KISSADAN / 7

RUANDA SOYKIRIMI (Onedio.com)

 Ruanda Katliamı, emperyalizmin çıkarları için insanları, siyah-beyaz ayrımını, hatta siyahların kendi aralarında burun ve vücut yapılarına göre ayrımını ve bu ayrımın sonuçlarını yüzümüze en sert biçimde vurduğu olaydır.    

Üstelik bu olay 1800’lerde olmuyor daha dün diyebileceğimiz tarihte 1994’de gerçekleşiyor. Ve bu katliamdan şu anda bile birçok kişinin maalesef haberi yok.

Ruanda, küçük bir orta Afrika sömürge ülkesidir. Ruanda nüfusunun %1’i Prigme idi. Prigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu.

Afrika siyasetinde yönetenler ile yöneticilerin birbirinden ayrılması politikasını izleyen Belçikalıların, insanları akıl dışı kriterler kullanarak Tutsi ve Hutu diye ayırmıştır. Tutsiler’in daha ince yapılı ve narin olduğunu iddia edilmiş ve halk uzun boylu, güzel görünüşlü kişileri Tutsi olarak sınıflandırmış. Belçikalılar ilk başlarda Tutsiler’i el üstünde tutup onlara ayrıcalıklar tanımıştır. Ve bu desteklemeyi yapıp Tutsiler’i maşa olarak kullanarak Hutuları hayatın her yerinde ezmiştir.

Az olanların, Hutuları uzun bir süre ezdikten sonra 1950’lerden sonra da Hutuları desteklemiştir. Tabi bu ani dönüş, 1890’dan 1950’ye kadar ezilen Hutuların, geçen bu süredeki kendilerine yapılan haksızlıklardan öç alma düşüncesini ortaya çıkardı. Artık güç Hutular’dadır ve 60 yıllık zulmün doğurduğu düşman %9’luk Tutsiler’dir. Yani Hutu-Tutsi diye bir şeyin olmadığı sadece Belçikalıların çıkarları için bir halkı birbirine zulüm ettirerek birbirine düşman haline getirmesidir.

1950’den sonra Hutular desteklenince, ilk ‘öç alma’ 1959’da başlıyor. Belçika desteği ile ayaklanan Hutular, yaklaşık yirmi bin Tutsi’yi katletti. Maalesef bu sayı sadece başlangıçtır. Olaylardan kaçan iki yüz bin Tutsi, çevre ülkelerin kamplarına kaçtı. 1962 yılında Ruanda bağımsız olur. İktidara gelen Hutu Hükümetinin ilk işi, Tutsilerin haklarını budamak oluyor. Tutsiler toplumun her yerinde dışlanıyor, haklarına kısıtlama geliyor. Hatta hükumet vatandaşı olduğu Tutsileri, ‘Karafatma’ olarak adlandırıyor. Birçok Tutsi göç ediyor. Çevre ülkelere sığınıyor.

İyi eğitimli olan Tutsiler; Uganda, Tanzanya gibi sığındığı ülkelerin yönetiminde yüksek makamlara geliyorlar. Sürgündeki Tutsiler, ülkelerine geri dönmek için ‘Ruanda Yurtseverler Birliğini'(RYB) kuruyorlar. Gerisi bilindik hikaye devlet tarafından ezilen halk, devlete karşı gerilla savaşı başlatıyor. RYB silahlanıp, 1990’da hükumet ile silahlı mücadeleye giriyor. 1992’ye kadar iç savaş sürüyor. 1992 de silahlı mücadele sona eriyor. Artık siyaset ortamında sorun çözülecekti. Tabi bu koca bir yalan…

Devlete karşı silahlanan Tutsilerin silahlı kanadı RYB, silahlarını bıraktı artık herkes bu işin kan dökülmeden biteceğinin sanıyordu. Bu sorunun kökten çözülmesi gerektiğini düşünen aşırı milliyetçi Hutular, ‘İnterahamwe’ adı verdikleri yarı askeri bir örgüt kurdular. Ülkenin her köşesinde örgütlenerek tüm Tutsileri ve savaş karşıtı Hutuları fişlediler. Tüm Tutsiler kayıt altında idi.  

