Posts Tagged ‘Patrilocal’

KURUMLAR SOSYOLOJİSİ

Pazartesi, Kasım 16th, 2009

 

 Bir kuruma üye olmak, sonradan edinilen bir statüdür. Çok nadir olarak, doğuştan kazanılır. Üye olunduktan sonra da, o kurumun normlarına uymak gerekir. Aksi halde kurumdan atılır. Her kurumun bir ismi ve sembolü vardır. Sembol, bir kurumu ya da kuruluşu diğer kurum ve kuruluşlardan ayırt etmek için içindir.

 Hemen hemen her kuruluşta iki örgüt vardır:

 1-Formel örgüt (resmi), 2- İnformel ( resmi olmayan) örgüt.

 Formel örgüt; statü ilişkisidir. Statüler bireyden bağımsızdırlar. İnformel örgüt ise kişilik ilişkilerine dayanır. Önemli olan statü değil, o statüyü işgal eden kişinin oynadığı roldür.

 Zamanla statü ilişkileri, kişisel ilişkilere dönüşebilir. Formel örgütte statüye bağlı olarak dışsal değerlendirme sözkonusudur. İnformel örgüt ise kişisel ilişkiye bağlı olarak içsel değerlendirme var.

 Formel örgüt ne kadar iyi örgütlenmiş olursa olsun, informel örgütten destek almadıkça başarılı bir kuruluş sayılamaz.

 Düşmanlık, şefkat, yakınlık duyguları informel ilişki içinde yeralır.

 Formel ilişkiye örnek; tanımadık herhangi bir dükkândan yapılan alışveriş.

 İnformel ilişkiye örnek; tanıdık, karşılıklı samimiyetin arttığı bir dükkândan yapılan alışveriş.

 

 Kurum – Kuruluş:

 Robert McIver’e göre kuruluş; herhangi örgütlenmiş bir gruptur. Grubun küçük veya büyük olması fark etmez.

 Kurum ise herhangi bir iş yapmanın örgütlenmiş şeklidir. Kurum, bir grup değildir. Kurum; formel olarak belirlenmiş, tanınmış ve istikrarlı bir şekilde toplumda herhangi bir faaliyetin yerine getirilmesidir. Yani kurum, bir iş yapmanın resmi örgütlenmiş hali, kuruluş ise örgütlenmiş gruptur.

 

 Kurumsallaşma:

 İnsanlar hayatlarının birçok devresinde birçok faaliyeti yerine getirir. Bunların bazıları kurumsallaşmıştır. Farklı toplumlar farklı faaliyetleri kurumsallaştırmıştır.

 Kurumlar işleyebilmeleri için daima belirli kuruluşlara ihtiyaç duyarlar. Kurumun olduğu yerde en az bir kuruluş vardır. Örneğin basın kurumunun kuruluşları çeşitli gazetelerdir.

 Kurumlar, kurulaşlar olmadan varolamazlar. Ve kuruluşlar da kurumsallaşmış bir şekilde işlerler. Yani kuruluşlar, temel ve ikinci dereceden fonksiyonlarını toplumda bilinen bir şekilde yerine getirirler. Genellikle bu durm karıştırılmaktadır. Bu karışıklığa meydan vermemek için, kurum mu yoksa kuruluş mu olduğunu anlamak için iki soru sorulur:

1-Her kuruluşun bir yeri vardır. Nerede?

2-Belirli bir kuruluşa üye olunabilir. Üye olunabilir mi?

 

 Örneğin aile, çocuk yetiştirmenin, nesli sürdürmenin ve eğitimin örgütlenmiş bir şekli olduğundan kurumdur. Tek tek aileler ise kuruluştur.

 Yine savaş ve koruma faaliyetlerinin örgütlenmiş bir hali olduğundan ‘ordu’ bir kurumdur. ‘Türk ordusu’ ise bir kuruluştur.

 Aynı şekilde eğitim de hem kurun hem de kuruluştur.

 Toplumlar karmaşıklaştıkça, kurumlar da farklılaşmaktadır. Bir toplumun kurumlarına bakarak o toplumun nasıl bir toplum olduğunu anlayabiliriz.

 Örneğin ortaçağ toplumlarında en etkin, en baskın kurum ‘din’ kurumudur. Dolayısıyla ortaçağ toplumları, dinsel toplumlardır.

 Yine eski Isparta toplumu ise ‘askeri’ bir toplumdur. Çünkü bu toplumda en önemli statüler, askeri statülerdir.

 Geleneksel Çin toplumunda ise en baskın kurum aile olduğundan bu toplumda da aile bağlarının çok kuvvetli olduğunu görüyoruz. Birey ailenin dışına itildiğinde yaşaması olanaksızdır ya da çok güçtür.

 Bir toplumun profilini çizmek, o toplumda en baskın en etkin kurumu ortaya çıkarmakla olur.

 Birçok kuruluş, bir tek kurumun faaliyetlerini yerine getirebileceği gibi, bir tek kuruluş da birçok kurumun faaliyetlerini yerine getirebilir. Örneğin üniversiteler, eğitim kurumunun faaliyetlerini yerine getirirken spor, tiyatro, folklor gibi örgütlenmiş kuruluşların faaliyetlerini de yerine getirmektedir.

 Bireyler hayatları boyunca birçok kuruluşlara katılmaktadır. Bu katılım bazen aktif bazen de pasif olmaktadır.

 Kuruluşlara katılım birey üzerinde büyük etkilere yol açmaktadır. Bir toplumdaki kuruluşlar, o toplumdaki birey sayısından daha fazla olabilir. Çünkü bir birey birden fazla kuruluşa üye olabilir.

 İdare kurumu; politik olarak örgütlenmiş karmaşık toplumlarda görülür.

 Devlet; politik olarak örgütlenmiş toplumdur. Hükümet ise politik olarak örgütlenmiş toplumun fonksiyonlarını ve görevlerini yerine getiren bir kuruluştur. Devletin fonksiyonlarını belirli bir süre için yerine getirmesi bakımından bir araçtır ya da bir kuruluştur.

