kafayı iyice bulunca biri kalkıp:

“Ben peygamberim” der.

Öteki de altta kalmayacak ya:

“Otur lan yerine, ben kimseyi göndermedim” der.

 FATİH SULTAN MEHMET ve KADI

 Fatih Sultan Mehmet, bir cami yaptıracaktır ama arazi bir Rum’undur. Değerinin iki katını teklif ettiği halde Rum vatandaş kabul etmez. Fatih, “şahsi değil, hayır için” diyerek camiyi rıza olmamasına rağmen yapar. Padişah tarafından, kendisine haksızlık yapıldığını düşünen vatandaş, üzgün ve sıkıntılıdır.

 Bunu fark eden müslüman bir vatandaş, “ne endişe ediyorsun, kadıya git, memlekette adil kadılar da var” der. Padişaha karşı, mahkemeden bir sonuç çıkmayacağını düşünürse de davacı da olur.

 Mahkeme günü geldiğinde, Fatih’in ayakta, kadının ise oturduğunu görünce bizim Rum vatandaş çok şaşırır. Ve Kadı sarı Hızır, vatandaşın arazisine zorla cami yaptırmaktan Fatih’i suçlu bulur. Cezası ise elinin kesilmesi karşılığı 80 sopadır.

 Fatih’in bu cezadan kurtulabilmesinin tek yolu, arazinin değeri ödenerek davadan vazgeçilmesidir. Rum vatandaş karar karşısında çok şaşırır ve davadan vazgeçtiğini söyler. Fatih de arsa değeri, 200 altını 2000’e çıkarır. Bununla da kalmaz, bu zata yaşadığı her gün için, bir altın vereceğini söyler.

 Mahkeme bitip, kadıyla baş başa kalan Fatih, kuşağından bir hançer çıkararak şöyle der:

 “Kadı efendi, benden çekinerek yanlış karar verseydin seni bu hançerle deşecektim”. Kadı sarı Hızır da gülerek, minderinin altından bir topuz çıkarır ve şöyle der:

 “Siz de padişahlığınıza güvenerek kararıma itiraz etseydiniz, ben de başınızı bu topuzla ezecektim.”

  MEZARA KAZIK ÇAKMA

İki arkadaş iddiaya girer, kim gece yarısı mezarlığa gidip, falanın mezarına bir kazık çakıp gelirse, diğeri onun istediğini yapacaktır. Biri demiş ki ben giderim.

Gece olur, bir kazık alıp mezarlığa gelir. Arada baykuşların sesinden başka adeta “in cin top oynamaktadır.” Korkmaya başlar, hızla mezarı arayıp bulur.

“Hemen şu kazığı çakıp, gideyim” der. Telaş içinde kazığı çakıp kaçmaya çalışır ama gidemez. Arkasından biri, güçlü bir şekilde çekmektedir. Kimin çektiğine bile bakamaz, mezardan çıkan bir hayaletin cübbesini tuttuğunu zannederek, korkudan ödü patlar ve ölür.

Arkadaşının gelmemesi üzerine, sabah erkenden mezarlığa gelip baktıklarında, kazığı kendi cübbesine çaktığını, kurtulmak için de çekiştirdiğini görürler.

  BAZEN KABIZ BAZEN İSHAL

Yaşlı bir teyze, bağırsak sorunları nedeniyle doktora gider. Doktor, “neyin var?” diye sorduğunda:

“Doktor bey, bazen öyle oluyor ki, içtiğiniz kahvenin telvesi gibi doldur bardağa iç, bazen de inan dişinle bile kıramazsın” der.

  TANRI BENİ KURTARIR

Bardaktan boşanırcasına yağmurun yağmasıyla her yer göle döner. Evi sular altında kalan adam, çatıya çıkıp beklemeye başlar. Sular da giderek yükselmektedir.

Kurtarma ekibi kayıkla gelip, “binin” der. Bizimkisi “hayır, tanrı beni kurtarır” der. Sular iyice yükselmiştir. Yukarıdan helikopterle, yardım sepeti indirirler. Yine “hayır, tanrı beni kurtarır” der.

