Posts Tagged ‘Teknoloji’

KENT SOSYOLOJİSİ -3 (CİHAD ÖZÖNDER)

Perşembe, Kasım 5th, 2009

 

 Avrupa Endüstri Devrimi Öncesinde Dünyada Şehir ve Şehirleşme:

 

 Avrupa endüstri devrimi öncesinde çevre ve teknolojik faktörler şehir olgusu üzerindeki etkilerini sürdürmüştür. Bu dönemde ev ve binaların inşasında kullanılan tekniklerde ve malzemede büyük ilerlemeler görüldü. Ahşap işlemeciliği, dokumacılık, çanak-çömlek işçiliği, sulama sistemleri, ulaşım usulleri, ağırlık-uzunluk ölçüleri, süsleme sanatları ve diğer birçok sahada benzeri ve yığılmalı bir gelişme ve ilerleme görüldü.

 Bu teknolojik ilerlemeler şehirlerin gelişmesinde de son derece olumlu katkılar meydana getirdiler. Fakat çevre faktörleri, endüstri devrimine kadar önemini kaybetmedi. Teknoloji, bu döneme kadar çok sınırlıydı ve insanın teknoloji yoluyla doğaya, çevresine hakimiyeti nispeten azdı.

 Endüstri öncesi şehirler, ulaşım ve tarım açısından elverişli olmayan bölgelerde de kurulmakla birlikte buralarda gelişemiyordu. Mesela, eski Yunan şehirleri tarım ve gemicilik teknikleri gelişinceye, teknikleri geliştirerek üretim arttırılıncaya kadar tam anlamıyla şehir fonksiyonlarına sahip olamamışlardır.

 Endüstri öncesi şehirlerde, demografik açıdan nüfus yoğunluğu olarak büyük bir öneme sahip değildi. Şehirleşmenin görüldüğü ülkelerde şehirli nüfusu, toplam ülke nüfusunun ancak  % 10 kdarını barındırmakta idi. Çoğunlukla bu oran % 5 civarındaydı. Endüstri devrimi öncesi dönemde dönemde yüzbinden fazla nüfusu barındıran şehirler çok azdı. M.S. 2. Yüzyılda Roma, Konstantinopolis, M.S. 1000 yıllarında Japonya’da Edo (Tokyo), Kyoto, Osaka gibi şehirler 100.000’in üzerinde hatta bazı durumlarda milyonu bulan nüfuslara sahip şehirlerdi. Bunların dışında büyük çoğunluk 5 ila 10.000 nüfusu ancak bulabiliyordu.

 Eski Yunan şehir devletleri arsında Atina M.Ö. 500 yıllarında 150.000 nüfusa sahipti. Bunun yanı sıra Isparta, Korent, Milet şehirleri de oldukça kalabalık şehirlerdi. Eski dünyada en kalabalık şehir ise Roma oldu. İmparatorluğun en kuvvetli dönemlerinde nüfusunun 250.000 ila 1.000.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu dönemde Roma, 52 millik kara yolunun merkezi durumundaydı. Bu gelişmeye bağlı olarak ticarette son derece canlıydı. İç çatışmalar ve dış baskılar sonucu imparatorluk çökünce Roma küçülerek 14.yüzyılda küçük bir kasabaya dönüştü.

 M.S. 330-1453 yılları arasında ise Doğu Roma imparatorluğunun merkezi olarak Konstantinopolis dünyanın en büyük şehri haline geldi. Bu arada 5. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Avrupa’da şehirlerin küçüldüğü, köyleştiği görülür. Roma’nın bıraktığı otorite ve organizasyon boşluğu nedeniyle Avrupa’da ticari ve kültürel hayatta bir çöküntü başlar. Karanlık çağ adı verilen dönem boyunca da ekonomik ve sosyal durgunluk devam eder.

 Ortaçağ Avrupasının siyasi yapısının karekteristiği de feodalizm temelinde belirginleşir. Bu dönemde, toprağa ve bölgeler halinde kendine yeterli olmaya doğru bir yönelme görülür. Bu şartlar, ihtisaslaşma ve ürün fazlasının merkezlerde toplanması ve buna bağlı olarak sermaye birikimi ile ters orantılı bir gelişmeyi doğurur.

 1069-1291 yılları arasındaki haçlı seferleri ticari hayata yeniden canlılık kazandırmaya başlar. Haçlı ordularının yiyecek, giyecek, barınak ihtiyaçları yolları üzerindeki bazı yerleri canlandırır. Ayrıca haçlı seferleri sonunda yeni buluşlar, ihtiyaçlar ve fikirler Avrupa sosyal yapısını hareketlendirir.

 11. yüzyılın başlarında Akdeniz çevresindeki bazı şehirlerde ticaretin canlanmasına paralel bir gelişme görülür. İtalya’daki Floransa, Venedik, Cenova ve Piza bu ortamdan ilk etkilenen şehirlerdir. Avrupanın kuzey bölgeleri ve Baltık kıyıları dabu gelişmeye katılır. Orta Avrupa şehirleri nispeten yavaş olmakla beraber gelişmeye başlar.

 Tüccarlar bu değişmede sosyal tabakalar içinde daha üst seviyelere yerleşmeye başlarlar. Bu bütün şehir yapıları için bir yeniliktir. Daha önceki dönemlerde şehirleşme büyük ölçüde aile ve akrabalık, siyasi teşkilatlanma, din, eğitim, haberleşme faktörleri tarafından belirlenen bir sosyal tabakalaşma sistemine bağlıydı. Seçkinlerin ticaret veya işçilik gibi ekonomik faaliyetler içinde yer almaları düşünülemezdi. Seçkinler daha çok siyasi ve dini sahalara hakimiyet peşindeydiler. Endüstri öncesi şehirler, katı gelenekler tarafından sıkıca belirlenmiş, ekonomik üretime yönelmemiş bir sosyal yapıya sahipti. Siyasi ve dini sistemler statik ve geleneklerin muhafazasına yönelmiş durumdaydı. Siyasi davranış, aile ve statü tarafında etkilenen bir hiyerarşiye bağlıydı.

 

 Avrupa Endüstri Devrimi ve Şehirleşme:

 

 Takriben 200 yıl kadar önce başlayan ve gelişen endüstri devrimi, bütün sosyal yapılarda olduğu gibi şehir sosyal yapısında da çok köklü değişmeler meydana getirmiştir. Şehirleşme olgusunu bu bu devrime bağlayan ve bu noktadan başlatan sosyologların sayısı bir hayli fazladır.

 Endüstri devriminin getirdiği en büyük yenilik, hayvan ve insan gücünün yerine ilk defa olarak diğer enerji kaynaklarının bulunuşu ve üretime aktarılışıdır. Buhar gücü ilk enerji kaynağı olmuş, bunu elektrik, petrol, doğal gaz ve nihayet atom gücü takip etmiştir.

 Yine ilk olarak alet yerine, makineler kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Teknolojik ilerlemeler, sosyal yapıya da tesir etmiş, sosyal yapıyı geniş ölçüde değiştirmiş ve bu iki faktör, dönüşümlü olarak birbirlerini etkileyerek yığılmalı bir gelişmeyi ortaya koymuştur.

 Endüstri teknolosinin gelişmesi ile insanların doğal çevreye bağımlılıkları da giderek azalmaya başlamıştır. Son zamanlarda, kutuplara yaklaşan yerleşme bölgeleri bu teknolojik gelişmenin bir sonucudur. Bu durumun örneklerini çoğaltmak mümkündür. Bununla birlikte çevre faktörleri, bütün teknolojik gelişmelere rağmen tam anlamıyla bertaraf edilememiştir.

 Bugünün endüstrileşmiş, şehirleşmiş milletleri dahi büyük ölçüde çevre şartlarına bağımlıdır. En azından, doğal kaynaklara olan ihtiyaç halen devam etmektedir.      