 Hükümet, devlette daha az içeriklidir. Bir toplumun vatandaşları hepsi birlikte devleti meydana getirirler. Devleti idare edense hükümettir. Aslında devlet de bütün yurttaşlarını içeren politik bir örgüt olduğundan kuruluştur. Devlet, sivil toplumla eş anlamlıdır ve sürekli bir kuruluştur. İdare kurumunun faaliyetlerini yerine getiren bir kurumdur.

 Hükümet ise sürekli değil her seçimde değişen bir kuruluştur. Devleti temsil eden cumhurbaşkanının değişmesi, devletin değişmesi anlamına gelmez.

 İnsanlar arasında ‘idare etme’ nasıl doğmuş ve kurumsallaşmıştır?

 Bu konuda pek çok teori var:

 Bir teoriye göre idare etmek, ilahi güce dayandırılmaktadır. Kral, baştan bir takım kutsal niteliklere sahiptir. Bu nedenle kral, ilahi gücün yeryüzündeki temsilcisidir. Yani otoritenin gücü, idare eden güçten gelmektedir.

 Başka bir teoriye göre otorite kaynağını; kuvvette bulmaktadır. Güçlü veya kurnaz olma yeteneğine sahip olan, zayıf ve dürüstü egemenliği altına almaktadır. Adaleti kendilerine göre uydurmaktadırlar.

 Üçüncü teoriye göre ise Thomas Hobbes tarafından ortaya atılmış, J.J.Rousseau tarafından geliştirilmiştir. Hobbes’a göre insan, kavgacı ve güvenilmezdir. Bu durumu şöyle ifade eder; “insan, insanın kurdudur”. Bu durumdan kurtulmanın tek çaresi; bütün insanların doğal özgürlüklerinden fedakârlık ederek ve de sivil toplumun güvenliği için bir anlaşma yaparak otoritenin idare kurumuna devredilmesidir. Bu görüşe “sosyal kontrat” ya da “toplum sözleşmesi” denmektedir. İşte otorite/idare kaynağını bu sözleşmede bulmaktadır.

 Bu teorilerin hiçbiri evrensel olarak geçerli değildir. Çünkü idare, sosyal hayatın tabiatında vardır. İnsanın yaşadığı yerde bir sosyal düzen vardır. İşte idare bu düzenin bir yönüdür. Düzenin olduğu her yerde bir çeşit idare vardır. Düzen, idareden toplumun politik örgütünden önce gelmektedir.

 R.McIver, idarenin kökenini ailede keşfetmiştir. Ailenin, toplumun diğer kurulaşları ile ilişkisi ne olursa olsun kendine özgü bir kuralı ve düzeni vardır. Düzen ilk olarak ailede oluşmaktadır. Aile olmasaydı, dünyada düzen olmazdı.

 Kısaca idare, insanlık tarihi kadar eski bir olgunun kurumsallaşmasıdır. Sosyal düzenin kurumsallaşması idareyi ortaya çıkarmıştır. Örneğin haberleşmenin kurumsallaşması gazetecilik kurumunu, savaşın kurumsallşması ise ordu kurumunu ortaya çıkarmıştır.

 

 İdarenin fonksiyonları:

 

 İnformel normlar, formel kanunlara dönüşmüş, bu kanunların uygulanışı da idare tarafından sağlanmaktadır. Devlet idaresi bu amaçla kurulmuş kurumdur.

 Yani idarenin birinci fonksiyonu; üyelerin belirli normlara özellikle de kanunlara uymasını sağlamaktadır. Bu uymayı da baskı kullanarak sağlar. Baskı kullanmadan toplumun varlığını tehdit eden bireyleri kontrol altında tutmak çok zordur.

 Baskının, zor kulanımın meşru kullanımı, idarenin birinci fonksiyonunu meydana getirmektedir. Toplumda çoğunluğun huzurunu bozacak gruplara karşı, etkin bir kurumun bulunması gereklidir. Toplumda aynı zamanda menfaati birbiriyle çatışan gruplar da vardır.

 İdare, toplumun huzurunu bozacak olanlara karşı baskıyı, meşru bir şekilde kullanır.

 İdarenin ikinci fonksiyonu; bütün toplumlar diğer başka toplumlarla ilişki içindedir. Bu ilişki bazen dostça bazen de düşmancadır. Bu nedenle de toplumu bu düşmanca hareketlere karşı koruyacak merkezi bir koordinasyona, kurulaşa ihtiyaç vardır. Dolaayısıyla bu ihtiyaca cevap verecek olan da idaredir.

 Kısaca idarenin temel fonksiyonları; iç düzeni korumak ve dış tehlikelere karşı bekçilik etmektir.

 İdare denince yalnız formel yapısı, kanunları anlaşılmalıdır. İdare aynı zamanda bulunduğu toplumun bir aracı ve ondan kaynaklanan bir kurum olarak da düşünülmelidir.

 

 Aile kurumu:

 

 Kurum olarak baktığımızda aile; çocuk yetiştirme ve üremenin formalize edilmiş ve düzenlenmiş bir işlemidir.

 Kuruluş olarak aile ise bu faaliyetleri yerine getiren belirli ailelerdir. Herkes bir aileye üye olabilir ama aile kurumuna hiç kimse üye olamaz. Her ailenin belirli bir yeri var ama aile kurumunun yok. Toplumda kurumların en süreklilerindendir. Geçici olan belirli ailelerdir. Çünkü onu oluşturan üyelerinin, hayatları boyunca devam eder.

 ;ç,nde çocuk olarak bulunduğumuz aile ile içinde ana-baba olarak bulunduğumuz aile karıştırılmamalıdır.

 Çocuk olarak bulunduğumuz aileye; ‘oryantasyon ailesi’ denir. Ana-baba olarak bulunduğumuz aileye ise ‘üreme ailesi’ denir.

 Oryantasyon ailesi, irademiz dışıdır ve statümüz doğuştandır. Buna karşılık üreme ailesi irademiz içindedir ve kazanılan statü sonradandır.

 Oryantasyon ailesi yeni doğan bir çocuk için bir topluluk gibidir. Üreme ailesi ise bir kuruluştur. Biliçli olarak üyelerinin sayısı arttırılmıştır. Üreme ailesi de sosyal bir grup olmakla birlikte örgütlenmiş grup kriterlerini de içermektedir. Örgütü de devletin koyduğu kanunlarla işlemektedir.

