Posts Tagged ‘Sosyal değişme’

KENT SOSYOLOJİSİ -3 (CİHAD ÖZÖNDER)

Perşembe, Kasım 5th, 2009

 

 Avrupa Endüstri Devrimi Öncesinde Dünyada Şehir ve Şehirleşme:

 

 Avrupa endüstri devrimi öncesinde çevre ve teknolojik faktörler şehir olgusu üzerindeki etkilerini sürdürmüştür. Bu dönemde ev ve binaların inşasında kullanılan tekniklerde ve malzemede büyük ilerlemeler görüldü. Ahşap işlemeciliği, dokumacılık, çanak-çömlek işçiliği, sulama sistemleri, ulaşım usulleri, ağırlık-uzunluk ölçüleri, süsleme sanatları ve diğer birçok sahada benzeri ve yığılmalı bir gelişme ve ilerleme görüldü.

 Bu teknolojik ilerlemeler şehirlerin gelişmesinde de son derece olumlu katkılar meydana getirdiler. Fakat çevre faktörleri, endüstri devrimine kadar önemini kaybetmedi. Teknoloji, bu döneme kadar çok sınırlıydı ve insanın teknoloji yoluyla doğaya, çevresine hakimiyeti nispeten azdı.

 Endüstri öncesi şehirler, ulaşım ve tarım açısından elverişli olmayan bölgelerde de kurulmakla birlikte buralarda gelişemiyordu. Mesela, eski Yunan şehirleri tarım ve gemicilik teknikleri gelişinceye, teknikleri geliştirerek üretim arttırılıncaya kadar tam anlamıyla şehir fonksiyonlarına sahip olamamışlardır.

 Endüstri öncesi şehirlerde, demografik açıdan nüfus yoğunluğu olarak büyük bir öneme sahip değildi. Şehirleşmenin görüldüğü ülkelerde şehirli nüfusu, toplam ülke nüfusunun ancak  % 10 kdarını barındırmakta idi. Çoğunlukla bu oran % 5 civarındaydı. Endüstri devrimi öncesi dönemde dönemde yüzbinden fazla nüfusu barındıran şehirler çok azdı. M.S. 2. Yüzyılda Roma, Konstantinopolis, M.S. 1000 yıllarında Japonya’da Edo (Tokyo), Kyoto, Osaka gibi şehirler 100.000’in üzerinde hatta bazı durumlarda milyonu bulan nüfuslara sahip şehirlerdi. Bunların dışında büyük çoğunluk 5 ila 10.000 nüfusu ancak bulabiliyordu.

 Eski Yunan şehir devletleri arsında Atina M.Ö. 500 yıllarında 150.000 nüfusa sahipti. Bunun yanı sıra Isparta, Korent, Milet şehirleri de oldukça kalabalık şehirlerdi. Eski dünyada en kalabalık şehir ise Roma oldu. İmparatorluğun en kuvvetli dönemlerinde nüfusunun 250.000 ila 1.000.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu dönemde Roma, 52 millik kara yolunun merkezi durumundaydı. Bu gelişmeye bağlı olarak ticarette son derece canlıydı. İç çatışmalar ve dış baskılar sonucu imparatorluk çökünce Roma küçülerek 14.yüzyılda küçük bir kasabaya dönüştü.

 M.S. 330-1453 yılları arasında ise Doğu Roma imparatorluğunun merkezi olarak Konstantinopolis dünyanın en büyük şehri haline geldi. Bu arada 5. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Avrupa’da şehirlerin küçüldüğü, köyleştiği görülür. Roma’nın bıraktığı otorite ve organizasyon boşluğu nedeniyle Avrupa’da ticari ve kültürel hayatta bir çöküntü başlar. Karanlık çağ adı verilen dönem boyunca da ekonomik ve sosyal durgunluk devam eder.

 Ortaçağ Avrupasının siyasi yapısının karekteristiği de feodalizm temelinde belirginleşir. Bu dönemde, toprağa ve bölgeler halinde kendine yeterli olmaya doğru bir yönelme görülür. Bu şartlar, ihtisaslaşma ve ürün fazlasının merkezlerde toplanması ve buna bağlı olarak sermaye birikimi ile ters orantılı bir gelişmeyi doğurur.

 1069-1291 yılları arasındaki haçlı seferleri ticari hayata yeniden canlılık kazandırmaya başlar. Haçlı ordularının yiyecek, giyecek, barınak ihtiyaçları yolları üzerindeki bazı yerleri canlandırır. Ayrıca haçlı seferleri sonunda yeni buluşlar, ihtiyaçlar ve fikirler Avrupa sosyal yapısını hareketlendirir.

 11. yüzyılın başlarında Akdeniz çevresindeki bazı şehirlerde ticaretin canlanmasına paralel bir gelişme görülür. İtalya’daki Floransa, Venedik, Cenova ve Piza bu ortamdan ilk etkilenen şehirlerdir. Avrupanın kuzey bölgeleri ve Baltık kıyıları dabu gelişmeye katılır. Orta Avrupa şehirleri nispeten yavaş olmakla beraber gelişmeye başlar.