 Bu durumun tersi de mümkündür. Doğal kaynaklara sahip birçok topluluk, henüz endüstri çağına giremediği gibi şehirleşmelerinin temelinde de ileri teknolojiye sahip olmak faktörü bulunmaktadır.

 Sanayileşmiş ülkelerin dahi coğrafi şartlara olan bağımlılığına tipik bir örneği, uçak sanayinin özel bir durumu gösterilebilir. Bütün bir yıl boyunca, denemelerin kesintisiz yapılmasını öngören uçak sanayi, Amerika’da 1958 yılında 839.000 kişiyi istihdam etmiştir. Bu nüfus California’daki şehirleşmeyi hızlandırmıştır. Aynı yılda bütün Amerika’da, motorlu taşıt sanayinde 593.000, demir-çelik fabrikalarında 519.000 kişinin çalıştığı göz önünde bulundurulursa durum daha iyi anlaşılır.

 Bugün dahi dünyada mevcut 100.000 ve daha fazla nüfuslu şehirlerin % 80’inin ılık iklim kuşağında bulunması bu durumu daha iyi anlaşılır kılar.

 Şehirleşme olgusunu, teknolojik buluş ve icatların hızlandırdığına daha önce de değinmiştik. Teknolojinin kitle üretimine dönmesi, insan ve hayvan gücünün dışında, enerji kaynaklarının kullanılır olması sonucunda meydana gelen ve gelişen fabrika sistemi daha önceki dönemlerde kıyaslanamayacak kadar nüfus hareketlerine yol açmıştır.

 Ulaşım olanaklarının sınırlı olması, fabrikaların çevresine büyük nüfusların göç etmesine ve yerleşmelerine yol açmış, bu olgu da büyük nüfuslu yeni bir takım sosyal problemleri beraberinde getirmiştir.

 Endüstrileşme, fabrika çevresine çektiği büyük nüfusların yeni ihtiyaç ve taleplerine de cevap vermek üzere giderek hızlanan bir üretimi gerçekleştirmek zorunda kalmıştır. Bu iki olgu, karşılıklı olarak birbirini etkileyerek şehir adını verdiğimiz karmaşık sosyal yapının hızla gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamıştır.

 İlk şehirlerin fabrika sistemleri etrafında ortaya çıkması, insan sağlığına aykırı şartların da, çok dar alanlarda bir bakıma üst üste yaşamak zorunda olan insanların, fiziksel ihtiyaçlarının iyileştirilmesinin – en azından üretim artışı açısından- üstelik bu insanların da bir piyasa oluşturması, şehirlerin karşılaştığı ilk sosyal problemler olmuştur.

 Sanayideki ilerlemeye paralel işgücüne olan ihtiyacın daha da artması, tarım alanındaki nüfusun çoğunun sanayi kesimine aktarılmasını gerektirmiştir. Artan nüfusun, beslenme ihtiyacının giderilmesi için de tarımda makineleşmeye gidilmesi, şehirleşme sürecini hızlandırmıştır.

 Bu olguya en çarpıcı örnekeri ABD’nin şehirleşmesinde görüyoruz. 1750’lerde ABD’deki işgücünün % 85-90 kadarı tarım alanındayken bu oran; 1805’te  %  80’e, 1830’da  % 70’e, 1870’te  % 13’e, 1960’ta ise  % 3’e düşmüştür.

 Çevre ve teknoloji şartlarındaki değişmeye paralel ve iç içe Batı toplumlarında sosyal yapı değişmesi de son derece hızlı bir süreç haline gelmiştir. Şehirleşme feodal sistemin çökmesine, yeni siyasi görüşlerin ortaya çıkmasına, tabakalaşmış bir sosyal yapıya ve millet kavramının önem kazanmasına yol açmıştır. Daha önceki dönemde başlayan, hristiyanlığın reformu hareketleri de sosyal değerlerde dünyevileşmeye ağırlık kazandırmış, bu durumda dönüşümlü olarak sanatın, edebiyatın yanı sıra bilimsel çalışmaların, araştırmaların gelişmesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Protestan ahlakının getirdiği bakış açısı, kâr, başarı, ekonomik refah gibi kavramları günah olmaktan kurtarmış, ortak sosyal değerler arasına sokmuştur. Çalışma ahlakı bir değer olarak kabul edilmiş ve yaygınlaşmıştır. Kapitalist iktisadi sistem, bu temeller üzerinde gelişmiş ve sosyal yapının da bu esasta yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Kapitalizmin şekillenmesi döneminin hemen arkasından kaçınılmaz olarak sömürgecilik gelişmiştir. Bu durum da şehirleşme olgusuna, iki temel yönden etki etmeye başlamıştır:

 Sömürgecilik yoluyla, Avrupa’ya olan hammadde akışı, sanayileşme ve şehirleşmeyi hızlandırırken, dünyanın geri kalmış bölgelerinde de sömürgeciliğn hizmetinde bir şehirleşme ve ticaret merkezlerinde nüfus yığılmaları görülmüştür.

 

Avrupa dışındaki bölgelerde, şehirleşme olgusuna etki eden faktörlerin teknoloji ve çevre ile doğrudan ilgisi olmayan sosyal içerikleri hakkında hakında, PHİLİP HAUSER tarafından yapılmış olan araştırma sonuçları:

 

1-Bu bölgelerde geleneğe bağlı değerler sisteminin temelinde maddi güdülerden ziyade ve ağırlıklı bir şekilde manevi değerler hakimdir. Bu değerler, maddi kazanç, kâr gibi güdülerle çatışmaktadır.

 2-Gelişmiş ya da az gelişmiş bölgelerde sosyal tabakalaşma başlıca iki kesime ayrılmaktadır ki bunlar; seçkin-idareci sınıf ve alt tabakadan ibarettir. Bu sosyal yapılarda orta sınıf gelişmemiştir. Eğitim, sadece seçkinlerin imtiyazındadır.

 3-Bu bölgelerde yaşa bağlı bir sosyal statü sıralaması hakimdir. Yaşlılar her sahada öncelik sahibidir. Ve bu durum, insan gücünün verimli kullanılışını engelleyici bir faktördür.

 4-Gelişmemiş bölgelerdeki sosyal faktörlerden biri de, bilim dışı zihniyetin ekonomik gelişmeyi engellemesidir. Astroloji, sihir, büyü, fal gibi akılcı olmayan inançların ekonomik faaliyetleri sık sık engellediği, gelişmeyi yavaşlattığı görülmüştür.

 5-Bu bölgelerde görülen bir özel halde, değerlerin dağılması veya kaybolması, sosyal bağların sanayiye yönelecek şekilde değişmemesi noktasında toplanmaktadır. Bu bölge fertleri; kendi varlıkları, aileleri ve bölgeleri dışındaki gelişmeleri algılayabilecek bir görüş ve derinliğe sahip olmamaktadırlar.

 Bu durumda, sanayi toplumunun ön şartı olan; belli ortak hedeflere toplu bir şekilde ve uyum içinde yönelmeyi engelleyerek, sanayi toplumunun gereği olan çalışma disiplininin ve koordinasyonunun gelişmemesine yol açmaktadır.

 Şehirlerin sosyal faktörleri göz önünde bulundurulduğunda ‘modernleşme’ kavramı da önem kazanmaktadır.

 Modernleşme ve şehirleşme kavramları bir bakıma birbirleriyle iç içe bulunan kavramlar gibi görülmektedir. Modern toplumlarda, şehirleşme ile doğrudan ilgili bazı eğilimler şunlardır:

 Nüfusa göre okur-yazar oranının yüksekliği, radyo,T.V., sinema, gazete, dergi gibi kitle haberleşme araçlarının yaygın bir şekilde kullanılışı, toplumun ortak meselelerinde kamuoyunun hassas oluşu ve bu faktörün idareciler tarafından her zaman dikkatle takip edilişi ve siyasi bilinçlenmenin yüksek oranda oluşu sosyal faktörlerle şehirleşme özelliği azgelişmiş ülkelerde çok daha önem kazanmakta ve bu ülkelerde şehirleşmenin geleceği hakkında tahminlerde bulunabilmek zorlaşmaktadır. Bununla birlikte, şehirleşme olgusunun bütün ülkelerde değişmeyen tek özelliğinin; ‘sosyal değişme’ olgusuyla ilişkili olduğu hususudur.