 Ordudaki Hutu subayları da milisleri eğitiyordu. Ülkenin ekonomisi kötü olduğundan, ateşli silah temin etmek kolay değildi. Bu yüzden Çin’den yüz binlerce satır ve pala siparişi verildi, tanesi 50 centten. Ama yine yetmiyordu İnterahamwe milislerine, satır yetmeyenlere ise ucu sivri sopa verildi. Artık yangını başlatacak bir kıvılcım bekleniyordu.

Katliam için her şey hazırdı. Katiller satırlarını bileyliyor, harekete geçmek işaret bekliyorlardı. O işaret, 6 Nisan 1994 tarihinde bir Hutu olan, Ruanda devlet başkanının uçağı, başkent Kigala’da düşürülmesiyle herşeyin fitili ateşlenmiş olur.                                                                                            

6 Nisan günü, dünya tarihinin en kanlı günlerinden biri yaşandı. Ülkenin resmi devlet radyosundan yapılan katliam çağrısı ile Irkçı Hutular, başta eğitimli Tutsiler olmak üzere önceden belirlediği tüm Tutsileri, doğramaya başladı. Parası olan Tutsiler, ücret karşılığında ateşli silahlarla öldürülmeyi seçebiliyorlardı. Parası olmayanlar ise pala, bıçak, taş ile acı çektirilerek öldürüyorlardı. Artık yorulan Hutular dinlenmek için yakaladıkları Tutsilerin kaçmamaları için aşil tendonlarını kesiyorlardı. Katliamların ilk günü böyleydi. Ama yine de umut vardı Tutsiler için, çünkü ülkede barışı sağlamak için gelen BM askerleri vardı. Tek umut onlardı. Tabi bilmiyorlardı güvenecekleri insanlar onların zaten bu duruma getirenler olduğunu…

Hükumet kanadı olaylara müdahale etmiyor. Hatta göz yumuyor. Hatta ve hatta ordu saldırganlara silah temin ediyordu. Tutsiler hükûmetten fayda gelmeyeceğini anlayınca tek umudu, BM oldu. İşte burada o demokratik, hümanist Avrupa’nın yüzünü tüm dünya görecekti. Olaylardan önce Ruanda da görevli BM komutanları, Genel Sekreterliğe katliam uyarısında bulundu ve önlem almanın gerekli olduğu iletildi. Ama Genel Sekreterlik, olaylara müdahale yerine gözlem yapma görevini verdi. Katliam sırasında Ruanda da 2.500 civarı BM askeri vardı. Ama olaylarda 10 Belçika askeri öldüğü bahanesi ile BM Güvenlik Konseyi aldığı kararla, asker sayısının 240’a düşürülmesine karar verildi. Yani BM, insanları cellatlarına teslim ediyordu.

İnterahamwe’nin çekindiği tek güç olan BM barış gücü de gidince artık katliamın şiddeti insan aklının hayal edemeyeceği yerlere geldi. Ülkede artık ceset koyacak yer kalmadı. Ülkedeki Kagere Nehrinden bir günde altmış bin insanın cesedi kıyıya vurdu. Bu sadece kıyıya vuranların sayısıydı. Komşunuz sabah kalktığınızda elinde balta ile sizi parçalamaya geliyor. Şehirdeki cesetleri yemek için aç hayvanlar şehre indi. Hutuların gözü o kadar kararmıştı ki, cesetleri yiyen köpeklere sinirlendikleri için köpeklerin önemli bir kısmını öldürdüler. Radyolar sürekli ‘Böcekleri ezin!’ anonsu yapıyorlardı.

1948’de imzalanan bir anlaşmaya göre ABD ve Fransa soykırım yaşanan bölgelere müdahale etmeye söz vermiştir ama buradaki katliamda ikisi de sorumluluktan kaçıyorlardı. BM ve Avrupalı devletler, müdahale etmemek için bu yaşanan katliama, soykırım tanımlaması yapmıyorlar. Ölü sayısı bu şekilde 600 bine çıkıyor. Ve RYB, Tutsileri kurtarmak için tekrar silahlanıyorlar. Tutisiler için yine tek kurtuluş yolu, RYB gerillalarıdır. 