 Tüccarlar bu değişmede sosyal tabakalar içinde daha üst seviyelere yerleşmeye başlarlar. Bu bütün şehir yapıları için bir yeniliktir. Daha önceki dönemlerde şehirleşme büyük ölçüde aile ve akrabalık, siyasi teşkilatlanma, din, eğitim, haberleşme faktörleri tarafından belirlenen bir sosyal tabakalaşma sistemine bağlıydı. Seçkinlerin ticaret veya işçilik gibi ekonomik faaliyetler içinde yer almaları düşünülemezdi. Seçkinler daha çok siyasi ve dini sahalara hakimiyet peşindeydiler. Endüstri öncesi şehirler, katı gelenekler tarafından sıkıca belirlenmiş, ekonomik üretime yönelmemiş bir sosyal yapıya sahipti. Siyasi ve dini sistemler statik ve geleneklerin muhafazasına yönelmiş durumdaydı. Siyasi davranış, aile ve statü tarafında etkilenen bir hiyerarşiye bağlıydı.

 

 Avrupa Endüstri Devrimi ve Şehirleşme:

 

 Takriben 200 yıl kadar önce başlayan ve gelişen endüstri devrimi, bütün sosyal yapılarda olduğu gibi şehir sosyal yapısında da çok köklü değişmeler meydana getirmiştir. Şehirleşme olgusunu bu bu devrime bağlayan ve bu noktadan başlatan sosyologların sayısı bir hayli fazladır.

 Endüstri devriminin getirdiği en büyük yenilik, hayvan ve insan gücünün yerine ilk defa olarak diğer enerji kaynaklarının bulunuşu ve üretime aktarılışıdır. Buhar gücü ilk enerji kaynağı olmuş, bunu elektrik, petrol, doğal gaz ve nihayet atom gücü takip etmiştir.

 Yine ilk olarak alet yerine, makineler kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Teknolojik ilerlemeler, sosyal yapıya da tesir etmiş, sosyal yapıyı geniş ölçüde değiştirmiş ve bu iki faktör, dönüşümlü olarak birbirlerini etkileyerek yığılmalı bir gelişmeyi ortaya koymuştur.

 Endüstri teknolosinin gelişmesi ile insanların doğal çevreye bağımlılıkları da giderek azalmaya başlamıştır. Son zamanlarda, kutuplara yaklaşan yerleşme bölgeleri bu teknolojik gelişmenin bir sonucudur. Bu durumun örneklerini çoğaltmak mümkündür. Bununla birlikte çevre faktörleri, bütün teknolojik gelişmelere rağmen tam anlamıyla bertaraf edilememiştir.

 Bugünün endüstrileşmiş, şehirleşmiş milletleri dahi büyük ölçüde çevre şartlarına bağımlıdır. En azından, doğal kaynaklara olan ihtiyaç halen devam etmektedir.      

 Bu durumun tersi de mümkündür. Doğal kaynaklara sahip birçok topluluk, henüz endüstri çağına giremediği gibi şehirleşmelerinin temelinde de ileri teknolojiye sahip olmak faktörü bulunmaktadır.

 Sanayileşmiş ülkelerin dahi coğrafi şartlara olan bağımlılığına tipik bir örneği, uçak sanayinin özel bir durumu gösterilebilir. Bütün bir yıl boyunca, denemelerin kesintisiz yapılmasını öngören uçak sanayi, Amerika’da 1958 yılında 839.000 kişiyi istihdam etmiştir. Bu nüfus California’daki şehirleşmeyi hızlandırmıştır. Aynı yılda bütün Amerika’da, motorlu taşıt sanayinde 593.000, demir-çelik fabrikalarında 519.000 kişinin çalıştığı göz önünde bulundurulursa durum daha iyi anlaşılır.

 Bugün dahi dünyada mevcut 100.000 ve daha fazla nüfuslu şehirlerin % 80’inin ılık iklim kuşağında bulunması bu durumu daha iyi anlaşılır kılar.

 Şehirleşme olgusunu, teknolojik buluş ve icatların hızlandırdığına daha önce de değinmiştik. Teknolojinin kitle üretimine dönmesi, insan ve hayvan gücünün dışında, enerji kaynaklarının kullanılır olması sonucunda meydana gelen ve gelişen fabrika sistemi daha önceki dönemlerde kıyaslanamayacak kadar nüfus hareketlerine yol açmıştır.

 Ulaşım olanaklarının sınırlı olması, fabrikaların çevresine büyük nüfusların göç etmesine ve yerleşmelerine yol açmış, bu olgu da büyük nüfuslu yeni bir takım sosyal problemleri beraberinde getirmiştir.

 Endüstrileşme, fabrika çevresine çektiği büyük nüfusların yeni ihtiyaç ve taleplerine de cevap vermek üzere giderek hızlanan bir üretimi gerçekleştirmek zorunda kalmıştır. Bu iki olgu, karşılıklı olarak birbirini etkileyerek şehir adını verdiğimiz karmaşık sosyal yapının hızla gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamıştır.

 İlk şehirlerin fabrika sistemleri etrafında ortaya çıkması, insan sağlığına aykırı şartların da, çok dar alanlarda bir bakıma üst üste yaşamak zorunda olan insanların, fiziksel ihtiyaçlarının iyileştirilmesinin – en azından üretim artışı açısından- üstelik bu insanların da bir piyasa oluşturması, şehirlerin karşılaştığı ilk sosyal problemler olmuştur.

 Sanayideki ilerlemeye paralel işgücüne olan ihtiyacın daha da artması, tarım alanındaki nüfusun çoğunun sanayi kesimine aktarılmasını gerektirmiştir. Artan nüfusun, beslenme ihtiyacının giderilmesi için de tarımda makineleşmeye gidilmesi, şehirleşme sürecini hızlandırmıştır.