 

 Aile biçimleri sınıflandırmaları:

 

 Aileleri bulundukları yere göre sınıflama:

 Anne tarafında ikamet eden aileye ‘matrilocal’, baba tarafında ikamet edene ise ‘patrilocal’ diyoruz.

 

 Ata soyuna göre aileler:

 Anne soyunu olan aile; ‘matrilineal’, baba soyunu alan aileye ise ‘patrilineal’ denir.

 

 Aileyi aldığı isme göre sınıflama:

 Ana adını alan aileye; ‘matronymie’, baba adını alan aileye ise ‘patronymie’ denir.

 

 Aileyi içeriğine göre sınıflama:

 Ana-baba ve çocuklarda oluşan aileye; ‘nükleer aile’, ana-babanın bir tarafından akraba olan aileye ise ‘kanbağı aile’ denir.

 

 Evlilik çeşitlerine göre yapılan sınıflama:

 

Tek eşlilik; ‘monagami’, çok eşlilik ise ‘poligami’ dir.

Policini; bir erkeğin iki ya da daha fazla kadınla evlenmesi.

Poliandre; bir kadının iki ya da daha fazla erkekle evlenmesi.

Endogami; grup / klan içi evlilik.

Egzogami; grup dışı, kabile dışı evliliktir.

 

 Ailenin fonksiyonları:

 1-Toplum içi fonksiyonlar.

 2-Birey içi fonksiyonlar.

 

 Toplum içi fonksiyonları:

 1-Türün devamlılığı.

 2-Seksüel kontrol.

 3-Koruma ve devamlılık.

 4-Kültür transferi.

 5-Statü kazanma.

 

 Birey içi fonksiyonları:

 1-Yaşam ve yaşamını sürdürme.

 2-Seksüel fırsat.

 3-Koruma ve destek.

 4-Sosyalizasyon.

 5-Toplumsal kimlik.

 

Bu sınıflama yapay bir sınıflamadır.

Aile hem toplum hem de birey için fonksiyonlarının yerine getirerek varlığını sürdürmektedir. Bu sayılan fonksiyonların standart bir sınıflaması yoktur. Bir görüşe göre bu sınıfların birbirine bağlılığı mantıksal olarak sınıflandırmak gerçek durumun zedelenmesine yol açar. Diğer bir görüşe göre bu fonksiyonların hepsi birbirinden bağımsızdır. Ve yine bu fonsiyonların her biri diğer toplumsal kurumlarca yerine getirilebilir. Bütün bu görüşlere rağmen ailenin fonksiyonları birlikte ele alındığında bu fonksiyonların yerine getirilmesinde aileden daha verimli bir kurum yoktur. Aile tarihteki evrenselliğini ve bireyin yaşamı üzerindeki büyük önemini bu açılardan dolayı korumaktadır.

 

 Türün devamlılığı:

 Karmakarışık bir üreme şekli toplumda karmaşıklığa yol açar. Başka hiçbir neden olmasa bile düzen açısından üreme süreci ailede kurumsallaşmıştır. Ailede bu konuda bir istikrarlılık görmekteyiz.

 Bütün toplumlar ailenin bu fonksiyonları ile ilgili oldukça katı normlar koymuş ve yaptırımlarla desteklemektedir. Örneğin, aile içi evlilik yasaklanmıştır.

 

 Seksüel kontrol:

 Seks tek başına aileyi açıklayamadığına göre şunu inkar edemeyiz ki, biyolojik gerçekle toplumsal plan arasında en yakın ilişkiyi ailede bulmaktayız. Aile en temel vücut fonksiyonlarının bile ifadeleri kültür ve kültürel normlarda bulduklarını göstermiştir.

 

 Devamlılık:

 Aile toplum için bir çocuk kazandırmaktadır. Bu devamlılık çeşitli şekillerde kurumsallaşabilir. Bunu devlet, hastaneler ve diğer kurumlar üzerine alabilir. Fakat hiçbiri bu fonksiyonları ailenin yerine getirdiği gibi iyi bir şekilde yerine getiremez. Belki devlet, ailenin sağlayabileceği maddi değeri daha iyi sağlayabilir. Fakat aile sosyal bakımla birlikte yakın, kişisel tepkileri içinde birleştirir. Bütün bu birleştirmeden dolayı çocuk yetiştirmede diğerlerinden daha başarılıdır.

 

 Kültür transferi:

 Çocuk ailesinin dışındaki topluma kendi ailesi içinde hazırlanır. Her ailenin kendine özgü alt kültürü varsa da o toplumun kültürü ailede yansır.

 Türk ailesinde yetişen birey, Türk kültürünü yansıtır.

 Aile çocuğu, topluma kazandırandır. Çocuğun yetişmesinde duygusal yönden en iyi fonksiyonu yerine getiren ailede sevgiyi, saygıyı, dürüstlüğü… çocuk ailesinde görür.

 

 Statü kazanma:

 Aile tabakalaşmış otorite ilişkisini de gösterir. Baba-oğul arasındaki ilişki; ‘otoriter’ ilişki, kardeşler arasındaki ilişki ise ‘ayrıcalık’ ilişkisidir.

 Bir toplumda karşılacağımız bütün statü ilişkilerinin hepsini ailede görüyoruz. Toplumsal statümüzü aileden almaktayız. Milliyet, din, sınıf, ikamet gibi statüleri doğuştan kazandığımız gibi sonradan da değişebilir. Toplumsal kimliğimizi bu statülerle kazanıyoruz.

 Aile, grup çeşitleri arasında, birincil sosyal ilişkilerin yaşandığı gruptur.

 

 Aile – devlet ilişkisi:

 

 Aile pek çok kurumla (eğitim, din, idare, sağlık vs.) ilişki içindedir. Ailede kuralları özellikle devlet koymaktadır. Devlet evliliği sadece iki bireye bırakmamıştır. Devletin bu konuda bir takım normları vardır. Örneğin, evlenmek için reşit olmak gerekir. Devletin aile üzerindeki kontrolü son derece sıkıdır.

 

 KÜLTÜR:

 Üç unsurdan oluşmaktadır:

 1-Düşünceler, fikirler.