Sular kendisini yutmak üzereyken “tanrım beni niye kurtarmadın?” diye sorar. Gökyüzünden gelen bir ses:

“Sana kayık gönderdim binmedin, helikopter gönderdim yine reddettin” der.

  BAĞSUR

 Doğu ekspresiyle, doğudan batıya giden köylü bir ailenin kompartımanında, üniversiteli genç bir çocuk da yolculuk etmektedir.

  Öğlen olunca bizim köylüler, çıkınlarından soğan– ekmek ne varsa çıkarırlar. Yaşlı amca, “buyur evladım” der. Genç çocuk, “çok teşekkür ederim” der ama ısrar ederler. O da “çok sağ olun, benim bağsurum var” der.

 Yaşlı amca, “olsun evladım, bizimkilerle doymazsak, sonra senin bağsuru da yeriz” der.

  BOKYEDİ BAŞI

Bok yeme yarışında, iki kişi finale kalır. Bunlardan biri favoridir. Nitekim, yarış başlar başlamaz da öne geçer. Tam son kaşığı alıp bitirecekken durur. Diğeri bu durumdan yararlanarak, birinci olur.

Sonra, o favori olana sorarlar; “niye o son kaşıkta durdun?” diye, o da:

“Kıl çıktı” der.

  SOĞANIN CÜCÜĞÜ

Dünyadan bir haber, ömrü fukaralıkla geçmiş birine sormuşlar, “zengin olursan ne yersin?” diye, o da hemen, “soğanın cücüğünü” demiş. Yanındakine sormuşlar, “sen ne yersin?” diye, o da düşünmüş taşınmış, “yahu arkadaşım bana bir şey bırakmadı ki!” demiş.

  BU BİR

 Kız evindeki düğün biter ve adam, gelini atının terkine bindirerek, kendi evine doğru yola çıkarlar. Çok sürmez at tökezler, adam; “bir” der. Biraz daha giderler, at yine tökezler, adam; “iki” der. Bir müddet daha gittikten sonra, at son kez tökezler. Adam, bu da “üç” diyerek attan iner, geline “sen de in” der ve silahını çekip, atı vurur.

Yeni gelin dehşete kapılmış bir şekilde, “ne yapıyorsun efendi, at tökezledi diye vurulur mu?” der.

Adam, geline bakıp; “bu bir” der. Gelin bir daha ağzını açmaz.

 BUGÜN DE ZARARDAYIZ

Aynı sokakta esnafın çoğundan daha fazla iş yaptığı halde, Yahudi kökenli esnaf, her akşam “bugün de zarardayız” dermiş.

Bir gün esnafın biri dayanamayıp, “bazen siftah bile yapmadan kapattığımız oluyor yine de şükrediyoruz, sen ise sürekli bu sözü tekrarlıyorsun, bunun sebebi hikmeti nedir?” diye sormuş.

Yahudi, müslim olana dönmüş, “azizim ben bu sözü, ömürden bir gün daha gittiği için söylüyorum” demiş.

  HER DAĞIN KENDİNE GÖRE KARI VAR

Bilindiği üzere rahmetli Sakıp Sabancı, ülkemizin önde gelen sanayicilerinden biriydi. Oğlu, Metin ise engellidir.

Kendisiyle yapılan bir röportajda, gözleri dolarak şöyle demiştir:

“Belki pek çok genç, benim çocuğum olmak istiyor ama benim oğlum, bana baba bile diyemiyor. Araba fabrikam var, bir tanesini alıp süremiyor.”

  TAŞLI TARLA ZAMANLARI VE AZRAİL

 Bütün ömrü hayvanlarının peşinde, dağda bayırda geçmiş olan adamcağız için, Azrail gelir ve “vakit doldu” der.

 Adam, Azrail’e dönüp, “ne ara doldu yahu, sen benim taşlı tarlada dolaştığım zamanları da mı saydın, hele bir onları düş, ondan sonra gel” der.

 Azrail adamın söylediklerini düşünüp, “haklısın” der ve geldiği gibi kaybolur.

 YALANCI ŞAHİTLER KAHVEHANESİ

 Adamın biri, devam etmekte olan davası için, bir şahit bulmak umuduyla “yalancı şahitler kahvehanesine” gelir.