 Bu olguya en çarpıcı örnekeri ABD’nin şehirleşmesinde görüyoruz. 1750’lerde ABD’deki işgücünün % 85-90 kadarı tarım alanındayken bu oran; 1805’te  %  80’e, 1830’da  % 70’e, 1870’te  % 13’e, 1960’ta ise  % 3’e düşmüştür.

 Çevre ve teknoloji şartlarındaki değişmeye paralel ve iç içe Batı toplumlarında sosyal yapı değişmesi de son derece hızlı bir süreç haline gelmiştir. Şehirleşme feodal sistemin çökmesine, yeni siyasi görüşlerin ortaya çıkmasına, tabakalaşmış bir sosyal yapıya ve millet kavramının önem kazanmasına yol açmıştır. Daha önceki dönemde başlayan, hristiyanlığın reformu hareketleri de sosyal değerlerde dünyevileşmeye ağırlık kazandırmış, bu durumda dönüşümlü olarak sanatın, edebiyatın yanı sıra bilimsel çalışmaların, araştırmaların gelişmesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Protestan ahlakının getirdiği bakış açısı, kâr, başarı, ekonomik refah gibi kavramları günah olmaktan kurtarmış, ortak sosyal değerler arasına sokmuştur. Çalışma ahlakı bir değer olarak kabul edilmiş ve yaygınlaşmıştır. Kapitalist iktisadi sistem, bu temeller üzerinde gelişmiş ve sosyal yapının da bu esasta yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Kapitalizmin şekillenmesi döneminin hemen arkasından kaçınılmaz olarak sömürgecilik gelişmiştir. Bu durum da şehirleşme olgusuna, iki temel yönden etki etmeye başlamıştır:

 Sömürgecilik yoluyla, Avrupa’ya olan hammadde akışı, sanayileşme ve şehirleşmeyi hızlandırırken, dünyanın geri kalmış bölgelerinde de sömürgeciliğn hizmetinde bir şehirleşme ve ticaret merkezlerinde nüfus yığılmaları görülmüştür.

 

Avrupa dışındaki bölgelerde, şehirleşme olgusuna etki eden faktörlerin teknoloji ve çevre ile doğrudan ilgisi olmayan sosyal içerikleri hakkında hakında, PHİLİP HAUSER tarafından yapılmış olan araştırma sonuçları:

 

1-Bu bölgelerde geleneğe bağlı değerler sisteminin temelinde maddi güdülerden ziyade ve ağırlıklı bir şekilde manevi değerler hakimdir. Bu değerler, maddi kazanç, kâr gibi güdülerle çatışmaktadır.

 2-Gelişmiş ya da az gelişmiş bölgelerde sosyal tabakalaşma başlıca iki kesime ayrılmaktadır ki bunlar; seçkin-idareci sınıf ve alt tabakadan ibarettir. Bu sosyal yapılarda orta sınıf gelişmemiştir. Eğitim, sadece seçkinlerin imtiyazındadır.

 3-Bu bölgelerde yaşa bağlı bir sosyal statü sıralaması hakimdir. Yaşlılar her sahada öncelik sahibidir. Ve bu durum, insan gücünün verimli kullanılışını engelleyici bir faktördür.

 4-Gelişmemiş bölgelerdeki sosyal faktörlerden biri de, bilim dışı zihniyetin ekonomik gelişmeyi engellemesidir. Astroloji, sihir, büyü, fal gibi akılcı olmayan inançların ekonomik faaliyetleri sık sık engellediği, gelişmeyi yavaşlattığı görülmüştür.

 5-Bu bölgelerde görülen bir özel halde, değerlerin dağılması veya kaybolması, sosyal bağların sanayiye yönelecek şekilde değişmemesi noktasında toplanmaktadır. Bu bölge fertleri; kendi varlıkları, aileleri ve bölgeleri dışındaki gelişmeleri algılayabilecek bir görüş ve derinliğe sahip olmamaktadırlar.

 Bu durumda, sanayi toplumunun ön şartı olan; belli ortak hedeflere toplu bir şekilde ve uyum içinde yönelmeyi engelleyerek, sanayi toplumunun gereği olan çalışma disiplininin ve koordinasyonunun gelişmemesine yol açmaktadır.

 Şehirlerin sosyal faktörleri göz önünde bulundurulduğunda ‘modernleşme’ kavramı da önem kazanmaktadır.

 Modernleşme ve şehirleşme kavramları bir bakıma birbirleriyle iç içe bulunan kavramlar gibi görülmektedir. Modern toplumlarda, şehirleşme ile doğrudan ilgili bazı eğilimler şunlardır:

 Nüfusa göre okur-yazar oranının yüksekliği, radyo,T.V., sinema, gazete, dergi gibi kitle haberleşme araçlarının yaygın bir şekilde kullanılışı, toplumun ortak meselelerinde kamuoyunun hassas oluşu ve bu faktörün idareciler tarafından her zaman dikkatle takip edilişi ve siyasi bilinçlenmenin yüksek oranda oluşu sosyal faktörlerle şehirleşme özelliği azgelişmiş ülkelerde çok daha önem kazanmakta ve bu ülkelerde şehirleşmenin geleceği hakkında tahminlerde bulunabilmek zorlaşmaktadır. Bununla birlikte, şehirleşme olgusunun bütün ülkelerde değişmeyen tek özelliğinin; ‘sosyal değişme’ olgusuyla ilişkili olduğu hususudur.