 Şehirleşme olgusu ile sosyal yapı arasındaki etkileşmenin meydana getirdiği farklılaşmayı da tarihi derinlik faktörünün yardımı ile inceleyebilir ve şehirlerin belli başlı seviyelerini tespit edebiliriz. Bu şehirleşme seviyelerini incelemeden önce, şehir tanımının hangi ölçülere göre yapıldığını kısaca belirlemek faydalı olacaktır.

 Şehir tanımı yapılırken genellikle üç ölçü esas alınmaktadır:

 Birincisi, nüfusu esas alan tanımdır. İkinci ölçü, idari ve hukuki belirlemeleri esas alır. Üçüncü ölçü ise yukardaki esasların birlikte ele alınmasına bağlıdır. Nüfus ve idari özelliklerin yanı sıra tarımla uğraşan nüfusun oranı da belirleyici ölçü olarak kabul edilmektedir. Sosyologlar ise yukardaki ölçüleri de göz önünde bulundurmakla beraber genellikle 100.000 ve daha fazla nüfusu barındıran yerleşmeleri şehir olarak kabul ederler.

 Bu sosyolojik esasa bağlı olarak dünyada mevcut şehirleşme safhaları da belli başlı üç grupta toplanmaktadır. Bunlar sırasıyla şunlardır:

 1-Yoğun şehirleşme bölgeleri; bu bölgelerde yüzbinden daha fazla nüfuslu yerleşmelerin genel nüfusa oranı  % 20’den fazladır. Bu bölgelerde çok yüksek derecede kültürel ve iktisadi çeşitlilik görülür. Sosyal yapı en karmaşık hali almıştır. Teknolojik buluşlar, çok kısa zamanda yayılır. Değişme olgusu, en büyük hıza bu bölgelerde erişir.

Bu bölgeler kuruluşlarından getirdikleri özelliklere göre 3alt gruba ayrılırlar:

a)Sanayi, şehirleşme esasında kurulmuş bölgeler; bu bölgelerin en büyük özelliği sanayi devriminin ilk olarak görüldüğü bölgeler olmalarıdır.

 Sosyal yapı, endüstrinin getirdiği şartlara göre gelişmiş dengeli bir uyum, zaman içinde sağlanmıştır. Aile, idare, din ve eğitim kurumları yeni şartlara göre düzenlenmiştir. İngiltere, Kuzeybatı Avrupa, Anglo-Sakson sömürgeleri olan ABD, Avusturalya, Yeni Zellanda ve Kanada bu gruba girerler.

 Bu ülkelerin toplam nüfuslarının üçte biri, 100.000 ve daha kalabalık şehirlerde yaşamaktadır.

b)Yeni sanayileşmiş bölgeler; bu bölgelerde sanayileşme 20. yüzyılın başlarında başlamış olmakla birlikte kısa zamanda gerçekleşmiştir. Bu gruba giren ülkeler güney ve doğu Avrupa ülkeleri, Rusya ve Japonya gibi ülkelerdir.

c)Sanayi dışı aşırı şehirleşme bölgeleri; bu bölge veya ülkeler, sanayi ve iktisadi yapı bakımından az gelişmişler grubuna girmekle beraber toplam nüfuslarının % 30’una varan kesimi 100.000 ve daha fazla nüfuslu yerleşmelerde toplanmıştır. Arjantin, Venezuela, Uruguay gibi güney Amerika ülkeleri bu gruba girmektedir. Doğum artış hızı, bu bölgelerdeki yoğun şehirleşmenin temel faktörüdür. Dış göçler de bu olguyu başlangıçta etkilemiştir. Meksika, Mısır, Suriye, Küba, Kore gibi ülkeler bu gruba girer.

 Aşırı şehirleşme kavramını belirlemek için elimizde iki ölçü bulunmaktadır. Bunlar toplam nüfusun yüzbin ve daha kalabalık yerleşmelere oranı ve tarım alanında çalışan nüfusun oranıdır.

 Mesela Mısır’da 1958 sayımına göre toplam nüfusun % 22’si yüzbinden kalabalık yerleşmelerde yaşarken % 56 lık bir işgücü, tarım alanında çalışmaktaydı. Diğer taraftan Mısır’ın orta sınıf mesleklerinde esnaf, memur gibi çalışanların oranı % 6’yı geçmezken bu oran Batılı şehirlerde üçte ikiye kadar çıkabilmektedir.

2-İkinci kademe şehirleşme bölgeleri; yüzbin ve daha fazla nüfuslu yerleşmelerin, toplam nüfusa oranının % 10-20 arasında olan bölgeler bu gruba girmektedir. Bu gruba dahil ülkelerde sanayileşme daha düşük seviyede bulunmaktadır. Türkiye, İran, Irak güneydoğu Asya ülkelerinin bir kısmı bu gruba girmektedir.

3-Üçüncü kademe şehirleşme bölgeleri; yüzbin ve daha kalabalık olan şehirler ölçütüne göre % 10’undan daha düşük seviyede şehirleşmiş ülkeler bu gruba girmektedir. Afrikanın büyük kısmıyla Arnavutluk, ve Pakistan bu gruba girmektedir

 Teknoloji transfer hızına bağlı olarak, bu sınıflamanın değişmesi her zaman için sözkonusudur.

KENT SOSYOLOJİSİ -1(CİHAD ÖZÖNDER)

Perşembe, Ekim 29th, 2009

 

  

 Bütün bilimler için genel geçer üç ilke vardır:

 

 

 1-Her bilim, mevcut olgular arasında birbirine benzeyenleri ve bunların kaidelerini belirler.

 2-Bu benzerlik ve kaidelerin, onları gözleyen ve araştıranlardan bağımsız olarak varolmalarına dikkat eder.

 3-Bu benzerlikler ve kaidelerin, objektif gözlem yoluyla keşfedilebilir olmaları gerekir.

 

  

 Yani bilimlerin gerçek dünya ile ilişkili olmaları şarttır. Bu ilkeyi sosyolojiye uygularsak:

 

 1-Sosyoloji, topluluk halinde yaşayan insanların, bu özelliklerinden kaynaklanan sosyal olgular arasında birbirine benzeyenleri ve bunların kaidelerini belirilemeye çalışır.

 2-Sosyoloji, bu benzerlik ve kaidelerin onları gözleyen ve araştıran sosyologlardan bağımsız olarak varolmalarına dikkat eder.

 3-Bu sosyal olguların arasındaki benzerlik ve kaidelerin hiç değilse teoride, objektif gözlem yoluyla keşfedilir olmasına dikkat eder.

 Sosyal olgu, soyut bir kavramdır. Tekrarlanan sosyal olayların bütünleşmesi, kavramlaşmasıdır.

 

 

  Bilimler; sosyal bilimler ve doğa bilimleri olmak üzere ikiye ayrılırlar:

 

 

1-Bu ayrım metot bakımından değil, konu ve alan bakımından ve fiziksel evrende sosyal, beşeri varlık alanlarının sınırını çizmek için yapılmıştır. Buna göre de sosyoloji; sosyal bir bilimdir.

2-Sosyoloji normatif değil, kategorik bir disiplindir. Yani sosyoloji kendisini, bir sosyal olgunun ne olduğu ile sınırlar. Ne olması gerekir, nasıl olmalıdır sorusuna karışmaz.

 Kategorik bir bilim olarak sosyoloji, değer hükümleri ile ilgili sorulara cevap verir. Cemiyetin hangi yöne gitmesi konusunda, sosyal siyaset meselelerinde fikir ve tavsiyelerde bulunmaz.