 Mekanın ortasında ayağa kalkıp, “arkadaşlar bir alacak verecek davam var…” derdemez köşede oturan hırpani kılıklı biri, dava sahibine dönüp, “ya abi, o şerefsiz hâlâ borcunu ödemedi mi?” diye sorar.

 Davacı, “borçlu olan benim” der.

 Bu kez yalancı şahit, “kaç kere ödeyeceksin be abi” der.

TEMEL’İN BULDUĞU SENET

Temel, yolda bir senet bulur, senedin de son günüdür, koşup hemen yatırır. Ertesi gün yine bir senet bulur ve yine son günüdür ancak üzerindeki meblağ çok yüksektir. Bunu ödeyemem diyerek, kimseye söylemeden yurt dışına kaçar.

  BORCUN YOK

 Arkadaşlardan uyanık olanı, “Mehmetçiğim yüz lira borç verir misin, hafta sonu ödeyeceğim” der. Mehmet, “tamam” der ve yüz lira verir. Hafta sonu olunca yine uyanık arkadaşı, “Mehmetçiğim bir yüz lira daha ver, aybaşında topluca ödeyeyim” der. Mehmet, bir yüz lira daha verir. Aybaşı olunca uyanık olan, “Mehmetçiğim bir yüz lira daha verirsen, ikramiyeyi alınca tüm borcumu ödeyeyim” der.

 Mehmet, “ya ne borcu, bir lira bile borcun yok, keyfine bak demiş” demiş.

  HOCANIN HANIMI

 Hocaya, “senin hanım çok geziyor” demişler.

 Hoca da “yok canım, çok gezse arada bir eve de uğrardı” demiş.

 ONLARIN ÇOCUKLARI BÜYÜK

 Adamın iki metre kumaşı varmış, terzinin birine gitmiş, “bundan bana, bir takım elbise çıkar mı?” diye sormuş. Terzi hemen, “çıkmaz” demiş. Başka bir terziye gitmiş, “Bundan bana, bir takım elbise çıkar mı?” diye sormuş, terzi de bir önceki gibi hemen, “çıkmaz” demiş. Bizimki yılmamış, başka bir terziye gitmiş, “bundan bana, bir takım elbise çıkar mı?” diye sormuş.

 Bu kez terzi, “çıkar” demiş. Bizimkisi, “karşıdaki iki terziye gittim, onlar çıkmaz demişti” der.

 Terzi, “doğru söylemişler, çünkü onların çocukları büyük” der.

  KOMŞUNA İKİ KATI

  Adamın şişeyi ovalaması ile cin şişeden çıkar ve sorar, “dile benden ne dilersen ancak dilediğinin iki katını komşuna vereceğim” der.

  Adam, düşünüp taşınır ve “bir gözümü kör et”  der.

 ODUN DESENE

 Temel, Dursun ile şakalaşmak için elindeki odunu gösterip, “Dursun bu ne?” diye sorar. Dursun hemen “odun” der. Temel de “ben sana kodum” der. Dursun, çok bozulur ve intikam için fırsat kollamaya başlar. Biraz zaman geçince, eline bir tahta parçası alıp, “temel bu ne?” diye sorar.

 Temel, “odun” derse başına ne geleceğini bildiğinden, “tahta” der.

 Dursun hemen, “ben sana kodum” der.

 Temel, “ama uymadı ki..” der.

 Dursun, “olsun uysa da kodum uymasa da kodum” der.

 MÜDÜR KİM?

 Bir gün organlar bir araya gelmiş, “müdür kim olacak?” diye tartışmaya başlamışlar.

 Beyin, “müdür benim olmam lazım çünkü, hepinizi ben yönetiyorum” demiş. Kalp, “ben kanı pompalamasam, kimse bir şey yapamaz, o yüzden müdürlük benim hakkım” demiş. Akciğer, “hayır benim hakkım, oksijen olmazsa nefes alamazsınız” demiş.

 Organların hepsi, sırayla yaptığı işi söyleyerek, müdürlüğün kendi hakları olduğunu savunmaya başlamış. En son “göt” söz almış ve “ ben de müdür olmak istiyorum” demiş. Bunu duyan herkes, “götün müdür olduğu nerde görülmüş” diyerek, gülme krizine girmişler.