 Şehirleşme olgusu ile sosyal yapı arasındaki etkileşmenin meydana getirdiği farklılaşmayı da tarihi derinlik faktörünün yardımı ile inceleyebilir ve şehirlerin belli başlı seviyelerini tespit edebiliriz. Bu şehirleşme seviyelerini incelemeden önce, şehir tanımının hangi ölçülere göre yapıldığını kısaca belirlemek faydalı olacaktır.

 Şehir tanımı yapılırken genellikle üç ölçü esas alınmaktadır:

 Birincisi, nüfusu esas alan tanımdır. İkinci ölçü, idari ve hukuki belirlemeleri esas alır. Üçüncü ölçü ise yukardaki esasların birlikte ele alınmasına bağlıdır. Nüfus ve idari özelliklerin yanı sıra tarımla uğraşan nüfusun oranı da belirleyici ölçü olarak kabul edilmektedir. Sosyologlar ise yukardaki ölçüleri de göz önünde bulundurmakla beraber genellikle 100.000 ve daha fazla nüfusu barındıran yerleşmeleri şehir olarak kabul ederler.

 Bu sosyolojik esasa bağlı olarak dünyada mevcut şehirleşme safhaları da belli başlı üç grupta toplanmaktadır. Bunlar sırasıyla şunlardır:

 1-Yoğun şehirleşme bölgeleri; bu bölgelerde yüzbinden daha fazla nüfuslu yerleşmelerin genel nüfusa oranı  % 20’den fazladır. Bu bölgelerde çok yüksek derecede kültürel ve iktisadi çeşitlilik görülür. Sosyal yapı en karmaşık hali almıştır. Teknolojik buluşlar, çok kısa zamanda yayılır. Değişme olgusu, en büyük hıza bu bölgelerde erişir.

Bu bölgeler kuruluşlarından getirdikleri özelliklere göre 3alt gruba ayrılırlar:

a)Sanayi, şehirleşme esasında kurulmuş bölgeler; bu bölgelerin en büyük özelliği sanayi devriminin ilk olarak görüldüğü bölgeler olmalarıdır.

 Sosyal yapı, endüstrinin getirdiği şartlara göre gelişmiş dengeli bir uyum, zaman içinde sağlanmıştır. Aile, idare, din ve eğitim kurumları yeni şartlara göre düzenlenmiştir. İngiltere, Kuzeybatı Avrupa, Anglo-Sakson sömürgeleri olan ABD, Avusturalya, Yeni Zellanda ve Kanada bu gruba girerler.

 Bu ülkelerin toplam nüfuslarının üçte biri, 100.000 ve daha kalabalık şehirlerde yaşamaktadır.

b)Yeni sanayileşmiş bölgeler; bu bölgelerde sanayileşme 20. yüzyılın başlarında başlamış olmakla birlikte kısa zamanda gerçekleşmiştir. Bu gruba giren ülkeler güney ve doğu Avrupa ülkeleri, Rusya ve Japonya gibi ülkelerdir.

c)Sanayi dışı aşırı şehirleşme bölgeleri; bu bölge veya ülkeler, sanayi ve iktisadi yapı bakımından az gelişmişler grubuna girmekle beraber toplam nüfuslarının % 30’una varan kesimi 100.000 ve daha fazla nüfuslu yerleşmelerde toplanmıştır. Arjantin, Venezuela, Uruguay gibi güney Amerika ülkeleri bu gruba girmektedir. Doğum artış hızı, bu bölgelerdeki yoğun şehirleşmenin temel faktörüdür. Dış göçler de bu olguyu başlangıçta etkilemiştir. Meksika, Mısır, Suriye, Küba, Kore gibi ülkeler bu gruba girer.

 Aşırı şehirleşme kavramını belirlemek için elimizde iki ölçü bulunmaktadır. Bunlar toplam nüfusun yüzbin ve daha kalabalık yerleşmelere oranı ve tarım alanında çalışan nüfusun oranıdır.

 Mesela Mısır’da 1958 sayımına göre toplam nüfusun % 22’si yüzbinden kalabalık yerleşmelerde yaşarken % 56 lık bir işgücü, tarım alanında çalışmaktaydı. Diğer taraftan Mısır’ın orta sınıf mesleklerinde esnaf, memur gibi çalışanların oranı % 6’yı geçmezken bu oran Batılı şehirlerde üçte ikiye kadar çıkabilmektedir.

2-İkinci kademe şehirleşme bölgeleri; yüzbin ve daha fazla nüfuslu yerleşmelerin, toplam nüfusa oranının % 10-20 arasında olan bölgeler bu gruba girmektedir. Bu gruba dahil ülkelerde sanayileşme daha düşük seviyede bulunmaktadır. Türkiye, İran, Irak güneydoğu Asya ülkelerinin bir kısmı bu gruba girmektedir.

3-Üçüncü kademe şehirleşme bölgeleri; yüzbin ve daha kalabalık olan şehirler ölçütüne göre % 10’undan daha düşük seviyede şehirleşmiş ülkeler bu gruba girmektedir. Afrikanın büyük kısmıyla Arnavutluk, ve Pakistan bu gruba girmektedir

 Teknoloji transfer hızına bağlı olarak, bu sınıflamanın değişmesi her zaman için sözkonusudur.