 

 Sosyoloji; iyi-kötü, güzel-çirkin, doru-yanlış gibi değer yargılarının dışında kalır. Ancak sosyoloji belli bir grubun, belli bir zaman ve mekânda, belli değer yargılarına bağlı olduklarına ifade edebilir. Fakat normatif bir şekilde, bu insanların değerleri, diğerlerine tercih etmeleri gerektiğini ileri süremez. Değerlerin tercihi ile ilgili, hiçbir bilimde olmadığı gibi sosyolojide de bir hüküm ileri sürülemez.

 Bu özellik sosyolojiyi, sosyal ve siyasi felsefe ile ahlak ve dinden ayırır.

3-Sosyoloji; uygulamalı bir bilim değildir. Mesela fizikçiler, köprü inşa etmez, kimyacılar da ilaç reçetesi yazmaz. Buna göre sosyologlar da halkın idari meselelerini belirlemezler. Kanun koyuculara hangi kanun kabul edilir, hangisi edilmez bunu söylemezler veya hastalara, fakirlere, onları rahatlatıcı fikir ve tavsiyelerde bulunmaz.

 Sosyoloji, herkesin kullanabileceği bilgileri elde etmekle meşgul olur. Fakat sosyologlar, bizzat elde ettikleri bilgileri kendileri uygulamaya kalkmaz.

 Bu durum, sosyolojinin pratik kullanımı olmayan bir bilim olduğu anlamına gelmez. Sadece bir işbölümüne işaret etmektedir.

4-Sosyolojinin nispeten soyut olmasıdır. İnsanla ilgili olayların somut açıklamarıyla ilgilenmekten ziyade bu olayların aldığı şekil veya örgü ile ilgilenmektedir.

 Oysa tarih, belirli cemiyetlerin, belirli olayların, detaylı ve bütün tanımını vermeye çalışır.

5-Sosyoloji; özel ve münferit olaylarla değil genel geçer olaylarla ilgilenir. Cemiyetlerde mevcut etkileşmelerin ve birliklerin genel ilke ve kanunlarını arar. Ve bunların tabiatı şekli, muhtevası, insan grupları ve cemiyetlerin yapısıyla ilgilidir.

6-Sosyolojinin hem akılcı hem de deneyci olmasıdır. Ancak sosyoloji, sosyal olayları, labaratuar gibi suni bir ortamda tekrarlatamaz, bunun dışında kendiliğinden meydana gelen sosyal olayları çeşitli araştırma teknikleri (anket, mülakat, gözlem gibi) yoluyla gözler ve belirler.

7-Sosyolojinin, özel değil, genel bir beşeri bilim olmasıdır. Sosyoloji, insanlar arasındaki ilişki ve etkileşimlerin sosyal olan faktörlerini ayıklayıp bunları genel anlamda konusu içine alır.

 Kısaca sosyoloji, sosyal, kategorik, soyut, genelleyen, akılcı, deneyci ve genel bir bilimdir.

 

  Kent sosyolojisinin giderek önem kazanmasının çeşitli sebebleri vardır:

 

1-Son yıllardaki hızlı sanayileşme; bu sanayileşmenin ihtiyacı olan işgücünün şehirlere akması ve yerleşmesi.

2-Sanayi ve teknolojideki hızlı ilerlemenin yarattığı, fiziki rahatlıkların önce şehir topluluklarının hizmetine sunulmasıdır. Şehirler, ilk yeniliklerin uygulandığı yerler bu da insanları çekiyor.  

3-Zamanla bütün teknolojik gelişmelerin hızlı bir şekilde bütün toplumun hizmetine sunulması ve kent-köy ayrımının sosyolojik manadan ziyade fizik çevre özelliği ve yerleşme adı olarak kalma eğilimindedir.

 Bununla birlikte teknolojik gelişmelerin her ülkede aynı olmaması gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin sosyal yapılarında büyük farkların ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Bu durum tarihi şartlara bağlı olarak gelişmiş ve günümüzdeki şeklini almıştır.

 Bilindiği gibi sosyoloji; insanlar arasındaki sosyal özellikleri, etkileşmeleri ve bu etkileşmelerin ortaya çıkardığı sosyal yapıları, bu yapıların içinde yer alan sosyal kurumları, sosyal grupları, bunların oluşmalarını, gelişme ve değişmelerini kendine konu olarak alır.

 Bu etkileşmeler örgüsünün varolabilmesi için, fizik bir mekân şarttır. İşte bu nokta, sosyal etkileşmelerin çeşitlerini de belirleyici bir özellik taşıdığından, kent ve köy sosyolojisi gibi yerleşme tiplerine bağlı, sosyolojik ihtisas dallarının gelişmesine yol açmıştır. Bununla birlikte, sosyal bilimlerin sahalarının iç içe oluşları gibi bir durum sosyolojinin dalları arasında da geçerlidir. Mesela, sosyal kurumları hem köy cemaatında hem de şehir toplumunda bulup inceleyebiliyoruz. Aile gibi evrensel bir sosyal kurum da sosyolojinin özel bir ihtisas alanı olmasına rağmen, bizim köy-kent ayrımı sınırlarımızı aşarak varlığını sürdürmektedir.

 Bu nedenle yapılmış olan ayrımların sadece yöntemsel kolaylık sağlamak amacıyla olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Ayrıca günümüzde teknolojik buluşların yayılma hızının gittikçe artan bir noktada oluşu da bizim köy-şehir ayrımımızı etkileyen bir özellik taşımaktadır.

 Hemen hemen bütün toplumlar bu teknolojik buluşların hızlı bir şekilde yayılmasına paralel, homojenleşen, standartlaşan bir davranış kalıbını benimseme yoluna gitmiştir.

 Günümüzde köy-kent sosyolojisinin ayrıldığı en önemli özellik, sosyal değişme olgusunun hızı açısındandır. Şehirlerde sosyal değişme diğer bütün yerleşme ve birim şekillerine göre çok daha hızlıdır. Fakat bu fark giderek kapanmakta ve önümüzdeki yıllar genel sosyolojinin dalları arasındaki işbölümünün yeniden yapılmasını zorlayacak bir durum olabilecektir.

 

 Şehirlerin Ortaya Çıkışı ve Gelişmesi:

 

 Şehirler insanlık tarihi göz önünde bulundurulduğunda çok yeni bir olgudur. İlk şehirlerin 5-6 bin yıl önce ortaya çıktıkları bilinmektedir.

 Homosapiens adı verilen ilk insanların 40 bin yıl önce yeryüzünde görüldükleri bilindiğine göre bu sürenin göreli olarak ne kadar kısa olduğu daha iyi anlaşılabilir. Kaldı ki, 6 bin yıl önce görülen ilk şehirler, bugünkü şehirlerle kıyaslandığında bunlara köy adının verilmesi dahi bir hayli güçtür. Bu şehirlerde çok küçük bir kesim barınmaktaydı. Bunlar da yeryüzüne gayet seyrek bir şekilde dağılmışlardı. Hatta bugünkü dünya nüfusunun % 20’si şehirlerde yaşamaktaydı.

 

  Şehirlerin gelişmesini şekillendiren 3 önemli faktör vardır:

 

 1-Çevre; belirli bir iklim, topoğrafya özellikleri, tabii kaynaklar gibi insanın biyolojik varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlarını ve bunların derecesini kapsar. Şehirlerin başlangıcı hep ılık yerlerde olmuştur.

 2-Teknoloji; belirli bir çevre içinde insanların kaynakları kullanabilmek için geliştirdikleri aletleri ve buluşları kapsar. Şehir yerleşmeleri belirli bir bölgedeki yoğun insan topluluğunun en azından asgari derecede beslenebilmesi için ileri teknoloji gerekir.

 3-Sosyal organizasyon; şehir hayatının gerektirdiği belli bir etkileşmeler kalıbı ve bu kalıplaşmadan doğan sosyal kurumların varlığı ile oluşmuş bir sosyal örgüye ihtiyaç vardır.