Tutsileri kurtarmak için ülkesinin doğusundan başlayarak ilerleyen RYB önüne kattığı katliamcı Hutularla beraber, katliamın kalbi olan başkent Kigali’ye doğru ilerliyordu. Ülkede Tutsiler için işler iyiye gittiği anda Fransa bir karar aldı. Şu ana kadar ölenler için kılını kıpırdatmayan Fransa bir anda, “Ruanda’da katliam, soykırım var ve biz bunu durduracağız” diyerek ülkenin meşru hükumeti olan Hutu gücüne soykırımı durdurması için silah yardımında bulundu. Böylece Hutular, Fransa koruması altında katliamlarına devam eder.

RYB yavaş yavaş kasabaları ve insanları kurtarıyordu. Zaten Hutu milisleri artık öldürecek Tutsi bulamıyorlardı. Nihayetinde BM Güvenlik Konseyi, katliamın başladığı 6 Nisan tarihinden 2 ay geçtikten sonra haziran ayında Ruanda’da katliam yaşandığını kabul etti ve Ruanda için toplanma kararı aldı. Toplantılarda bölgeye gönderilecek barış gücü askerlerinin masrafları konusunda uzun uzun tartışıldı. Toplantılarda Fransa olayların soykırım olmadığını, hükumeti destekleyerek bu sorunun çözülebileceğini savunuyordu. Hararetli tartışmalar sonunda 23 Haziran tarihinde bölgeye geçici barış gücü askerleri ve olayların soykırım olup olmamasını araştırmak için BM temsilcisi gönderildi. Sonunda ülkede yeniden barış gücü güvenli bir bölge kurarak, insanları buraya toplamaya başlamıştır.    

Bunlar devam ederken RYB ilerlemeye devam ediyordu ve RYB gerillalarının ellerinde otomatik silahlar olduğu için geneli palalı, satırlı olan İnterahamwe üyelerinin çekilmesi kolay oluyordu. RYB’nin intikam amacından korkan Hutu hükumeti yöneticileri, İnterahamwe üyeleri ve Hutu halkı yaklaşık 3 milyon kişi bulundukları yerleri terk edip çevre ülkelere sığındı. Olayların üstünden 100 gün gibi bir süre geçmişti.

RYB’nin ilerleyişi ile Hutularda çekilmişti. Ülkede devlete ait hiçbir resmi organ, hiçbir resmi yetkili yoktu. Başkentte yağmalanmamış, yıkılmamış bina yok gibiydi. Ve şehirlerdeki insanlar ne arkadaşlarına ne komşularına hatta akrabalarına bile güvenmiyordu. Ülke 1999 yılındaki seçimlere kadar hükûmetsiz gidecekti. Bu korkunç 100 günün bilançosu ağırdı:

100 gün içinde Tutsi’ler ve bazı ılımlı Hutu’lardan oluşan yaklaşık 800,000 ila 1 milyon arası sivil kişi katledildi.

Soykırımdan sadece 300,000 ile 400,000 arasında kişi kurtulabildi.

Soykırımın 100 gününde, 250 – 500,000 kadına tecavüz edilmiş, bu kadınlar 20,000 kadar çocuk doğurmuşlar.

Hayatta kalanların, 75,000’i soykırım sonucu öksüz kaldı.

Hayatta kalanların 100,000 kadarı 14 ile 21 yaş arasında, 60.000 kadarı kendine bakamıyor. 10 da 7’sinin aylık geliri 5000 Ruanda Frank’ından ( $8 USD) daha az.

Sorumluların yargılanması:

Yaşanan katliamın ardından, sorumluların tespit edilmesi ve yargılanması için çalışmalar yapılmıştır. Ancak sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden, yargılamada bazı sorunlar yaşanmıştır. Katliam sırasında neredeyse devlet kurumlarının yok olması sebebiyle, katliam sanıklarının büyük kısmı, kendi köylerinde yaşamaya devam etmiştir. Katliamın acısının halk üzerinde yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların, adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine, ‘halk mahkemeleri’ 3’ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve halk kendi cezasını kendisi vermiştir. 3’ten az öldürenler ise mahkemeye bile çıkmadı. Elle tutabilecek tek ceza Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu Tanzanya’daki BM Savaş Suçları Mahkemesine götürüldü. Bizimungu soykırım yaptığı için 17 Mayıs 2011 tarihinde otuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Evet 1 milyona yakın insan katledildi ve en büyük ceza 30 yıl. Bu kadar insanı katledenler şu anda Ruanda caddelerinde yemek yiyip yürüyorlar.