SOSYOLOJİYE GİRİŞ -3

Pazar, Eylül 27th, 2009

 

 Sosyal değişme:

 Hiçbir toplum statik değildir. Her toplumun devamlı bir dinamizmi ve değişim gösterdiği söylenebilir. Gerçi değişme, zamana göre toplumdan topluma değişir.

 Sosyal sistemler veya alt sistemlerin yapısı, fonksiyonu veya sürecinde bir zaman süreci içinde meydana gelen değişmelerdir.

 Sosyal değişme ile kültürel değişme farklı kavramlardır

 Sosyal değişme anlamlı ve bir ölçüde devamlı sosyal ilişkilerde bulunan kişilerin rollerindeki sosyal ilişkiler sistemindeki değişmedir

 

 Kültürel değişme:

 İnsanoğlunun sosyal hayat tarzını sürdürürken kendi ürettiği veya belirli bir anlam verdiği maddi ve manevi kültür öğelerindeki değişmelerdir.

 Kültürel değişmede bir diğeri ile etkileşimde bulunan faktörlerin bulunması şartı aranmaz.

 Sosyal değişmeye örnek, Amerikan toplumunda kadının rolünün değişmesi, Türk toplumunda ailenin değişmesi.

 Kültürel değişmeye örnek, TV setindeki buluşlar, yeni sanat formlarının ortaya çıkması vs.

 

 Sosyal değişme teorileri:

 Dört grupta toplanabilir; evrim teorileri, denge teorileri, çatışma ve devrevi teoriler.

 

 1-Evrim teorileri; özellikle 19. yy’da kuvvetli bir teoriydi. İlk evrimci teorilerin dayandığı temel sayıtlılar:

 a) Değişme, birikimli olmak eğilimindedir.

 b) Değişme beraberinde sosyal ve kültürel değişmeyi ve karmaşıklığı da getirir.

 c) Bu süreç sonunda uyum artar ve ilerleme sağlanır.

  İlk iki sayıtlı, çağdaş sosyologlarca da kabul edilmiştir. Ancak ilerlemeci anlayışın artık geçerliliği kalmamıştır.

 Levis H. Morgan’ın; vahşilik, barbarlık, medeniyet, Spencer’in; savaşçı toplumlar, dini toplumlar, endüstriyel toplumlar, Comte’un; teolojik, metafizik, pozitivist aşamaları evrimci anlayışın temel birkaç örneğidir.

 Bunlar, toplumların gittikçe ilerlediği görüşüne dayanan ‘etnocentrik’ nitelikte teorilerdir.

 

 Çağdaş teorileri etkilemiş iki evrimci teori:

 

 E. Durkheim’ın ‘mekanik dayanışma’dan ‘organik dayanışma’ya giden teorisi ve F. Tönnies’in ‘cemaatten cemiyete’ doğru giden teorisi.

 Durkheim, sosyal birliğin ilkel toplumların belirgin özelliği olan mekanik dayanışmadan, karmaşık toplumların özelliği olan organik dayanışmaya doğru bir değişim gösterdiğini ifade etmiştir. Ona göre bu değişme, teknolojik ilerlemeyi sağlarken toplum üyeleri arasındaki ilişki bağını zayıflatır. Bunun sebebi ise sosyal kurumlardaki farklılaşma ve uzmanlaşmadır.

 

 Mekanik dayanışma; Durkheim’a göre bu bir benzerlik dayanışmasıdır. Mekanik dayanışmanın hakim olduğu toplumun başta gelen özelliği; bireler arası farklılığın yok denecek kadar az olmasıdır. Aynı toplumun üyeleri olan bireyler, aynı duygulara, aynı değerlere ve aynı kutsal inançlara sahip oldukları için birbirlerine benzerler. Toplum tutarlıdır çünkü; bireyler arasında henüz farklılaşma başlamamıştır. Böyle bir toplumda, kişilik silinmiştir ve ceza hukuku geçerlidir.

 Organik dayanışma; bireylerin farklılaşmasından ve birbirlerine benzememesinden meydana gelen dayanışmadır. Bu dayanışmanın bulunduğu toplumda kişilik güçlenmiştir. Geri verdici/iadeli hukuk geçerlidir. Bu dayanışma, işbölümü konusunda uzmanlaşmış ileri toplumlarda görülür.

 

 Tönnies’in, ‘cemaat’, ‘cemiyet’  ayrımı da, Durkheim’in ‘dayanışma teorisi’ne benzer. Cemiyetlerin belirgin özellikleri olan, bireycilik ve sosyal güç için mücadele giderek kültürel çözülmeye yol açabilir. Çünkü toplumda sınıflanmış bağlar zayıflaşmış ve toplumsal bütünleşme ve duyarlılıkları azalmıştır.

 Durkheim ve Tönnies değişmenin, mutlak ve ilerici özellik taşıyacını kabul etmezler.

 Onlara göre değişme, spesifik olarak olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurur. 20.yy sosyologları; Durkheim ve Tönnies, yöntemlerini reddetmekle beraber evrimci teorileri giderek daha sert eleştirmektedirler. Bu sebeble de bu yüzyılda daha az evrimci teori göze çarpar.