 Bu üç faktörün birlikte varolmaları unutulmamalıdır. Şehirleşme öncesi dönemlerde, fizik çevreye daha çok hakim olmanın tek yolu olan teknolojik birikim yokluğu şehirleşme olgusunu geciktiren en önemli faktördür.

 Tarih içerisinde insanların yerleşme dönemleri şu şekilde gelişiyor:

 

Eski taş dönemi (Paleolotik dönem):

 

 

 İnsanlık tarihi, yerleşme açısından uzunca bir dönem göçebe bir hayat sürmüştür. Bir tek yere bağımlı olmama durumu geniş ölçüde üretici olmayan teknolojik gelişme seviyesi ile ilgilidir. Bu dönem insanları, sadece kaba taşlarla vahşi hayvan avlayarak ve yenebilen bitkileri toplayarak besinlerini sağlıyorlardı. Grubun bütün üyeleri, zamanlarının tamamını yiyecek toplamak için harcıyorlardı. Yiyecek açısından fakirleşen bölgeleri, topluca terk ederek göç ediyorlardı.

 Bu dönem insanın varolduğu zamandan yaklaşık M.Ö. 9 bin yıllarına kadar uzanır. Bütün insan toplulukları aynı teknolojik seviyededir. Çok uzun dönem kullandıkları aletlerde ve kullanış şekillerinde küçük ilerlemeler olmuştur.

 Bugün dünya üzerinde bu teknolojik seviyede yaşayan çok az insan topluluğu vardır.

 

 M.Ö.50 bin ve 9 bin yılları arasında coğrafi kuvvetlerde son derece etkiliydi. Jeologların ‘Pleistosen’ adını verdikleri bu dönemde buzullar dünyanın bugünkü kutuplarına çekilmiştir. Bu döneme uyum sağlama zorlukları insanların zihin ve fizik özelliklerinin evrimini de engellemiştir.

 M.Ö. 9 bin yıllarında buzulların çözülmesiyle pleistosen dönemi bitmiştir ve iklimde, bitkiler ve hayvanlarda büyük değişiklikler olmuştur. Bu durum insanın yaşam tarzını yeniden düzenlemesini zorunlu kılmıştır.

 

 Orta taş dönemi (Mezolitik dönem) :

 

 Bu dönemde, bir çok insan toplulukları değişen çevre şartlarına paralel olarak, daha yoğun bir şekilde besin temin etme yollarını geliştirmeye başladı. Bazı teknolojik buluşlarda bunların gıda kaynaklarını daha iyi değerlendirmelerine olanak sağladı. Bu dönemde, insanlar daha önceleri olduğu gibi göç ederek beslenmelerini sağlamak yerine, yerleşik hayata yönelmeye başladılar.

 Ota taş dönem insanlarının en önemli başarıları; bazı hayvanları ehlileştirip avda kullanmaları, ağaç kesmek ve tahta işlemek gibi işlerde; balta ve çapanın icadı, balık avlamak için; ağ ve kürekli kayıkların keşfi ile kemik, tahta, boynuz ve taştan yapılan çeşitli aletlerin kullanılmaya başlanmasıdır.

 Orta taş dönemini yaşayan insanlar, bugün de dünya üzerinde bulunmakla beraber bu dönem, bir önceki döneme göre, insanlık tarihi açısından daha kısa sürmüştür.

 

 Yeni taş dönemi (Neolitik Dönem) :

 

 Yerleşik tarıma geçildiği bu dönemde, hayvan ve bitkilerin ehlileştirilmesi ve kontrollü olarak kullanılmalarının yanı sıra dokumacılık, çanak-çömlek yapımı, taşın daha sert taş veya maddelerle istenilen şekle dönüştürülmesi önemli ilerlemeler arasındadır.

 Dünya üzerinde pek çok yerde avcı, toplayıcı, balıkçı teknoloji gelişirken hayvanların ilk ehlileştirildiği, bitkilerin insan toplumunda yetiştirildiği bölge olarak orta doğuda; güney doğu Anadolu, Mezopotamya, Suriye, Ürdün ve İsrail’i içine alan Batı dillerinde ‘Verimli Hilal’ özel adı ile anılan bölge göze çarpmaktadır. Bugün tarımı yapılan bir çok bitki türü, bu bölgede insanlar tarafından kültüre edilerek dünyaya yayılmıştır.

 Mezopotamya’daki ‘Jarmo’ adlı arkeolojik bölgede yapılan kazılar bu bölgede M.Ö. 6500 yıllarında, birkaç yüzyıl kadar devam etmiş bir yerleşmeyi ortaya çıkarmıştır.

 Balçıktan yapılmış meskenlerin yanı sıra ehlileştirilmiş keçi, köpek ve muhtemelen koyun ağıl ve barınakları ile birlikte buğday, arpa depoları bulunmuştur. Ayrıca aynı kazılarda çeşitli aletlerin yanında kilden yapılmış kaplar da bulunmuştur.

 Diğer taraftan buradaki kazılarda kilden yapılmış tanrı ve tanrıça heykelcikleri de bulunmuştur. Bu bölgede M.Ö.5000 yıllarından kalma diğer pek çok yerleşme merkezleri de yapılan kazılarda bulunmuştur.

 Bu ilk tarımcı yerleşme merkezleri, kendi ihtiyaçları olan bütün besin maddelerini, üretebilme teknolojisine sahip olmadıkları için avcılık ve toplayıcılık da yapmaktaydılar. Bu nedenle Orta taş ve Yeni taş dönemleri arasındaki sınırı kesin çizgilerle ayırmak oldukça zordur. Fakat bu ilk köyler, insanların devamlı barınaklar inşa etmesi açısından önemlidir.

 Yeni taş döneminin bir özelliği de daha önceki dönemlere nazaran gelişmesinin yığılmalı bir hız kazanmaya başlamış olmasıdır. Önceki eski taş dönemi, insanlık tarihinin yaklaşık 5000 yılını kapsamasına karşılık Yeni taş dönemi, teknolojik birikimin hızlanması nedeniyle ancak birkaç bin yıl sürmüştür.

 

 Dünyanın diğer bölgelerindeki gelişmelerde özetle şu şekilde olmuştur:

 

 M.Ö.5000 yıllarında Nil vadisinde, M.Ö. 3500 yıllarında Çin’in Sarı nehir vadisinde, M.Ö.2500’lerde orta Meksika’da başlamış ve buralardan yakın çevrelerine yayılmıştır.

 

       ŞEHİR VE MEDENİYET :

 

 Neolitik teknoloji insanların devamlı barınabilmelerine olanak veren yerleşmelerin ortaya çıkmasına ve insanların beslenebilmelerine uygun gelişmeleri ihtiva etmesi açısından şehirleşmelerin başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir. Fakat neolitik köyler birer şehir olmaktan ziyade çiftçilerin toplandığı yerleşme birimleri durumundadır. Şehirlerin kurulması için daha ileri bir teknolojiye ihtiyaç vardır.

 İlk köyler, Verimli Hilal bölgesinde M.Ö.7000 ila 6000 yılları arasında ortaya çıkmış olmakla birlikte ilk şehirler ancak M.Ö. 3500 yıllarında aynı bölgede – Mezopotamya’ın güneyinde- görülmektedir. Bu bölgenin en önemli özelliği, yılın belli dönemlerinde nehirlerin taşması sonucu daha verimli topraklara sahip olmasıdır.

 Bu bölgedeki ilk şehirler; Eridu, Kiş, Ur, Uruk, Lagaş, Umma daha sonra Ninova, Asur, Babilun gibi şehirlerdir.

 Gelişen teknoloji ve uygun çevre şartları şehirlerin ortaya çıkışlarında önemli faktörler olmakla birlikte kâfi değildir.

 Aynı şartlara sahip günümüzün yarı tropikal bölgelerinde hâlâ büyük şehirlerin kurulmamış olması bunun ispatıdır.