*******

SAVAŞ YILLARINDA YUNANİSTAN 

( ERHAN AFYONCU, HATİCE YILDIRIM, CENGİZ MUTLU)

Venizelos, İngiliz ve Fransız askerlerinin desteğiyle 1917 Haziran’ında Kral Konstantin’i tahtından indirerek savaş sonrası kazanımlardan faydalanmak amacıyla Yunanistan’ı I. Dünya Savaşı’na dahil etti. Cihan Harbi’nin bitmesinden sonra hayallere dalarak Anadolu’yu işgale kalktı. Kuruluşundan itibaren Batılı devletler tarafından siyasi, mali ve askeri anlamda desteklenen Yunanistan’ın bu durumu Milli Mücadele sırasında da devam etti. Yunanistan’ın savaşı devam ettirecek herhangi bir mali kuvveti olmamasına rağmen gaza gelerek, “Megali İdea” hayalleri kurup, emperyalist devletlerin siyasetine alet oldu.

1918 Şubat’ında müttefik devletlerin yardımları Yunanistan’a ulaştı. 12 milyon pound İngiltere’den, 300 milyon frank Fransa’dan ve 50 milyon dolar Amerika’dan gelmişti. İngiltere Mart 1919’a kadar 2 milyon pound daha gönderdi.

İngilizlerin desteğiyle Batı Anadolu’yu işgale başlayan Yunanistan, ummadığı bir direnişle karşılaştı. Yunanistan’ın Anadolu’da uğradığı hayal kırıklığı Yunan siyasetini de değiştirdi. Kasım 1920’deki seçimleri İtilaf Devletleri’ne yakın olan Venizelos’un kaybetmesi ve ardından Kral Konstantin’in geri dönmesi, İtilaf Devletleri tarafından verilen destek ve yardımların kesilmesine sebep oldu. Bu durum mali buhranı da beraberinde getirdi.

İngiltere ve Fransa’nın mali desteğini kesmesi, Yunan maliyesinin altüst olması demekti. Zira Yunanistan’ın büyük bir bütçe açığı söz konusuydu. 1920-1921 yıllarında Yunanistan’ın geliri o dönemin Türk Lirası’yla 115 milyon, gideri 142 milyon Türk Lirası’ydı. Mevcut 142 milyon liralık giderin 53 milyonu harp masrafıydı.

Yunan hükümeti Venizelos dönemindeki borcu ödemeyeceğini ilan edince drahmi 93 kuruşa kadar düştü. Yunanistan’ın dış yardım almadan ayakta kalamayacağını bilen Kral Konstantin politikalarda bir değişiklik olmayacağını beyan etti. Tekrar borçların sahiplenildiği ve ödeneceği açıklaması yapıldı. Bu açıklama üzerine drahmi 170 kuruşa çıktı.

Yunanistan ile İtilaf Devletleri’nin arasını açan bir diğer husus, tedavüle yeni paraların sokulmasıydı. Yunan Maliye Bakanı, Anadolu’yu işgale devam etmek için her ay 100 milyon drahmiye ihtiyaç duyduklarını ve ordunun acil ihtiyaçları için 200 milyon drahminin tedavüle sokulması gerektiğini savunuyordu. İtilaf Devletleri ise böyle bir durum yaşandığında mali desteğin son bulacağını ifade ediyorlardı.

Yunanistan aldığı borçlarla silah alıyor, ancak aldığı silahlarla herhangi bir başarı elde edemiyordu. Dolayısıyla aldıkları silahlar doğrudan doğruya ülke ekonomisini batırıyordu. Yunanistan, ülkedeki mali buhran sebebiyle İtilaf Devletleri’nin onayını almadan piyasaya 500 milyon drahmi sürdü. Bu yüzden drahminin değeri 208 kuruştan 178 kuruşa düştü.

Yunanistan’da askere alımlar yüzünden azalan tayfa sayısı, asker nakline tahsis edilen gemilerin çalışamaması gibi sebeplerden deniz ticareti de aksamıştı. Yine yabancı devletlerin limanlarına gidemeyen gemiler, ecnebi kambiyo tedarikinden de yoksun kaldıkları için drahminin değerinin düşüşü arttı.