 

 2-Denge teorileri; 1940 ve 1950’lerde özellikle Amerika’da önem kazanmış bir yaklaşımdır. Biyoloji ve mekanikten, sosyolojiye geçmiş olan ‘denge’ kavramı, sistemin bir unsurunda meydana gelen değişmelerin yeni unsuru yapı ile uzlaştıracak ve bütünleştirecek şekilde diğer unsurlarda da değişmeler yaratması şeklinde açıklanabilir.

 Bu teoriler grubunun en temel görüşleri, yapısal fonksiyonalistler tarafından ifade edilmiştir. Tahott Parsos en tanınmışlarından biridir.

 Yapısal fonksiyonalist Parsos’a göre toplum, sosyal dengeyi sağlamak için fonksiyon görecek şekilde birbiri ile bütünleşmiş ilişkili kısım veya yapılar, dizilerden oluşmuş bir sistemdir. Varlığını sürdürmek için her toplum, beş temel ihtiyacı karşılamak zorundadır.

 Bu ihtiyaçlar:

 1-Üye devri

 2-Üyelerin sosyalizasyonu

 3-Mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımı

 4-Düzenin korunması

 5-Grup eyleminde ortak amaca katılımı sağlayacak amaç.

 

  Bu ihtiyaçlar sonunda ortaya çıkan yapılar sosyal sistemde birbirini besleyen, destekleyen kurumlar olacaktır. Nitekim aile üye devrini sağlarken, sosyalizasyonu da yerine getirir.

 Sözkonusu fonksiyonların hepsi ilkel toplumlarda aile tarafından sağlanıyorken tarihi gelişme süreci içinde, yapısal farklılaşma ortaya çıkmıştır. Bu farklı yapıyı bütünleştirmek için kurumlarda evrimleşmiştir. Sosyal sistemlerin kurumsal bileşimleri birbirleri ile ilişkili oldukları için, bir kısımdaki değişmelere karşı uyum ve denge yönünden cevap verirler.

 Bu teori, çağdaş sosyolojide bir takım eleştirilere maruz kalmıştır. Sosyal değişme olgusunun önemini, dikkate almadığı ifade edilmektedir.

 Değişmenin sistemin içinde yer alması gerçeğinden daha çok, onun sistemin dışında oluşan yabancı bir unsur olarak kabul ettiği öne sürülmüştür. Yine bu teorinin muhafakar bir temele dayalı olduğu ve toplumdaki birliği ön plana çıkararak bir başka kaçınılmaz olduğu, çelişki ve çatışmaların değiştirici potansiyellerini görmezlikten geldiği belirtilmiştir.

 

 3-Çatışma teorileri; temelini Marxist teoriden alan çatışmacıların çoğu, sosyal gruplar arasında kıt kaynakları elde edebilmek için, yarışmanın kaçınılmaz olarak bölünme, karşıtlık ve çelişkileri doğuracağı görüşündedirler. Sosyal grup veya güçlerin sürekli mücadeleci değişimin itici gücünü oluşturur.

 Toplumun birbiriyle çatışan ögelerden oluşan bir bütün olduğu, her toplumun çatışmaya ve değişmeye her an konu olduğu, sosyal ögelerin her birinin toplumsal değişime katkıda bulunduğu, toplumların bazı üyelerinin diğer üyeler üzerinde zorlamalara dayandığı görüşleri, bu teorinin temel fikirlerini oluşturmaktadır.

 Çelişkiler iyi organize edilmelerine ve her zaman derin ve çalkantılı olmamalarına rağmen, sosyal gruplar arasında zaman zaman yeniden patlak vereceklerdir. Siyasi ve sosyal rejimler; birbiri adına gelirken, toplumsal gücü elinde bulunduranlar; diğerlerine kendi fikirlerini kabul ettirmek isterler.

 Bu süreçte, karşıt güçlerin oluşması ve egemen güce direnmesi ise kaçınılmazdır. Tabii olanların kontrolü ele geçirmeleri halinde, aynı süreç, yeniden tekrarlanacak şekilde, onlara karşı çıkacak güçlerden oluşmaya başlar.

 Çatışmacı modeller dengeden bahsetseler bile bu ahenkli ve işbirliğine dayanan bir denge değildir. Tersine, çatışmaların düzenlenmesi yoluyla sağlanmış bir dengedir. İşçi ve işveren ilişkilerini ve çıkarlarını dengeleyebilme amacına yönelik, bir sistem olan toplu pazarlar burada örnek sayılabilir.

 

 4-Devrevi (organizmacı)  teoriler; bunlar sosyal değişmede doğrusal eğilimleri kabul etmezler. Tersine, toplumların büyüme ve ölme devirleri geçirdikleri veya temel bir takım boyutlarda, ileri geri salınımlar geçirdikleri için de değiştiklerini kabul ederler.

 Bu teorilerin bir grubu, toplumu yaşayan organizmalara benzetmiş ve toplumların da organizmaların geçirdiklerine benzer süreçlerden geçtilerini ifade etmişlerdir.

 Toplumların değişme modellerini, organizmaların hayat aşamalarına bağlayarak, doğum, büyüme, olgunlaşma, yaşlılık şeklinde belirleyen bir kısım teoriler bu grup içinde sayılabilir.

 Organizmacı teorilere, Oswald Spengler ve Arnold Toynbee örnek verilebilir.