 Gıda maddelerindeki üretim artışının yanı sıra, bunun bölüşülmesi de şehirlerin oluşmasında önemli bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu mesele çözümlendiğinde üretici kesim ile birlikte diğer grupların varolmaları mecburiyeti yani bir sosyal organizasyonun varolma şartı, şehir kavramının gerçekleşebilmesine yol açabilmiştir.

 

 Sosyal Organisyon ve Şehir Toplumu:

 

 Şehir, belli bir takım sosyal organizasyona sahip olma şartı bakımından, coğrafya, mühendislik, mimari gibi disiplinler tarafından yeterli bir şekilde tanımlanamaz. Fakat sosyal bilimler, bu tarifi daha iyi yapabilir. Bu tanımlamayı yaparken şehir kavramına paralel, medeniyet kavramını da dahil etmek zorundayız. Yalnız bu noktada dikkat edilecek husus, medeniyet kavramının halk arasında kullanılan anlamını kullanmayıp, teknolojik olanaklardan faydalanabilme sıklığı, sosyal değişmenin en çarpıcı bir şekilde gözlenebildiği insan toplulukları anlamına kullandığımızdır.

 Medeni diyebileceğimiz toplumlarda, diğerlerine nazaran sosyal etkileşmelerin çok çeşitlendiğini ve bu etkileşmeler takımının, o toplumun fertlerini daha sıkı çevrelediğini kastediyoruz. Burada bir dereceleme ve iyi-kötü gibi değer yargıları yer almamaktadır. Bu yönüyle medeniyet, şehirlerde gelişmiş ve gelişmektedir.

 İlk zamanlarda, şehirlerde karşılıklı etkileşme ile sosyal değişme hızlı bir şekilde yer almıştır. Bu açıdan baktığımızda, şehirlerin medeniyet ürünü oldukları gibi daha ileri medeniyet seviyelerine ulaşabilmenin de şart olduğunu görüyoruz.

 Medeni ve ilkel toplum arasındaki farkı belirleyen en önemli faktör; bu toplumların etkileşim ağlarındaki farklılıklardır.

 Örneğin, neolitik dönem toplumlarında bu etkileşme ağının her şeye rağmen fazla karmaşıklaşmış ve homojen olduğunu biliyoruz. Bu dönem insanları, tek bir ihtilali gerçekleştirmiş olmalarına rağmen sosyal etkileşimler ağı açısından, sadece yaş ve cinsiyet bakımından birbirlerinden farklı statülere sahiptiler. Fakat günlük faaliyetleri sadece yiyecek temini için sınırlı olduğundan homojen bir sosyal yapı içinde yaşamaktaydılar.

 Bu dönemin en önemli sosyal kurumu akrabalık ve aileydi. Ve bütün sosyal fonksiyonlar; tüketim, üretim, eğitim işleri bu sınıflar içinde iş görürdü.

 Medeniyet öncesi toplumlarda, medeniyet sonrası sosyal organizasyonun hazırlıklarını görmek mümkündür. Bu dönemde fertler, sadece tam bir monarşi ile birbirine bağlıydılar. Ve bu durumun dışında etkileşim yoktu.

 Medeni toplumda ise sosyal düzen, fertleri dolaylı yoldan etkileyen birliklere ve ihtisaslaşmış bir toplumun neticesi olarak karşılıklı bir bağılımlaşmaya dayalıydı.

 Tabii olarak, bu yeni çeşit sosyal yapı gelişirken eski tip etkileşimlerde devam etmekteydi. Sosyal kontrol sistemine, yeni bir boyut ilave edilmiş oluyordu.

 

 Şehirlerin gelişmesinin tarihi şartları :

 

 Gordon Childe’ın tespit ettiği şehirleri belirleyen 10 ölçü, şehirlerin ne kadar karmaşık ve farklılaşmış bir sosyal yapıya sahip olduğunu gösterir.

 Bu ölçütler şunlardır:

 1-Şehirlerde tam zamanlı uzmanlar bulunmaktadır. Bu uzmanlar hizmetleri karşılığında üretici olan çiftçiler tarafından beslenir, barındırılır, giydirilir. Bu uzmanlara verilebilecek en i yi örnek, Mezopotamya şehirlerindeki rahiplerin durumlarıdır. Bu rahipler, tapınaklara çiftçilerce yapılan bağışlarla geçimini sağlarlar. Başlangıçta tarım üretimi fazlası büyük nüfusları besleyecek kadar çok olmadığından şehirlerde yaşayan uzman sayıları da fazla değildir.

 Eski Sümer devletinde uzmanların sayısı, şehir nüfusunun % 5’ini geçmiyordu.

 Childe’ın tespit ettiği ölçülerin büyük bir kısmı işbölümüne bağlı olarak gelişir.

 2-Neolitik dönem köylerine kıyasla şehirlerde daha çok ve yoğun bir nüfus bulunmaktaydı. Bunun başlıca nedeni, şehirlerin artık kendi besinlerini üretmek için geniş topraklara ihtiyaç duymamalarıdır.

 3-İşbölümünün fazlalaşması ve her dalda uzmanların çıkmasına paralel olarak sanatçılar da ortaya çıkmış ve eserler vermeye başlamışlardır.

 4-Yazı ve sayının icadı da şehirleşme ve uzmanlaşmaya bağlı olarak ortaya çıkmıştır.

 Bir çivi yazısı olan Sümer yazısı, kil tabletler üzerine yazılmış ve tapınak hesapları, toprak alış-verişine ve diğer işlemlere duyulan ihtiyaçlar sonucu doğmuştur.

 5-Aritmetik, geometri, astronomi gibi mutlak ve tahmini ilimler büyük projelerin planlanmasına yardım için şehirlilerin eğitim görmüş kesimince icat edilmiştir.

 Sümerliler, astronomiye bağlı zaman hesaplamalarını tarlaları uygun zamanda sulamak için icat etmişlerdir. Tapınaklarını inşa ederken de ileri matematik bilgilerini kullanmışlardır.

 6-Çiftçilerce dini veya dünyevi idarecilere ödenen vergi veya harçlar, üretim fazlası malların bir yerde toplanmasına yol açar. Merkezi idarenin varlığı bu sermaye birikimine neden olmuştur.

 7-Yukardaki faktöre bağlı olarak sosyal yapı, aile veya akrabalık esasından, oturulan, yaşanılan yer esasında bir teşkilatlanmaya geçmiştir. Vergiler, vatandaşların devletlerine karşı olan, bağımsızlıklarının bir işareti olarak gelişmiştir.

 8-Şehirlerde üretim fazlasının bir sembolü olarak anıtlar ve genel maksatlar için inşa edilmiş binalar yapılmaya başlanmıştır.

 9-Üretim fazlası, ilk kurulan şehirlerde bile dış ticareti zorunlu hale getirmiş ve şehirlerin birbirine olan bağımlılığını artırmıştır.

10- Uzmanlaşmış faaliyetlerden ve bollaşan malların eşit olmayan dağılımından tabakalaşma ve sosyal statü farklarının gittikçe arttığı bir sosyal yapı gelişmeye başlar. Seçkinler toplumun dini, idari ve askeri fonksiyonlarını ele geçirmiş ve çiftçi ile şehirli arasındaki farklılaşma artmıştır.

 

 Bu ölçütlerin tamamı günümüz sosyal yapılarında da gözlenebilir.

 

 Siyasi ve dini organizasyonların rolü :

 

 Karmaşık bir sosyal yapıya, geçişi sağlayan faktörler arasında dini ve siyasi organizasyonlara önem veren sosyal bilimciler çoğunluktadır.

 Childe’ın ölçülerinin de büyük bölümü üretim fazlasının ortaya çıkışı, yoğunlaşması ve dağılımında kuvvetli merkezi otoritenin kontrolü yani idari yapının rolü büyüktür.