 Göt, “peki siz bilirsiniz” diyerek, bütün boşaltım sistemini kitler. Bir gün iki gün derken, her geçen dakika içerde basınç artmaya başlar, nerdeyse patlayacak hale gelirler.

 Diğer organlar, bakmışlar olacak gibi değil, acilen toplanıp, “götü” müdür yaparlar. Bunun üzerine  göt de inadından vazgeçip sistemi açar. Böylece hepsi rahat bir nefes alır.

  KARAMANOĞLU MEHMED BEY ve ÇELEBİ MEHMED

1402 yılında, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesiyle Osmanlı dağılıp, “fetret dönemi”ne girmiş, oğulları Çelebi Mehmed ile Musa Çelebi de taht için, Rumeli’de birbiriyle savaşa tutuşmuştur.

Karamanoğlu Mehmed Bey de bu durumu fırsat bilerek,  Bursa’yı kuşatır. Ancak, kuşatmanın uzun sürmesi ve Musa Çelebi’nin ölmesi, planlarını bozar. Çelebi Sultan Mehmed’e karşı koyamayacağını anlayarak, geri çekilmeye karar verir. Geri çekilirken de şehri ateşe verir. Bununla da yetinmeyip, kendisinin de dayısı olan, Yıldırım Bayezid’in mezarını açtırıp kemiklerini yaktırır.

Karaman’a doğru kaçarken, yorgun düşen şişman nedimi, “hânım, Osmanlının ölüsünden böyle kaçarsın ya dirisi olsaydı ne yapacaktın?” diye söylenmesi üzerine, nedimini orada ağaca astırır.

Bayezid Paşa ani bir baskınla, kendisini Konya önlerinde yakalayarak, Çelebi Sultan Mehmed’e teslim eder.

Çelebi Mehmed, bütün yaptığı mezalimliğe, hiçbir sözünde durmamasına ve üstelik babasının mezarına karşı yapmış olduğu saygısızlığa rağmen, aralarında akrabalık bağına hürmeten ve bundan sonra savaş halindeyken, Osmanlıya asker yardımında bulunması karşılığı, kendisini affeder. Bunun üzerine Karamanoğlu Mehmed Bey:

“Madem ki, bu can bu tendedir, bundan sonra memleket-i Osman’a kat’a kötü nazarla bakmayacağım. Eğer bakacak olursam, Kur’an benden davacı olsun” diyerek yemin eder.

Ancak, daha ordugahtan çıkar çıkmaz sözünü bozar ve ovalardaki Osmanlı atlarını askerlerine yağmalatır. “Kuran üzerine yemini” sorulduğunda da “bu can bu tende” derken, “kendi canını” değil, göğsünde sakladığı “güvercini” kastettiğini, dışarı çıkınca da güvercini salıverdiğini söyler.

Yine kendi ifadesiyle şöyle demiştir:
 “Bizim, Osmanoğlu ile düşmanlığımız, beşikten mezara kadardır, bunun gereği de ahdi bozmaktır.”

   “KOMET” ALACAK KADAR ZENGİN DEĞİLİM

 Ressam Gürkan Coşkun, nam-ı diğer “Komet”, “masrafım çok, bir tarafta da bir kuruşum yok” dediği ve resimlerini satarak geçindiği dönemlerde, bir mülakat için sormuşlar, “satmamak için ayırdığınız resimleriniz var mı?” diye, onun da “Komet alacak kadar, zengin değilim” demesi, o vakitler sanat camiasında oldukça ses getirmiştir.

 “Neden hiç birikim yapmadınız?” diye sorulduğun da ise “Haydan gelen Huya gider, huyum kurusun…” demiştir.

   YENİ CAMİ NEREDE?

 İstanbul’un yabancısı olan bir kişi “Yeni Cami”yi aramaktadır. Sora sora caminin yakınına kadar gelir ve bir esnafa sorar, “Yeni Cami’nin nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye, esnaf da “hayır bilmiyorum” der ve yabancı da bu cevap üzerine uzaklaşır.

  Bu duruma şahit olan komşu esnaf , “niye karşındaki cami demedin de, bilmiyorum dedin?” diye sorar. Bizimki, “şimdi biliyorum desem, bu camiyi kim yapmış, ne zaman yapmış, imamı kim, müezzini kim…künyesini isteyecek, benim de bunlara cevap verecek ne vaktim ne de mecalim var” demiş.