Yunanistan’ın borçları hızla arttı. Savaştan 10 yıl önce 400 milyonu geçmeyen Yunanistan’ın borçları 6 milyara ulaşmıştı.

Eskişehir-Kütahya Muharebesi sonrası drahmi düşüşünün sebebi, Yunanistan’ın günlük askeri masrafının 2 milyondan 6 milyon drahmiye çıkmasıydı. Bu masrafı karşılayamayan Yunan Hükümeti, dışarıdan borç bulmak için Kuvayı Milliye’nin dağıldığını iddia ediyordu. Yunanistan, başarı kazanamayıp drahminin düşüşünü engelleyemeyince, sahte haberler üreterek kendilerine güven duyulmasını sağlamaya çalıştı. İstanbul’daki Rumlar arasında Yunan ordusunun 40 bin Türk askerini esir aldığı, Mustafa Kemal ve Erkan-ı Harbiye Heyeti’nin de bu esirler arasında olduğu konuşuluyordu. Ancak Avrupa devletleri buna itibar etmedi. Drahminin değeri bu haberlerle ilk başta 180 kuruşa yükseldi, ancak daha sonra 142 kuruşa düştü.

Büyük Taarruz öncesi drahmideki dalgalanmaların çok fazla olmasından dolayı pek çok İngiliz şirket, teslim ettikleri malların karşılığını alamamaya başladı. Yunan tüccarlar verdikleri sözleri yerine getiremiyorlar, herhangi bir ödeme yapamıyorlardı.

Savaş masrafları ve memleketin durumu iyice kötüye giden Yunanistan’da Atina’daki ekmekçilerin grevi neticesinde hükümet halkın iaşesi için 160 fırına el koydu. Yunanlar, Atina ve diğer şehirlerde kriz sebebiyle protestolar düzenlediler.

İzmir Rumları, Mayıs 1921’de, “Yunanlar geldiler, rahatımızı bozdular, biz harp istemeyiz. Tanrı’nın izni ile Türkler gelir kurtuluruz” demeye başladılar. İlginç olan bir diğer husus da Yunan işgali altında bulunan halkın, ellerindeki drahmiyi Osmanlı parası ile değiştirmeleriydi. Bu değişim sonrasında İzmir borsasında drahmi 85 kuruşa gerilemişti.

Yunan Hükümeti, tüccar, halk ve vapur sahiplerine yüklü miktarda borç yapmıştı. Ayrıca Atina Milli Bankası’ndaki ahalinin parasının bir kısmı da gizlice sarf edilmişti. Drahminin değersizleşmesiyle gümrükten mallar çıkarılamıyor, bu yüzden de eşyalar gümrüklerde birikiyor ve bekleyen mallar da bozuluyordu.

Anadolu’daki Yunan işgalcilerinin iaşesinde sıkıntılar yaşanıyordu. Yunanistan’ın bununla ilgili borç bulma teşebbüsleri ise hüsranla sonuçlanıyordu. Zar zor buldukları borçlar da silah alımına gidiyordu.

Yunanistan’ın mali durumu o denli kötüydü ki Sakarya Savaşı’ndan sonra işgali altında tuttuğu yerlerde kendi toprağı olmamasına rağmen hukuka aykırı olarak vergi toplamaya çalıştılar. Ekonominin kötüye gitmesi üzerine Yunanlar açlık mitingleri düzenlediler, mitinglere katılanlar ise jandarma tarafından tutuklandı.

Savaş masrafları Yunan ekonomik gücünün çok üstünde idi ve gelir-gider savaş boyunca dengelenememişti. Dönemin Türk gazeteleri durumu, “Şımarık ve haddini bilmez bir milletin az çok sağlam bir devlet maliyesini nasıl altüst edebildiklerini izah eden en büyük bir misaldir” şeklinde yorumlamıştı.

Borca girilerek alınan silahlarla başarıya ulaşmayan askeri harekâtlar, Yunanistan’ın para biriminin değerini düşürmekten başka bir işe yaramamıştı. Silahlanmaya harcadıkları dış borçlar Yunanistan’ı fakirleştirdi. Yunanlar Milli Mücadele’de büyük bir bozguna uğrayınca Avrupa’dan yardımlar da kesildi. Avrupalılar, 1927’deki borç anlaşmasına kadar kapıları Yunanistan’a kapattılar.