 İlk medeniyetlerin çoğunda, dini ve dünyevi otorite iç içedir. Eski Mısır ve İnka medeniyetinde ‘tanrı krallar’ vardır. İndus medeniyeti de muhtemelen bir teokrasi idi. Maya ve Mezopotamya medeniyetleri de dini otorite esasında şekillenmiştir.

 Otoritenin başlangıçta, dini olması ve giderek sosyal yapının gelişmesinde rolünün artması, her şeye rağmen tek belirleyici faktör değildir. Aynı zamanda, coğrafi çevre şartlarının uygunluğu ve üretim fazlasının ortaya çıkması da tek başına şehir olgusunu ortaya çıkarmaya yeterli değildir.

 Sonuç olarak bu faktörlerin karşılıklı olarak birbirlerini etkilemesi şehir adını verdiğimiz sosyal olguyu ortaya çıkarmıştır.

SOSYOLOJİYE GİRİŞ -2

Cumartesi, Eylül 26th, 2009

 

 Sosyal tabakalaşma:

 

 Bu kavram genel anlamda, sosyolojinin temelini oluşturur. Sosyal anlamda fertlerin, gelir düzeyi, mesleki durumu, yaşam tarzı etkinliği gibi çeşitli özelliklere göre birbirinden farklı olduğu gerçeği sosyolojinin ilgi alanına girer. Fertlerin dahil oldukları gruplara göre gösterdikleri özellikler ya da benzer özellikler gösteren fertlerin meydana getirdikleri sosyal grupların belirleyici özellikleri, sosyolojide ‘sosyal farklılıklar’ olarak adlandırılır. Sosyal farklılıklara göre kurulan ‘Sosyal tipoloji’, toplum üyelerinin sınıflandırılmasını sağlar.

 Toplum yapısında benzer farklılıklara göre meydana gelen sosyal grupların oluşturduğu hiyerarşik sınıflama sosyolojide, sosyal tabakalaşma kavramıyla açıklanmaktadır.

 Sosyal tabakalaşma; belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak yani sosyal anlamda üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşmasıdır.

 

 Sosyal tabakalaşmanın özellikleri:

 

 Sosyal tabakalaşmanın evrenselliği; bütün sosyologlar tabakalaşmanın evrensel olduğunda aynı fikirdedirler. Bilinen bütün toplumlar üyelerinin yukarı ve aşağı durumlarda yer aldığı bir sıralanma sistemine sahiptirler.

 Bu tabakalaşma sistemi gerek toplumdan topluma gerekse aynı toplumda zaman içinde farklı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, toplumda fertleri farklı kılan değer yargılarının zaman ve mekan içinde değişmesidir. İlkel toplumlarda fertler, yaş, fiziki güç, öğrenme yetenekleri gibi öğrenme özelliklerine göre sıralanmışlardır.

 Yaşlılığın sosyolojik sıralanmada yüksek derecenin belirleyicisi olduğu birçok toplum vardır. Bu konuda geleneksel Çin toplumu bir örnek teşkil eder.

 Hayatını devam ettirebilmek için tabiata ve diğer insan topluluklarına karşı devamlı bir mücadele halinde yaşayan fertlerden oluşan ilkel toplulukların çoğunda fiziki güç, sıralanmanın temel ölçüsü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu çağdaş toplumlarda da görmekteyiz. Ancak ilkel toplumlarda, fiziki güç ve ve yaş gruplarına nazaran cinsiyet ayrımı toplumun iç yapısını belirleyen bir özellik olarak görmekteyiz.

 Gelişmiş toplumlarda ise yaş, fiziki güç ve cinsiyet gibi özellikler önemini kaybetmektedir.

 Nüfus çoğunluğu artmış, eğitim düzeyi yükselmiş, işbölümü ayrıntılı bir hale gelmiş, teknolojinin yarattığı imkanların artmış olduğu toplumların, ekonomik ve sosyal gelişme sistemi ne olursa olsun karmaşık bir yapıya sahip oldukları görülmektedir. Bu karmaşık yapı içinde, gelişmiş toplumlarda sosyal tabaka, sınıf olgusuyla ortaya çıkmaktadır. Sosyal sınıflar, belli bir farklılaşma seviyesine ulaşmış bir toplumda meydana gelen sosyal bir olgudur.

 

 Sosyal tabakalaşma piramidi:

 

 Hindistan örneği dışında, çağdaş toplumlar sosyal tabakalar halinde üst üste yer almış sosyal sınıflardan oluşur. Toplum yapısını bir piramitle gösterirsek, farklı sınıfların üst, orta ve alt tabakaları oluşturacak şekilde ayrılır. Yani sosyal tabaka, belli ölçütlere göre ayrılan sosyal sınıfları kapsamaktadır.

 Toplumsal yapı genellikle sosyal sınıfların, tabandan yukarı doğru sıralandığı tepesi kesik bir piramide benzer Hangi ülke olursa olsun, nüfusun tabakalaşmasından bahsedilirken, ‘tabakalaşma piramidi’ ifade edilir. Bu ifadenin tabakalaşmayı belirtmek üzere kullanılmsının sebebi, normal olarak nüfusun fakir tabakasının, tıpkı piramidin tabanı gibi yaygın yani kalabalık, orta tabakanın daha tenha, üst tabakanın ise piramidin tepe kısmı ile ifade edilecek kadar az olmasıdır.

 Bütün toplumlarda orta tabakanın varlığı açıkça gözlenmektedir. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, orta tabaka zayıf olabilir. Genellikle de zayıftır. Fakat yine de vardır. Az gelişmiş ülkelerin bu özelliği dolayısıyla onlara ait tabakalaşma, tabanı geniş, orta kısmı dar, bir sürahi şeklini almıştır. Buna rağmen piramit kavramının kullanılması bu kavramın kullanılmaya alışık olunmasından kaynaklanmaktadır.

 Nitekim gelişmiş ülkelerin piramidi de piramit olmaktan çıkmış, alt ve üst ucu sivri ortası şişkin bir topaca benzer. Çünkü bu ülkelerde çok zengin ve çok fakirlerin oranı azdır. Nüfusun hemen hemen tamamı orta derece gelir sahibidir.

 

 Sosyal mesafe; sosyal bakımdan aynı seviyede olan sınıfların, aynı tabakaya mensup oldukları kabul edilir. O halde sosyal tabaka kavramı yorumlu olarak, ‘sosyal sınıf’ ve ‘mesafe’ kavramını da içerir.

 Çünkü alt ve orta tabakalar arasındaki mesafe, coğrafi ve fiziki bir mesafe olmayıp sosyal bir anlam taşımaktadır. Fiziki bakımdan birbirine çok yakın iki kişi örneğin, mağaza sahi bi ile tezgahtarı, sosyal bakımdan birbirine çok uzaktır. Buna karşılık birbirinden çok uzakta, iki şehirde yaşayan iki tüccarın sosyal bakımdan yan yana olduklarını söyleyebiliriz.

 Sosyal mesafe, belirli bir sosyal sınıfa mensup olan herhangi bir ferdin, diğer sınıflarla ve o sınıflara mensup bulunan gruplar ve fertlerle olan hiyerarşik ilişkilerini, bir nüfus içindeki sınıfların birbirlri ile olan ilişkilerini ve belirli nüfusların aralarındaki sosyal farklılık ilişkilerini gösteren bir kavramdır.

 

 Sosyal tabakalaşma sistemleri:

1-Kast sistemi,

2-Feodal tip; kapalı toplumlar sistemi,

3-Sınıf sistemi.

 

 Kast sistemi:

 Hindistan ve Seylan’da, binlerce yıldır devam etmekte olan sonderece katı bir sosyal tabakalaşma sistemidir.

 Kast sistemi, sosyal tabakaları hiç değişmeyen bir üst ve alt sıralamasına göre düzenlenmiş kapalı sosyal zümrelerden ibarettir. Belli bir kast içinde doğan kişi ömrü boyunca orda kalmak zorundadır. Bundan dolayı kasta, değişmez statü zümresi olarak bakılır.