  BİR DE İÇERİ SOR

  Yolcu, belediye otobüsüne biner ama bileti yoktur. Şöföre, “son durakta alıp atsam olur mu?” diye sorar. Şöför de “önce bir içeri sorun” der.

 Yolcu, otobüsün içine doğru yönelip sesini yükselterek; “arkadaşlar biletim yok, son duraktan alıp atsam olur mu?” diye sorar.

HAZIRCEVAP PİCASSO

Picasso, Paris’te bir restorana gider. Yemek esnasında Picasso bir şeyler karalar. Garson hesabı getirdiğinde çizimi uzatır garsona. Garson “imzanızı atmamışsınız efendim” der. Picasso yanıtlar: “Sadece akşam yemeği yedik, restoranı satın almayacağız.”

                                                                ****

 Bir yolculuğu esnasında adamın biri, Picasso’ya, ”neden resimlerinizi gerçekte olduğu gibi yapmıyorsunuz?” diye sorar. Picasso, ”gerçekte olduğu gibi kısmını açıklayabilir misiniz” der. Adam, cüzdanından eşinin fotoğrafını çıkarıp gösterir.

Picasso, ”eşiniz sizce de çok küçük ve biraz yassı görünmüyor mu?” der.

                                                                 ***

Adamın biri Picasso’ya, “renkleri karıştırmaktan ve içiçe geçmiş  çizgiler yapmaktan başka resim yapma yeteneğiniz yok gibi geliyor bana” der.

Picasso, fırçasını alır  ve yere bir buğday tanesi çizer. Öyle gerçekçi olur ki, bir tavuk gelir yemek için gagalamaya başlar.

Gördüğü karşısında şaskına dönen adam Picasso’ya ” bu kadar mükemmel  resimler yapabiliyorken, niçin bu garip resimleri yapmakta ısrar ediyorsunuz?” diye sorar.

Picasso cevabı yapıştırır, “çünkü ben, resimlerimi tavuklar için yapmıyorum” der.

***

Picasso’nun, Alman ordusunun bombaladığı, “Guernica”yı anlatan eserine bakan Alman general sorar; “bu resmi siz mi yaptınız?”

Picasso’nun cevabı ise oldukça manidardır; “hayır siz yaptınız” der.

***

Picasso bir gün bir restorana gider. Restoranda çalışan bir garson “efendim bana bir şeyler çizip, anı olarak verebilir misiniz? Çocuklarıma, torunlarıma göstereyim.” der. Picasso hemen bir şeyler çizer, imzalar ve garsona uzatır.

Garson: ”Bu benim için öylesine değerli ki”, diye sözüne başlamışken, Picasso lafını keser ve  ”evet, gerçekten öyle, o elindeki çizim tam 100 bin dolar” der.

Garson, dehşete kapılmış bir halde, ”aman efendim, iki dakika bile sürmedi çiziminiz. Nasıl bu kadar pahalı olabilir?” diye sorar.

Picasso hemen o unutulmaz cevabını verir:

” 2 dakika değil. 60 yıl artı 2 dakika…” der.

 100 EUROYA TÜM BORÇLAR ÖDENİR

Alman turist, Yunanistan’da bir otele gider ve odaları görmek istediğini, beğenirse tutacağını söyler. Güvence olarak da 100 euro verir.

Turist yukarı çıkıp odaları gezerken, otelci koşarak kasaba gider  ve geçen haftadan kalan 100 euro borcunu öder. Kasap, koşa koşa köylüye gidip, hayvan alımından kalma 100 euro borcunu öder. Köylü hemen en son birlikte olduğu, hayat kadınına olan 100 euro borcunu öder. Hayat kadını da geçen haftadan kalma, iki gecelik konaklama ücretini bizim otelciye öder.

Bu sırada Alman turist odaları gezmiş fakat hiçbir odayı beğenmemiştir. Güvence bedeli olarak bıraktığı, 100 euroyu alıp gider.

Sonuç, bütün borçlar ödenmiş fakat kimsede para yoktur.

Tags: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.