 2-Maddi şeyler.

 3-Normlar.

 Düşünceler, felsefenin işidir. Maddi şeyleri de fizik incelemektedir. İnsanların diğer insanlarla ilişkilerini, kültürlerini, uyumlarını da sosyoloji incelemektedir. Yani normları sosyoloji inceler.

 Sosyal ilişkileri düzenleyen kurallara; ‘sosyal normlar’ diyoruz. Normlar, toplumsal beklentidir, toplumdaki davranışlarımızı idare eden kültürel bir özelliktir.

 Toplumsal normlar bireyin yaşamını kolaylaştırır ve birey bunlar üzerinde düşünmeden hareket eder.

 

 Normların birey için fonksiyonları:

 1-Karar vermemizi kolaylaştırmak.

 2-Karar verme zamanını azaltmak.

 3-Karşılaştığı böyle durumlarda hemen çözüm bulmasını sağlamak.

    Norların olmadığı yerde toplum da yoktur.

 

 Norm çeşitleri:

 1-Adetler,  2-Töreler,  3-Kanunlar.

 

 Normların sınıflandırılması:

 1-Normlar hem emredici hem de yasaklayıcıdır. Yasaklayıcı normlar; tabulardır. Emredici normlar; ne yapmamız gerektiğini söyleyen kurallardır. Örneğin; kırmızı ışıkta geçilmez” yasaklayan bir normdur.

 2-Normların bir kısmı; toplumca geçerli olan ‘komünal toplum normları’ diğerleri de ‘kurumsal normlardır’. Toplum ve kurum normları çatışabilir.

 

 Adetler / halk usulü (folk ways):

 Her toplumun kendine özgü bir takım adetleri vardır. Bu nedenle de her toplumun her toplumun değişik kültürü vardır. Adetelerin uygulanması için resmi yaptırım (kanun) yoktur. Fakat bütün bunlar yine de bizler tarafından yapılır.

 Adetler, evrensel bir nitelik taşır. Hiçbir toplum adetsiz varolamaz. Yani bir toplumun sosyal yapısını oluşturmada önemli bir yer tutar. Düzenliliği, istikrarı sağlarlar.

 

 Töreler:

 Adetlerden farklıdırlar. Bunlar da resmi bir yaptırım olmaksızın yerine getirilirler. Töreler daha toplumun refahı, ahlaksal davranışlarla ilgilidir.

 Bunlar da toplumdan topluma değişirler. Törelere uymayanlar, toplumun varlığını tehlikeye atanlar olarak görülür.

 

 Kanunlar:

 Her toplumun adetleri, töreleri olmasına rağmen hepsinin kanunları yoktur. Kanunlar, politik örgütü olan toplumlarda görülür. Kanunlar, devletin görevlendirdiği kanun koyucular tarafından yapılır. Kanunların yazılı olması ya da belirli bir şekilde kaydedilmesi gerekir.

 

 Yaptırımlar:

 Normların uygulanması için yaptırımlar şarttır.

 Yaptırımlar olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılır. Birey törelere uymadığında alay edilir. Uyduğunda ise ödüllendirilir. Spinoza, toluma ters fikirler öne sürmesi nedeniyle toplum dışına itilmiştir.

 Devletin yaptırımları kanunlardır. Kanunlar diğer normlardan farklı olarak çok açık-seçik olarak yazılmışlardır. Bir suçun cezasının ne olduğu açıkça bellidir.

 Hukuksal normların da sosyal normların da ortak amacı; kurallara uymayanları toplumdan tecrit etmektir.

 Devlet normları, baskıyı meşru olarak kullanabilen tek güçtür.

 

 Normlar arası ilişki:

 Adetlerin, törelerin, kanunların uygulanması için yaptırımları vardır. Kanunlar kaynağını adetlerde ve törelerde buluyor. Kanunlar onların resmi olarak karşımıza çıkmasıdır. Törelerin, adetlerin değiştiğini ondan sonra kanunların değiştiğini görüyoruz.

 Bazen kanunlarla; töreler, adetler çatışmaktadır. Adet değişmiştir fakat kanun hâlâ devam etmektedir.

 Bazen de istisna olarak, kanun konmuştur ancak toplumda adet haline gelmemiştir.

 Töreler adetlerden, kanunlarsa hepsinden daha fazla zorlayıcıdır. Ancak bazen töreler, kanunlardan daha zor çiğnenir, cezası kanunda çok ağır olmasına rağmen. Örneğin, kan davası.

 Bir görüşe göre adetlerin ve törelerin yeterli olduğu yeterli olduğu toplumda kanunlar gereksizdir. Adetler ve töreler yetersiz olduğunda kanunlar şarttır.

 

 Normlara niçin uyarız?

 Toplumsal ya da hukuksal yaptırımlar nedeniyle uymak zorundayız aksi halde cezalandırılırız. Ya da onaylanmak, ödülü almak için uyarız. Topluma uyum sağlamak bazen de alışkanlık olduğundan. Toplum normları, bizi öyle doktrine ediyor ki, hiç düşünmeden toplum normlarını yerine getiriyoruz. Çocuk, normlara şartlandığından tek yol bu olmakta, uymama gibi bir seçeneği yok.

 Sosyal ilişkilerde bize yol gösterdiği ve sosyal etkileşimi kolaylaştırdığı için uyarız.

 Bütün ntoplumlarda iki tip örüntü vardır; ‘ideal örüntü’ ve ‘gerçek örüntü’.

 İdeal örüntü; her bireyin toplumdaki normlara en iyi şekilde uymasıdır. Bunun sonucunda ortaya çıkan kültür de ‘ideal kültür’ olmaktadır.

 Gerçek örüntü; yukardaki durum her zaman için mümkün değil, uyumlarda farklılıklar olmaktadır. Uymayanlar da vardır. Bunun sonucu oluşan kültürse ‘gerçek kültür’dür.

 Bir birey karmaşık bir toplumdaki bütün normlara uymaz. Sadece kendi grubunun normlarına uyar. Her toplum çeşitli gruplardan ve bunların farklı normlarından oluşur. Bir grubun normu başka bir grubun normu ile çatışabilir. Normları olmayan bir sosyal grup yoktur.