 Çocuk sosyal statüsünü, burada doğuştan kazanır. Hak ve görevlerini ebeveylerinden öğrenir. Ne yaparsa yapsın şahsi özellikleriyle, başarılarıyla basamağını değiştiremez. Ferdi sosyal hareketlilik bulunmadığı için, yükselemez ya da düşemez. Endogami sistemi geçerli olduğu için evlenme yoluyla da kast değiştirmek mümkün değildir.

 Bu sistemde tabakalar arasındaki fark, iyice sistemleştirilmiş ve kurumsallaştırılmıştır. Bir ferdin kastı onun hayattaki rolünü hangi zümreden evleneceğini, yapacağı işi ve günlük yaşamının ayrıntısını belirler. Saf kast sistemi dini düzen içinde kökleşmiştir. Klasik Hindu sistemi bu tipe yatkındır. Hinduizme bağlı sistem 3000 yıldan beri vardır ve hala da devam etmektedir.

 

 Feodal tip, kapalı tabakalar sistemi (feodalizm):

 Romalılar zamanından Fransız ihtilaline kadar Batıda görülen sosyal ve ekonomik yapıya ‘feodalizm’ denir.

 Feodal toplum, sosyal teşkilat toprağın kullanılmasıyla ilgili çeşitli şekiller çerçevesinde meydana gelir.

 Toprak, askeri hizmet karşılığı elde tutulur ve bir insanın konumu onun toprakla olan ilişkisine bağlıdır.

 Feodal tabakalşama sistemi, kanunlar, örf ve adetlerle kurulmuş olup, birbirinden büyük mesafelerle ayrılmış hiyerarşik tabakalardan ibarettir.

 Tabakaların en yukarısında, toprakların sahibi olan bir kral ailesi bulunur. Bundan sonra askeri aristokrasi, ruhban sınıfı, tüccarlar ve zanaatkarlar geliyor. Daha geniş olan hür kitleler ve hür olmayan serfler yer alıyor.

 Her tabakanın açıkça belirtilmiş olan hak ve görevleri kalıtımsal olarak babadan oğula geçer.

 Çok seyrek olarak, belli şartlar altında kişiler, hukuken tabaka değiştirebilirler.

 Örneğin kral, halktan birine asalet ünvanı verebilir. Bir varlıklı tüccarın kızı, evlenme yoluyla aristokrasiye geçebilir.

 Tabakalar arası evlenmeler çok sınırlıdır. Buna rağmen kast sistemi olduğu gibi mutlak şekilde yasaklanması efendisinin izniyle serf, hür olabilir. Kabiliyetli bir köylü çocuğu kilise veya orduda yükselebilir. Onun için bu sistem kasta oranla dah yumuşaktır. Fakat ekonomisi tarıma dayandığından statiktir. Sosyal hareketlilik, hukuksal sınırlar içindedir. Burada sosyal hareketliliğe sınırlar koyan, bir takım engeller var.

 

 Sosyal sınıf sistemi:

 Sosyolojinin konusunu oluşturan sosyal olgular, tabii bilimlerin konusunu oluşturan sosyal olgulardan daha farklı olup daha karmaşık bir özelliğe sahiptir. Bu karmaşıklık ve çok yönlülük, sosyologların kendi sistemlerine göre gerçeğin farklı özelliklerini vurgulamasına yol açmıştır. Bu yüzden sosyal sınıfların belirlenmesinde farklı ölçütler kullanılmıştır. Hatta bunların içinde ikametgahı, giyimi ve ahlaki şeklini dikkate alanlar da vardır.

 Sosyal sınıfların belirlemesinde, hemen bütün sosyologlarca birim olarak aile alınmakta ve birey mensup olduğu aile içinde düşünülmekte, sınıf üyeliğinin temel birimi, birey değil ailedir. Her ferdin dünyaya geldiğinde ailesinin mensup olduğu sınıfa kabul edilmesi bu düşüncenin basit bir şekilde ispatı sayılır. Fakat bu durum, sınıf sisteminde fertlerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Genelde, ailenin sınıf piramidi içinde yükselmesi ve düşmesi hallerinde, ferdi faaliyetlerde etkili olmaktadır. Bu süreç iki yönlüdür. Servetini kaybeden birisi yukarı sınıflardan alt basamaklara düşebileceği gibi kendisine miras kalan birisi de alt basamaklardan yukarı basamaklara çıkabilir.

 Şunu da belirtmek gerekir, ferdin sınıf değiştirmesi sadece kendi başarısına bağlı değildir. Örneğin, yeni zengin olan kişi sosyal çevresine tam olarak kabul edilmez. Ve pozisyonunu kaybeden birey de yeni çevresi tarafından tamamen benimsenmez. Her iki durumuna da birey zamanla uyum sağlamaktadır.

 Modern toplumun karmaşık sosyal yapısı, bireyleri birbirinden ayırt eden özelliklerin sayısını artırmıştır. Sosyal sınıf kavramının ayırt edici özellikleri tümünü kapsamaktadır.

  Sosyal sınıfın, kendini oluşturan kriterleri şöyle tanımlanabilir:

 Aynı geliri elde eden, aynı hayat üslubuna sahip, benzer tahsili ve terbiyeyi almış ve bütün bu hususlarda birbirine yakın olma bilincini taşıyan kişilerin oluşturduğu bir bütündür.

 1-Gelir düzeyi        }

 2-Hayat şekli          }  Objektif  kriter

 3-Eğitim – öğretim }

 4-Sınıf bilinci         }  Subjektif  kriter

 

 Sosyal hareketlilik:

 Toplumun kendi içindeki dinamizmi ifade eden bir kavramdır. Sosyal hareketlilik, bireysel hareketlerle kendiliğinden veya devletin güttüğü politika ile gerçekleşebilir.

 Tek tek bireylerin sosyal hareketliliği ile sosyal grubun veya sınıfın hareketliliği birbirinden farklıdır.

 Genelde sosyal yapı içinde iki tür sosyal hareketlilikten sözedilir:

 1-Yatay hareketlilik

 2-Dikey hareketlilik

 

 Yatay hareketlilik; bireylerin aynı sosyal tabaka ya da sosyal sınıf içinde, bir mesleki zümreden diğerine ya da sosyal statüden diğerine geçme durmudur.

 Dikey hareketlilik; fertlerin tabakalar arasında veya sınıflar arasında iniş çıkışları ya da tabaka veya sınıf değiştirme durumlarıdır.

 

 Sosyal hareketliliği etkileyen faktörler:

 1-Eğitim; kariyer ve meslek sağlaması nedeniyle sosyal hareketliliği etkiler.

 2-Ekonomi; servet ve gelir düzeyi sosyal hareketliliği etkiler.

 3-Teknolojik gelişme; servet hareketlerini hızlandırarak, parasal faktörlerin önemini pekiştiriyor. Bir de işbölümüyle yol açtığı değişiklik, sosyal hareketliliği sağlıyor.

 4-Aile; yapısının özelliğine, servet ve gelirin aileden kaynaklanması ile sosyal hareketliliğe yol açar. Yine ailenin sosyalleşmekteki rolü nedeniyle birey beklentilerini, yeteneklerini, sosyal hareketlilikteki konumunu belirlemekte büyük önem taşır.

 Aile alışkanlıkları, gelenekleri pekiştirerek hareketliliği önleyebilir.

 5-Nüfus hareketleri ve göç; köyden kente göç, yeni bir sosyal sınıfa girmeyi kolaylaştırabilir. Kentsel meslek yapısı, dikey hareketliliğe elverişlidir.

 Lipset ve Bendix, büyük kentlerin, küçük kentlerden daha fazla uzmanlaşmaya sahip olduğunu, fikir işlevinin beden işlevine oranla daha yüksek bulunduğunu yeni ve üst düzey statülerini yaratan büyüme hızının kentte çok daha hızlı geliştiğini savunmuşlardır.

 6-Sosyal olaylar.

 7-Savaşlar, demokratik düşünceler vs.