 

 Spengler’in “kültürlerin hayat düzenleri teorisi”:

 Spengler, kültürleri göreli olarak özerk ve birbirinden farklı sistemler olarak görür. Bu kültürlerin her biri kendi üslubuna ve kendine has bir yöne sahiptir. Yine bu kültürler, bireyler gibi büyüme ve çöküş aşamaları geçirirler. Herbiri çocukluk, gelişim, yaşlılık aşamalarına sahiptir. Medeniyet bu basamakların sonuncusuna karşılık gelmektedir.

 Bir kültürün hayat süresinin yaklaşık 1000 yıl olduğunu kabul eden Spengler, ‘Batının Çöküşü’ adlı eserinde 1.Dünya savaşı sonrasında bu karanlık dönemin Batı medeniyetinin çöküşünün başlangıcı olduğunu iddaa etmiştir.

 

 Toynbee, ‘Meydan okuma’ teorisi:

 Toynbee, “Bir tarih incelemesi” adlı eserinde medeniyetlerin, sosyal ve fiziki çevreden gelen meydan okumalara karşılık verme yoluyla ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Ona göre meydan okuma yetersiz ve karşı konulmaz düzeyde ise medeniyet denilen kültürel gelişkinlik seviyesine ulaşılmasını sağlayacak etkili kültürler ortaya çıkar.

 Örneğin, Eskimolar kuzeyin soğuk iklimi ve kıt kaynakları nedeniyle, Güney pasifik adalarının halkı ise bölgenin güzel havası ve bereketi sebebiyle gelişme gösterememişlerdir. Meydan okuma, ezici olmaksızın yeterli güçte olursa Nil nehri vadisinde olduğu gibi kültürler gelişirler.

 

 Sosyal kurumlar:

 Bir sosyal kurum hep birlikte koordine edilmiş ve örgütlenmiş göreli bir bütün oluşturan düşünceler, inançlar, gelenek-görenek ve davranışlarla maddi ögelerden kuruludur ve bir sürekliliği vardır.

 Aile, hukuk, ekonomi, eğitim, üniversite, parlemento, devlet gibi kurumların iki özelliği vardır:

 1-Organik ve göreli bir bütün oluşturması yani kurumların organları arasında organik bağlar bulunması.

 2-Göreli bir sürekliliği olması; bir kurumun onu oluşturan bireylerle karşılaştırılamayacak kadar büyük ölçüde daha uzundur ve yüzyıllar boyu sürebilir.

 Burada da süreklilikteki göreliliğin belirtilmesi, kurumların tarihin uzun dönemleri içinde, bazı önemli nitelik değişmelerinden veya bir evrimden geçtiklerini anlatmak içindir. Çok eşli bir ailenin yerini tek eşli ailenin alması, teokratik hukukun yerini laik hukukun alması vs.

 Sosyal kurum şöyle de tanımlanabilir; toplumun önemli ve temel bir ihtiyacı çevresinde kenetlenmiş ve bütünleşmiş değerler, normlar ve davranış kalıplarının bir örüntüsüdür.

 Kurum kavramını dar ve geniş anlamda ele almak mümkündür. Örneğin ilkokul, lise, üniversite dar anlamda birer kurumlardır. Fakat bunların hepsini göz önüne aldığımızda hepsinin bir bütünü geniş anlamda bir eğitim kurumunu oluşturduklarını görürüz.

 Bütün bu dar anlamdaki kurumların, eğitim kurumu içinde göreli de olsa bir uyum ve koodinasyon içinde bulundukları, ortak bir yaklaşım ve eğitim politikası işledikleri görülür. Bunun gibi herhangi bir toplumdaki mahkemeler, ceza hukuku, ticaret hukuku, medeni hukuk, hep dar anlamda kurumdur fakat hepsi birden, toplumun koordine edilmiş uyumlu hukuk kurumunu oluştururlar.

 Geniş anlamdaki her bir kurumun, dar anlamdaki kurumların uyumlu bir şekilde bir araya gelmesinden oluşması gibi, bu geniş anlamdaki kurumların kendileri de aralarında göreli bir uyum ve koordinasyon içinde bulunurlar ve bir toplum düzenini oluştururlar.

 Aile, hukuk, ekonomi, eğitim vs. hep birlikte belli bir toplum düzenini oluşturacak şekilde uyum ve koordinasyon içinde bulunurlar. Siyasal kurumlar toplumun üyelerinde davranış ve düşünce alışkanlıkları oluşturacak toplumsal düzeni sağlamaktadırlar.

 Sosyal kurumların işleyişi şöyle açıklanabilir:

 Her kurum; davranış kuralları, statüler, faaliyetler ya da eylemler bütünüdür.

 Davranış kuralları; resmi kurallar, yazılı kurallar (yasalar, yönetmelikler vs.) ve gayri resmi yazılı olmayan kurallar (gelenek, görenek, adet, ahlak vs.) her kurumda, her üyenin bir statüsü vardır.

 Faaliyetler de, beklenen faaliyetler (işpayı, rol) ve edimsel faaliyetler şeklinde ikiye ayrılır.

 

 Sosyal kontrol:

 Bir toplumdaki insanların nasıl olup da benzer sürekli kalıplaşmış biçimlerde davrandıklarını açıklamakta kullanılan bir kavramdır.

 Sosyal kontrol belli bir davranışı gerçekleştirme konusunda toplumun bireye etkisi etkisi ve baskısı olarak tanımlanabilir. Bu etki her toplumda bir takım karmaşık mekanizmalar çerçevesinde örgütlenen bir düzenle, kurallar, kurumlar, organlar, yöntemlerle sağlanır. Bu düzenin kaynağı ise değerler ve normlardır.