 Bireyin grup normlarına uyma nedeni ise birey grupla birlikte kimlik kazandığı içindir.

 

 MODA:

 İnsanların uymaya çalıştığı bir normdur. Moda, karşıt eylemlere cevap veren bir araçtır. Hem uyma arzumuzu hem de diğerlerinden farklı olmamızı sağlayan bir araçtır. Bir norm etrafında farklılıklar dizisidir.

 Moda, çeşitli alanlarda karşımıza çıkmaktadır. En belirgin alanı ise giyimdir.

 Moda, bir nevi monotonluğa karşı geliyor ve bireyler arasında kişiselliği ön plana çıkarıyor. Bireyler arasında farklılığa izin veren bir araçtır.

 İnsan modaya fazlaca uyduğunda ise kendi grubu tarafından alaya alınıyor, olumsuz tavırlarla karşılaşıyor. Her grubun kendine göre bir zevk ve beğenisi vardır.

 Ünlü Fransız sosyoloğu Gabriel Tarde, taklidin önemi üzerinde durarak, adetle moda arasındaki ayrımı şöyle açıklamıştır:

 “Adetlere uymakla biz atalarımızı taklit ediyoruz, modayla ise çağdaşlarımızı taklit ediyoruz”.

 Edward Sapir ise modayı şöyle tarif ediyor:

 “Moda, adetlerden belirli ölçülerle ayrılmasından doğan bir adettir”.

 Robert McIver’e göre ise “moda, sosyal olarak kabul edilmiş farklılıklar dizisidir. Bir şeyin adet olması lazım ki, biz onda farklılıklar görebilelim”.

  Modayı her alanda; insanların zevkinde, giyimde, müzikte, resimde, yaşam felsefelerinde, mesleklerde, araçlarda, edebiyatta, bilimde, dinde, filmlerde, sporda, hastalıklarda, yediklerimizde-içtiklerimizde kısaca her alanda görmekteyiz.

 

 TÖRENLER:

 Sosyal bir normdur. Tören yapılmasının nedeni, bizim için önemli bir olayı topluma duyurmak için. Örneğin, evlilik, açılış vs.

 Törenlerde yaşanan sevinç, mutluluk, üzüntü gibi duygulardır. Törenler bizim için bir dönemini gösteren olaylardır. Yeni bir döneme geçişte istikrar sağlıyor.

 

 RİTLER:

 Bütün topluma açık olmayıp, belirli grupların kendilerine özgü törenlerdir.

 

 RİTÜELLER:

 Belirli dönemlerde devamlı olarak tekrarlanan seronimlerdir. Örneğin, her yıl belirli tarihlerde kutlanan dini ve milli bayramlar vs.

 

 ETİKET:

 İnsanların, sosyal etkileşiminde işlemlerini yönlendiren bir normdur. Örneğin, sevdiğine bir hediye gönderme vs. Şerefine yemek verilen ev sahibinin sağına ya da soluna oturtulması vs.

 Niçin etiket?

 1-Diğer bütün insanlarla olduğu gibi belirli durumlarda standart bir takım prosedürlerin işlemesini sağlamak.

 2-İnsanlar arası sosyal mesafeyi sembolize etmektedir. Örneğin, cumhurbaşkanının kendine özel bir locası vardır.

 3-Sosyal mesafeyi devam ettirmek için fazla yakınlığın ve samimiyetin istenmediği hallerde, sosyal mesafenin devamını sağlıyor. Özellikle formel ilişkilerde etikete daha fazla uyarız.

 

 STATÜ VE ROL:

 Sosyal statümüz sevincimizi, üzüntümüzü belirlemektedir. Yani aynı fizyolojik bir durum; statü ayrımından dolayı farklı reaksiyonlara yol açmaktadır. Toplumsal ilişkimiz, statüler arası ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Herkes statüsünden beklenenleri yapar ve kişi statüsü gereği ne yapacağını bilir.

 Statüler bizim ayrıcalıklarımızı, görevlerimizi, haklarımızı belirlemektedir.

 Statü toplumda bir pozisyon, bir yerdir. Bireyin bulunduğu gruba göre statüsü değişir. Statüler daha bireyler gelmeden önce kurulmuş, belirlenmiş yerlerdir. Aynı zamanda kültürün bir parçasıdırlar.

 Rol ise statünün dinamik davranışsal yönüdür. Statüler işgal edilir oysa roller oynanır.

 Aynı statüleri işgal edenlerin, rollerini farklı oynadıklarını görüyoruz.

 Kurumsallşmış role statü diyebiliriz. Statüler ya sonradan ya da doğuştan kazanılırlar. Her bireyin toplum içinde birden fazla statüsü vardır.

 Karmaşık toplumların bir özelliği, bireylerin çok farklı statüler işgal etmesi ve statü ilişkilerinde bulunmasıdır.

KENT SOSYOLOJİSİ -2 (CİHAD ÖZÖNDER)

Pazartesi, Kasım 2nd, 2009

 

 Avrupa Endüstri İhtilali Öncesinde Şehirler ve Şehirleşme:

 

 Daha önce de söylendiği gibi şehirler, insanlık tarihinin yaklaşık son 5000 yılı içinde çevre, teknoloji ve sosyal faktörlere bağlı olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Buzulların çekilmesinden sonra dünya, coğrafya şartlarında büyük değişmeler olmuş, teknoloji sahasında meydana gelen ve geometrik diziler gibi yığılmalı bir artış gösteren gelişme ve değişme; şehirlerin ve şehir sosyal yapılarının çok hızlı bir şekilde oluşmasına ve evrimine yol açmıştır.

 Bununla birlikte teknolojik ilerlemeler 19. yüzyılda meydana gelen ‘Avrupa Endüstri İhtilali’ne kadar oldukça yavaş seyretmiştir. Bu nedenle şehirlerin gelişmesini incelerken durumu Avrupa endüstri ihtilali öncesi ve sonrası şeklinde ele almak daha doğrudur.