YUNANİSTAN’IN VEKÂLET SAVAŞI

Cengiz Mutlu, bir makalesinde Yunanistan’ın İngiltere adına nasıl vekâlet savaşına girdiğini anlatır. İngiltere dünya savaşının sonlarına doğru harbin getirdiği ağır mali yük ve toplumsal baskı ile karşılaşmıştı. Yorgun İngiliz ordusu, Anadolu’da yeni bir savaşı göze alamazdı. İngiliz Başbakanı Lloyd George, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’na Anadolu’yu işgal etmelerini teklif etti. Fakat teklif reddedildi. Daha sonra Sırp ordusunu İstanbul’un işgaline davet etti. Bu teklif de reddedildi. Romenler de İngilizler’in teklifini kabul etmediler.

Bunun üzerine İngilizler, I. Dünya Savaşı’na geç katıldığı için, savaşın sonunda fazla yıpranmamış Yunan ordusunu Anadolu’nun işgalinde kullanıp, kendi istediklerini elde etmeye çalıştılar. Yunanistan, hayaller kuruyordu, ancak sadece bir piyondu. Atatürk, not defterine İngilizler’in bu planıyla ilgili, “Tarih, İngiltere hükümetinin böyle gülünç bir teşebbüse ümit bağlamasını hayretle kaydedecektir. Maskara bir kavmi, Türkiye’yi istilâ ettirerek cihangir yapmak. Siyasi ve askeri bir gaflet numunesi” kaydını düşmüştü. Atatürk, Sovyetler Birliği’nin ilk elçisi olarak Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya gelen Aralov’a ise “İngilizler’in boğazlanmak üzere gönderdiği Yunanlılar’ı yeniyoruz. İngiliz emperyalistleri bizi yok etmek istiyorlar, ama bunu başaramayacaklardır” demişti.

EY DÜNYA İNSANLARI HEPİNİZ TÜRKSÜNÜZ (HABERTÜRK)

Geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye’ye gelen Amerikalı araştırmacı yazar Gene D. Matlock, ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz’ adlı kitabında da yer verdiği ilginç iddialarıyla ‘Tüm dünyanın kökeninin aslında Türkler olduğu’ tezini yeniden alevlendiriyor.
Kadim Türkler, tüm insanların ataları olabilir mi? Maya ve Azteklerden Kızılderililere, Ruslardan Hintlilere, Araplardan İngiliz, İtalyan ve Kuzey Avrupalılara hepsinin kökenlerinin Türk olduğu söylense inanır mısınız? Peki, acaba Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammet ve Buda da Türk müydü? Tüm dinler Kadim Türklerin Tengri dininden mi türedi? Bunlar kafa karıştıran ama bir o kadar da merak uyandıran, cevaplaması zor sorular. Ancak bir araştırmacı bu soruların hepsine ‘evet’ cevabını veriyor. Ve iddiasının doğruluğuna dair kanıtları da ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz’ adlı kitabında önümüze sunuyor. İşin ilginç yanı, bu tezin sahibi Türk değil, bir Amerikalı: Gene D. Matlock. Temmuz ayında Hermes Yayınları tarafından Türkçe olarak basılan ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz / Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir’ adlı kitabında Gene D. Matlock ilk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını, ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden doğduğunu söylüyor. 65 yıldır Meksika’da yaşayan ve hem Hıristiyanlığın kökenleri hem de Meksika’daki Amerikan yerlilerinin kökenleri üzerine uzun yıllar boyunca araştırmalar yapan Matlock’un dini kitaplar, mitolojiler, kültür, gelenekler ve özellikle de dil biliminin ışığında elde ettiği ipuçlarını birleştirerek sunduğu kanıtlar da hayli şaşırtıcı. 81 yaşındaki Matlock ile bir konferans vermek için geldiği İstanbul’da buluştuk ve çarpıcı iddiası üzerine konuştuk.