 Sosyal normlar ise insan davranışlarının kendilerine göre ölçüldüğü, değerlendirildiği, beğenildiği ya da kınandığı ölçü ve kurallardır.

 İnsanlar bazen herhangi bir karşılık bekledikleri ya da arzu ettikleri için değil de sırf normlara uymak için, belli şekilde davranırlar.

 Davranışları düzenlemeye yönelik ölçütlerin bulunmadığı ya da çözüldüğü durumlarda sosyal düzen bozulur çeşitli sosyal problemler ortaya çıkar.

 İster bütün toplumu ister bir bireyi ilgilendirsin normlar, ideal olanı doğru davranışı belirler ve bu doğruluk konusunda genelleştirilen bir nedene dayanırlar.

 Bu neden ya da doğruluk özelliği ise temelde geçerliliği grup ya da birey tarafından kabul edilmiş değerler üzerine kurulur. Ancak bir toplumdaki insanların hepsi belli bir davranış konusundaki idealar ya da normu kabul etseler bile o toplumdaki insanların bu norma tümüyle uymamaları da mümkündür.

 Normlar grup ve toplum içi ilişki ve tecrübeler sonucu öğrenilir Her toplum kendi normlarının üyelerini arttıracak şekilde resmi ya da gayri resmi mekanizmalar geliştirir. Normlara uygun davranışlar ceza ya da ödüllendirme yoluyla sağlanmaya çalışır. Bütün normlar toplum açısından aynı önem ya da anlamda olmadıkları için her birinin uygulanmasına yönelik yatırımlarda tür ve şiddet açısından değişik olabilir. Bu açıdan yapılan bir sınıflama, normların gelenek ve görenekler olarak sınıflandırılmasıdır.

 W. Sumner’ın “moros-folk ways” yani gelenekler, görenekler ayrımından esinlenerek yapılan bu sınıflamaya göre, gelenekler güçlü ve töresel yaptırımlara bağlanan ve toplumun varlığı açısından en önemli normlardır. Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın vs.

 Görenekler ise alışıla gelmiş ve uygun sayılan davranışları belirleyen fakat şiddetli yaptırımları içermeyen normlardır.

 Bir başka ayrımla normlar, töreler ve yasalar olmak üzere ikiye ayrılır. Töreler, biçimselleşmemiş toplumun bilinçaltına yerleşmiş örtülü ve yazısız kurallardır Yasalar ise uzun araştırmalar ve çalışmalar sonucunda ortaya çıkmış ve toplumda belirli kurumlar tarafından yaptırılan açık ve kesin normlardır.

 Değerler, belli durum ve koşullara bağlı kalmaksızın arzu edilen, yararlı görülen ve beğenilen şeyleri gösteren ölçülerdir. Sosyal değerlerde bir toplumun üyeleri tarafından paylaşılan toplumun iyiliği ve ihtiyaçlarının karşılanması açısından yararlı görülen ve duygularla yakından ilişkili bulunan iyi, doğru ve güzel ölçülerdir.

 Değerler, davranışlara yön verdikleri ve bir toplumdaki insanlarda ortaklaşa benimsendikleri için davranışlarda benzerliğe ve kalıplaşmaya yardım ederler. Ancak değerlerden davranışlara yönelen bu etki dolaysız değil, normların aracılığıyla olur. Normlar belirli koşullar içinde bireylerin neler yapabileceklerini ya da neleri yapamayacaklarını gösterirler. Bu açıdan değerlerden daha belirli ve emredicilerdir. Oysa değerler gerçekleşmelerine imkan bulunmayan zamanlarda varlıklarını sürdürmeye, insanlar tarafından benimsenmeye devam ederler Her sosyal değer pek çok sosyal normun varlığına yol açabilir. Örneğin, bir toplumun temel değerlerinden biri demokrasi ise o toplumda, yurttaşları toplumun yönetimine katılmayı özendiren ya da bu katılmayı güçleştiren, engelleri yasaklayan pek çok norma raslanabilir. Normların davranışları yönetebilmesi de ancak belirli davranış biçimlerini yasaklamaları ve nasıl davranılması gerektiğini açıkça belirtmekle mümkündür. Örneğin ‘dürüstlük’, genel bir sosyal değerdir.

 Belli bir değerin içeriğ, toplumdan topluma, zamandan zamana değişiklik gösterir. Bir değerin, farklı nesiller tarafından farklı biçimlerde yorumlanması, toplumda değer çatışmasına yol açar.

 Sosyoloji, değerlerin içerikleriyle değil, toplum üyeleri tarafından paylaşılan ölçüler olma ve toplumsal davranışlara yön verme özellikleriyle ilgilenir.

 

 Sosyalleşme; insanın başka insanlarla, karşılıklı etkileşim sonucunda, içinde yaşadığı toplumun duyma ve yapma biçimlerini öğrenmesi ve benimsemesi sürecidir.

 Birey açısından sosyalleşmenin sonucu, kişiliğin gelişimi ve gerçekleşmesi, biyolojik organizmanın insanlaşması, benlik ve kimlik edinmesidir.

 Toplum açısından sosyalleşme, kültürün kuşaklar arasında aktarılması topluma yeni katılan bireylerin topluma uyumunun sağlanması işlevini görür.