 

 Eski Türk Toplumlarında Şehir ve Şehircilik:

 

 Coğrafi çevre şartları diğer insan topluluklarında olduğu gibi Türk topluluklarının da sosyal yapılarının oluşmasında etkili olmuştur. Türklerin tarihi çok eski devirlerden beri varolmakla beraber İlk Türklerin anayurdu hakkında kesin bir fikir yoktur.

 

 Tarihçiler Çin kaynaklarına dayanarak Altay dağları çevresini ilk Türk anayurdu olarak kabul ederler.

 Sanat tarihçileri, kuzeybatı asyayı, kültür tarihçileri ise İrtiş nehri ile Urallar arasındaki bölgeyi ilk Türk anayurdu olarak kabul ederler.

 Son dilbilim araştırmaları, Türk anayurdunun Ural-Altay dağları arasında olduğunu hatta Hazar denizinin kuzeydoğu bazkırlarının esas Türk anayurdu sayılmasını ortaya koymuştur.

 M.Ö.2000 yıllarına ait bazı dil kaynakları bu durumu ispatlamıştır. Ayrıca orta Asyada, Kisele ve Çernikov tarafından yapılan arkeolojik kazılar M.Ö.2000 yıllarında önce de bu bölgenin Türklerin ilk anayurdu olduğu görüşünü kuvvetlendirmiştir.

 Bu bölgenin coğrafyası ilk Türk devlet anlayışına ve sosyal yapısına şekil veren özelliklere sahiptir. Çok geniş bozkırların, otlakların bulunduğu bu bölge, eski Türkleri, at gibi binek hayvanlarını tarihte ilk defa ehlileştirerek büyük ölçüde kullanmaya yöneltmiştir. İlk Türkler, at yardımı ile diğer hayvanlarını yetiştirirken, avcılıklarını da geliştirmişlerdir. Geniş topraklarda, hızlı hareket edebilme kabiliyeti kazanmışlar. Ata bağlı olarak gelişen, bu hızlı hareket edebilme durumu, çok geniş topraklar üzerinde devletler kurabilme olanağını vermiştir.

 “Bu ekolojik yapıya bağlı olarak gelişen sosyal yapı ‘atlı-hayvancı kültür’ adını almaktadır. ‘Göçebe Kültür’ adı da verilen bu kültür, buz çağının sona ermesi üzerine Baykal gölünden, Baltık denizine kadar uzanan geniş sahada gelişti. Bu kültürün başlıca özelliği, başlangıçta kemikten işlenmiş aletler ve yer değiştiren ‘balıkçı-avcı’ hayat tarzıdır. Buna ‘yontma taş-kemik kültürü’ de denir. Ural-Altay dil ailesine bağlı kültürlerin asli kültürü buydu. Bu kültürün etkisi Amerika ve güney asyada da görülür”. (ROSANY)

 

 Atlı göçebe kültürün daha doğrusu Altay kültürünün gelişmesi, dünya tarihi bakımından iki sahada önemli olmuştur:

 1-İktisadi bakımdan hayvancılığın geliştirilmesi.

 2-Büyük devlet kurma ve idare etme kabiliyetidir.

 Bu iki özellik birbirini tamamlamaktadır. Büyük hayvan sürülerini idare etmek, beslemek, geniş sokaklarda dolaşmak, hızlı hareket etmek ve bu arada merkezi idare ve sıkı dayanışma gibi özellikler Altay kavimlerinin büyük devletler kurmalarının temelinde yer alan özelliklerdir. Bu özelliklere bağlı olarak, bu sosyal yapıya mensup insanların görüş açıları çok genişlemiştir.

 “Atlı göçebelerin kendine has yaşayış tarzı büyük paraların ve sürülerin bakımı, büyük sürek avları, bir çeşit savaş idmanı sayılabilir.

 Teşkilatlanma, binicilik, tebaanın teşkilatlandırılması, yabancı komşuları haraca bağlamak için yapılan seferler bol fırsat sağlıyordu. Onlarda milli dayanışma duygusu, milli gurur ve bu gururun icabı kahramanlık çok erken gelişti. Bütün bunları Göktürk yazıtları çok iyi aksettirir”. (ROSANY)

 

 Toynbee’ye göre de göçebe-çoban yaşamı, bu insanlara ileriyi görüş, sorumluluk duygusu, fiziki ve ahlaki dayanıklılık gibi meziyetlerin yanında askerlik, idarecilik gibi özellikler kazandırmıştır.

 Eski Türk toplulukları, içinde yaşadıkları çevre şartlarının da bir ürünü olarak, geliştirmiş oldukları sosyal yapı açısından incelendiğinde, durumun yerleşme tipolojisi açısından dünya şartlarından farklı olduğu görülür. Eski Türk toplulukları, bir bakıma bugün anladığımız anlamda, yerleşik hayata oldukça geç zamanlarda geçmişlerdir. Bununla beraber eski Türk toplumları yukarıda belirtilen şehri meydan getiren şartların hepsini gerçekleştirerek aynı fonksiyonlara sahip ‘göçen şehir’ adını verebileceğimiz ve Batılı kaynaklarda misali görülemeyen bir sosyal olguyu yaşamışlardır.

 Bu safhaya gelmeden önce eski Türk toplulukları diğer insan grupları gibi daha küçük yerleşme birimlerinden geçmişlerdir. Tespit edilen ilk sosyal durum diğerlerinde olduğu gibi aile idi. Eski Türk sosyal hayatının çekirdeğini aile teşkil etmekteydi

 

 Radlof’a göre, “birbirleri ile yakın akraba olan ailelerin küçük sürüler için ortak ve bölünmez mülk hayatı önemlidir. Kendi yararlarına olan bu bağlantı, onları birbirine kenetler. Yalnız oturan akraba ve icablar nedeniyle yakın ailelerde birliğe katılınca en küçük sosyal birlik olan ‘aul’ meydana gelmiştir. Aul, yaz-kış birlikte yaşayan 6 ila 10 aileden oluşur. Aulun başı, içlerinde en zengin ve en kalabalık ferdi olan ailenin en ihtiyarıdır. Kışlakta birkaç aul bir araya gelir. Kışın sürülerin bir kısmı aula alınmadığı için onların korunması fazla adam kullanmayı gerektirir. Şiddetli kışın doğurduğu yoksulluklar büyük topluluklarda daha az hissedilir. Küçük oymaklar bu nedenle kurulur. Ancak kışa özgüdür ve yazın geniş alanlara dağılırlar. Aullar yine de muhtemel bir saldırıyı önlemek ve düşmana karşı koyabilmek için aralarındaki ilişkiyi muhafaza ederler”.