– Dünyadaki tüm insanların Türklerden geldiğini söylüyorsunuz. Sizi bu konuda bir araştırma yapmaya yönelten şey neydi?
Yıllar önce İsraillilerin Filistinlilere yaptığı kötü muamele sebebiyle çok üzülmüştüm ve bu insanların bir türlü paylaşamadığı kutsal toprakların tarihi ve buradaki dinlerin kökenleri üzerine araştırmalar yapmaya başladım. Bu araştırmalarımı bir yandan da yazıyordum. Araştırma ilerledikçe her şey beni önce Hindistan’a, daha da derinleştiğindeyse Hindistan’ın kuzeyine götürdü. Elimi neye atsam önünde sonunda her şeyin kaynağı olarak karşıma Türkler ve coğrafya olarak da Türkiye ve Orta Asya çıkıyordu. Zira dikkatle incelediğimde Eski Ahit (Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümünü oluşturan, Tevrat ve Zebur’u da kapsayan 39 kitap) ve İncil’de İsrail’den bahsedilmediğini gördüm. Kutsal kitaplarda bahsedilenler aslında Türkiye ile bağdaşıyordu. Nuh’un Gemisi efsanesi, Büyük Tufan… hepsinin kökeni Türkiye ve Türklere dayanıyordu. Bu da bana şunu gösteriyordu: İnsanlığın başladığı yer Türkiye idi. Biz insanlar tüm uygarlığın atası olarak Sümer, Yunanistan, Mısır ve Çin’i görmeye yanlış bir şekilde şartlanmışız.

İNSANLIK TÜRKİYE’DEN BAŞLADI
– Peki, nasıl oluyor da Türkler tüm insanlığın atası oluyor?

Birkaç bin yıl önce Kuzey Kutup bölgesinde bir cennette, bolluk içinde yaşayan ileri derecede uygarlaşmış bir halk vardı… Dünyadaki bütün dinler hangi ulusa ait olursa olsun insanlığın beş kökensel ırkı olduğunu söyler. Bu beş ırka Kurus, Krishti ya da Krishtaya deniliyordu. Yaşadıkları yere ise Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Aden denir. Hindular buraya Uttura Kuru adını verir. Eski Yunan tarihçileri ve mitolojisi ise buraya Hiperborea olarak göndermede bulunur. Tibetli Budistlar ise Khedar Hand (Tanrı Şiva’nın ülkesi) ve Şambala der. Aynı zamanda buraya Tanrı Şiva’nın toprakları anlamında Sivariya ve Sibirya da denmektedir. Yeni ilk insanların yaşadığı cennet bahçesi Sibirya bozkırlarıdır. Buradaki ilk insan olan Adem (İngilizcedeki yazılışıyla Adam) Türk dilinde ‘insanoğlu’ anlamında kullanılır. Nitekim buradaki yüksek zeka ve uygarlığa sahip ari ırk (aryan) Türk’tür. Türkler’in kendilerinden Kıpçaklar, Kurular ya da Aryanlar diye bahsetmesi de bunun kanıtıdır. Ancak pek çok farklı din ve mitolojide geçtiği üzere bu insanlar lanetlenip bir doğal felaket yaşar, dünya ekseninde meydana gelen ani bir sapma ile yaşadıkları yer donmuş, büyük seller olmuştur. Şimdi adına Türkler dediğimiz Kurular güneye, Orta Asya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Bu anlatılan Büyük Tufan’dı. Nuh ve insanlığın soyunu devam ettiren oğulları da işte bu kökenden geldi; yani Türk’tü. Nuh’un gemisinin karaya oturduğu Ararat Dağı’nın Türkiye’deki Ağrı Dağı olduğu inancı da bunu kanıtlıyor. Böylece Türk soyundan gelen insanlık Türkiye’ye ve aşağıya Mezopotamya ve Hindistan’a dağıldı. Dolayısıyla Sümerler, Hititler, Iraklılar, Kürtler, Hintliler, Mısırlılar hepsi aslında Türk’tü. Kuzey Kutbu’ndan aşağı inerek Kuzey Avrupa’ya İsveç, Finlandiya, İngiltere’ye ve tüm dünyaya yayıldılar. Bugün herkes kendi neslinin izlerini Türklere dek sürebilir.