 Bu esasa bağlı olarak gelişen eski Türk yerleşmelerinde sosyal yapının temelini teşkil eden aileler, kanbağı ile birbirine bağlı üyeler, esirler, sığıntılar ve dağlı olanlardan meydana gelmekteydi. Aile reisi, bütün malın sahibidir. Ve aile fertlerine yapılacak işleri o gösterir. Aileye bağlı olarak, ‘ata erkil’ ve ‘dış evlilik’ (exogamy) esasına uygun ‘babayerli’(patrilocal) bir düzen vardı. Başka değişle yeni kurulan aileler erkek tarafından sayılırdı. Yeni gelen kedının kocasının ailesine hizmet eder ve onun malı sayılırdı. Onun için kadını babasından satın almak gerekirdi. Satın almanın bedeli olarak ‘kalıtım’ çeşitli etli hayvanlardan at, deve, koyun vs.den meydana gelirdi. Kadın kocasının mülkü sayıldığından, kocasının ölümünden sonra ‘leviratus’ adı verilen adet gereğince kalır ve kayın biraderi veya Moğollarda görüldüğü üzere kocasının diğer eşinden olan oğlu veya ailenin diğer bir ferdi onunla evlenebilir. Bu adet, Eski Türklerde ve Moğollarda yüksek tabakaya mensup aileler arsında yaygındı.

 Eski Türk sosyal yapısı, göç esasında teşkilatlanırken oldukça mükemmel bir sosyal organizasyonu da geliştirmiştir. Yazlık konaklar ve otluklar, bütün oymak veya aulun ortak malı olduğu halde, kışlık konaklar ‘feodal düzen’ ve ‘atüt’ten farklı olarak, ferdin mülkü sayılırdı.

 (Atüt= Asya Tipi Üretim Tarzı)

 

 Atütün karakteristik özellikleri:

 

 1-Atüt türü idare şekli dış etkilere dayanır. Marx’a göre, Asya toplulukları iç dinamizmden yoksundurlar. Bunlar üzerinde ancak dış etkiler değişim sağlayabilir.

 2-Atüt kabul edildiğinde daha önce sınıflandırılmış olan toplumların tek yönlü gelişiminin evrenselliği kabul edilmeyip çok yönlü gelişim sözkonusudur.

 3-Atütte sömürü olayı çok basittir ve önemsenmeyecek kadar azdır. Bu da kapitalist birikimin oluşmasını engellemektedir.

 Atütte mülkiyet, sistem olarak vardır. Ancak kişilere ait değildir. Derebeylik veya kralın mülkiyeti sözkonusudur. Toplum, küçük topluluklar, köy komünleri halinde kendi kendine yeter tarzda üretimle yaşamaktadır. Ayrıca toplumlar arasında işbölümü yoktur. Toplum içinde yalnız ziraat ve zanaat ayrımı vardır. Meta üretimi gelişmemiştir. Bu yüzden toplumlar arasında ticaret gelişmemiştir. Burada ihtiyaçlar için üretim sözkonusudur. İhtiyaçlarından fazla olan kısım, derebeyin ya da kralın eline geçmektedir. Bu da çok az olduğu için sömürü, ihmal edilecek kadar azdır.

 Atütte değer ve üretimi sözkonusudur. Ancak ihtiyaçtan fazla olan kısım, meta haline dönüştürülebilir. Bunun da yarıdan fazla olan kısmı devlete ayniyat olarak iletir.

 Zaman zaman elde kalan üretimin çok küçük bir kısmı paraya çevrilmektedir. Paraya ihtiyaç hemen hemen yoktur. Ve kapital birikimini teşvik edecek faiz sistemi de yoktur. Mülkiyetin kişilerde toplanmaması, meta üretiminin bulunmaması, paraya ihtiyacın bulunmaması, faiz sisteminin bulunmaması ve sömürünün de çok düşük düzeyde olması, feodal düzenden ve özellikle kapitalist sistemden de farklı olarak, atütte semaye birikiminin olmamasına yol açmaktadır.

 Komün tarzında idare sözkonusu olduğundan, topluluklar dağınık bir biçimde fakat hükümdarın emrinde yaşamaktadırlar. Devlet, kanunlar ve yönetim gücü tümüyle hükümdarın eli altında bulunmaktadır. Hükümdar, yönetimi sürdürebilmek için gerekli olan askeri veya polisiye güçleri ayniyat olarak aldığı ekonomik değerle beslemektedir.

 Atüt kabul edildiğinde görülüyor ki, Marx’ın sıralamış olduğu beşli aşama olgusu, evrensel olmaktan çıkmakta çoğulcu niteliğe bürünmektedir. Atütte dış etkiler sözkonusu olduğundan yani gelişim için kendi iç dinamiği yeterli olmadığından dışarıdan gelecek bir etkinin ne türde ve ne derecede olabileceği hatta bu etkinin ne zaman geleceği belli değildir.

 Bu bilgilerin ışığında Türk sosyal tarihinin Marxist şemaya uygun olmadığı gibi atüt özelliklerini de tam anlamıyla bünyesinde bulunduramayan kendine has bir evrimleşmeye sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.

 Zenginler kendileri daha hayattayken en büyük oğullarının bağımsız hale gelmelerini isterlerdi. Mallarının bir kısmını ona atırıp verirlerdi. Kışlık konak dar geliyorsa, büyük oğula yenisi satın alınırdı. Kendi kaynağı uygunsa her çocuğu için yer tahsis eder, mallarını da bölüştürürdü. En küçük oğul, baba yurdunun esas varisiydi. En sonunda bütün ağabeyler ayrıldıktan sonra küçük oğul baba yurdunda yalnız kalır. En çok himayeye muhtaç olan küçük oğulun örf ve adetlere göre korunması, zaruri bir geleneğe dayanır. Bu sosyal yapının temelini, aile teşkil etmekte fakat dışarıdan gelebilecek daha büyük tehlikelere karşı, aul birlikte hareket ettiği gibi yakın çevredeki aulları ve gitgide büyüyen bir sosyal organizasyonun birimleri olarak diğer sosyal gruplar devreye girmekteydi.