– Buna kanıt olarak neleri gösterebiliyorsunuz?
Dünyanın her köşesinde kullanılan dilden inançlara ve tanrı isimlerine kadar her şeyin dil olarak aynı kökenden geldiğini görebilirsiniz. Bu tüm dinlerin, dillerin de tek bir kaynaktan çıktığını gösteriyor: Türklerden! İngiltere’den, Finlandiya’ya insan isimlerinden yer isimlerine Türkçe kökenli kelimelere rastlayabilirsiniz. Finlandiya’da Kırkpınar diye bir yer var! Urdu dilinde binlerce Türkçe kelime var. Hintlilerin Kutsal Kitabı Mahabharata aslında Türklerin tarihlerini anlatıyor. Yunanlıların büyük tanrısı Zeus’un ismi de Türkçe. Kudüs, İsa gibi kelimelerin kökeni de aslında Türkçe ve dahası bu bahsedilen yerler de aslında İsrail’de değil Türkiye’de; İsa da bu topraklarda yaşadı. Öte yandan yakın tarihte Keltlerin (İrlandalılar, Galiler, İskoçyalılar) DNA’sı incelendi ve Altay’dan geldikleri kanıtlandı. Vikingler, Finikeliler ve İtalya’nın Roma İmparatorluğu’ndan yıllar önce burada yaşayan ve Roma’nın kurucuları sayılan yerli halkı Etrüskler de Türk’tür. Estrüskler’in DNA’larının Türklerinkiyle yüzde 97 aynı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

– Amerika’daki Kızılderililerin de Türk olduğu sıkça dile getirilen bir iddiadır….
Evet, Kızılderililer Türk’tür, bunu kendileri de söyler. Kültür ve geleneklerindeki benzerlik aşikar. Özellikle Amerika’da Türk soyundan geldiğini söyleyen Meluncanlar’dan olan Cherokee’ler Türkiye ile bugün çok yakın ilişkiler içindedir.

– Bu iddialarınızı dünyanın pek çok yerinde dile getiriyorsunuz. Peki, nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Önceleri herkes bana gülmüştü ama şimdi durum değişiyor. Amerika’nın yerli halkları, Kızılderililer, Meksikalılar bu teze çok pozitif tepki veriyor. Çoğu kabul de ediyor. Ancak ABD’deki Amerikalıların veya İngilizlerin pek hoşuna gitmiyor.

– Dünya bunu kabul etse ne olur sizce?
Hepimizin kardeş olduğuna inanmak insanlığın sahip olduğu tüm sorunlar ve huzursuzluk çözüme ulaşır. Dünya daha iyi bir yer olur.

Amerika’yı İspanyollar değil, Türkler keşfetti
‘Amerika kıtasındaki pek çok yer ismi aslında Türkçe kökenli. Meksika’daki Teotihuacan kalıntıları aslında Türkçe olan Tea (tanrı)+ Tiwa (Bir Türk boyu olan Tuvaların bugün bir cumhuriyeti de vardır) + Han (krallık anlamına gelen Türkçe kelime) kelimelerinden türemiştir. Peru’daki Karal kalıntılarındaki piramitler Mısır’dakilerden daha eskidir ve Türkçe’de ‘hükümdar’ anlamına gelen kral kelimesinden türemiştir. Meksika’da bugün de Türkçe kökenli birçok kelime kullanılıyor. Örneğin dağ/tepelere Meksika’da tepek deniliyor; Atatepek, Çapultepek isminde şehirler bulunuyor. Havasu diye bir yer bile var. İspanyollar Meksika’ya ilk geldiklerinde Aztek’lere hangi tanrıya inandıklarını sorduğunda onlar ‘İnana’ cevabını vermişti. Bu Antik Sümer’de de bir tanrıçanın adı. Yani Sümerler ile Aztekler aradaki onca mesafeye, okyanusa rağmen aynı adlı tanrıya inanıyor. Dahası Meksikalılar da Hintliler de Türkleri aynı kelimeyle ‘Karaskus’ diye adlandırıyordu. Demek ki Amerika’yı İspanyollar değil, önce Türkler keşfetmişti. Sonuçta bunlar gibi sayısız örnek şunu gösteriyor: Dünyanın her köşesindeki bütün uygarlıklar Orta Asya’dan geçmiş ve her yerde ortak olarak karşımıza çıkan din, dil, kültür ve inanışları buradan tüm dünyaya taşımıştır.’

Tags: , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.