 Eski Türk sosyal yapısı, küçükten büyüğe yani aileden devlete genişlemekteydi.

 

 Üy (aile, ev)→AulOymakOkBoyBudunUlusİl (devlet)

 

 Ulus; birkaç boyun bir araya gelip, federasyon biçiminde birlikte yaşamasıdır. Bu şekilde kurulan sosyal organizasyon, göç esasında teşkilatlanmış çok büyük coğrafi sahalarda hareket edebilen, bir sosyo-kültürel yapıyı doğurmuştur. Bu sosyal yapı, daha önce bahsetmiş olduğumuz şehirleşmenin önşartlarından kısmen farklı sebeblerle, Türk topluluklarında oldukça uzun bir dönem devam etmiş ve türk topluluklarının yerleşik hayata geçişleri, çok uzun bir zaman dilimi içinde gerçekleşmiştir. Bununla beraber, Türk medeniyetinin gelişmesi açısından bir dezavantaj teşkil etmemiş aksine göçebelik, Türk toplulukları için diğer toplulukları idare edebilme kabiliyetini geliştirmiştir. Bu yapıya bağlı olarak, ilk Türk şehirleri kabul edebileceğimiz göçer şehirler hakkında birçok tarihi kaynakta bilgi bulunmaktadır. Mesela yazarının 12. Yüzyılda yaşamış olduğu anlaşılan bir coğrafya kitabında eski Türk şehirleri hakkında şunlar yazılmış:

 “Türklerin şehirleri azdır. Olanlar da büyük ve hayvan derisinden yapılmış çadırlardan oluşur. En büyük şehirleri ‘Hasorak’tır. Bu şehir sarp dağlar arasında kurulmuştur”.

 

 1304 – 1369 yılları arasında yaşamış olan kuzey Afrikalı Berberi kabilesinden olan seyyah İbn-i Batuta, yaşadığı yıllar içinde seyahat ettiği Türk şehirlerini şöyle anlatmaktadır:

 “Türkler kamp ve karargâhlarına ‘Orda’ derlerdi. Orda yerine varıp gördüğümüz zaman cami ve çarşılarıyla, halkıyla, mutfak bacalarından göklere yükselen dumanla yürüyen büyük bir şehirle karşı karşıya olduğumuzu anladım. Bütün Orda, atlarla çekilen ve konaklama için seçilen yere varıldığında hafif malzemeden yapılmış olan evler, çadırlar ve eşyalar indirilmekte bir anda çarşılar, mescitler ve obalar kurulmakta idi”.

 Göçen şehirlerin yanı sıra eski Türklerin çok eski zamanlarda devamlı yerleşmelere de sahip olduğu bilinmektedir.

 İlk Türk şehirleri bir çeşit kerpiçlerle yapılan barınaklar ve bunları çevreleyen sınırlardan ibarettir. Evlerin yapılışları tahta kalıpların arsına çamur doldurulur ve bunların tekmelenerek sıkıştırılması ve kurumaya bırakılması suretiyle gerçekleştiriliyor.

 İlk Türkçede Bugünkü şehir ya da kent kelimesinin karşılığı; ‘Balıg’ ya da ‘Balık’ idi. Bugünkü Türkçedeki ‘balçık’ kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Uygurlar bir yerde, kale veya sur yapılması içinde ‘balıklanma’ diyorlardı.

 Giderek yaygınlaşan ‘kent’ kelimesi, Soğutçadan Türkçeye oldukça erken zamanlarda geçmiştir.

 İlk Türk şehirlerinin ortaya çıkışıyla birlikte, sosyal yapı açısından tabakalaşmanın da meydana geldiği, yazılı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Eski Türk sosyal yapısı hakkında, ilk derli toplu bilgilerin bulunduğu Göktürk yazıtlarından Kültegin’in cenaze törenine çeşitli şehirlerden ‘ulus-budun’ların gelerek katıldığı anlatılmaktadır.

 ‘Ulus-Budun’; şehir halkı olarak kullamılmıştır. Daha sonra Uygurlar zamanında ise ‘Kend ulus’ olarak kullanılmıştır.

 

 Göçebe, hayvancı bir iktisadi yapı tarafından büyük ölçüde şekillenmiş olmakla birlikte, eski Türklerin hayvanlarının kışlık yemini temin etmek için, kısmen de olsa tarım yaptıkları bilinmektedir. Arkeologlar tarafından 10km uzunluğunda bir su kanalının harabeleri bulunmuştur. Ve bunun yapılış tarihi, M.Ö.1.yüzyıla kadar gitmektedir. Rus arkeologlarına göre bu bölgede, M.Ö. 1.yüzyıldan beri Göktürkler tarafından tarım yapılmakta idi. Göktürklere ait şehirlerin harabeleri de bulunmuş ve incelenmiştir.

 Isık göl (Kırgızistan’da) civarında Barshan harabeleri klasik Göktürk şehirlerine örnektir. Bundan başka Tanrı dağlarının kuzey eteklerinde Göktürkler çağına ait; Çargelan, Çumgal, Çaldıvar, Atbaş, Şirdag Beg, Menaheldi Türk şehirlerinin harabeleri özellikle Rus arkeoloğu Berştam tarafından II. Dünya savaşı yılları arasında incelenmiştir.

 Bu şehirlerin çoğu surlarla çevrilidir. Göktürk devletinden sonra bütün Türk boylarının fedaratif devlet anlayışına uygun bir şekilde hakimiyeti altına alan Uygur devleti (8 – 9. Yüzyıllar) döneminde Türklerin şehirleşmelerinin hızlandığı ve yaygınlaştığı görülür. Uygurlar çağında Türkler, yerleşik medeniyetin zirvesine çıkmışlardır.

 Doğu Türkistan’daki Karahoço, Karabalgasun, Beşbalık, Karaşar, Kaşgar, Hotan, Yerkent, Komul, Kulca, Urumçi, Kuça, Aksu, Suço, Kanço, Çerçan ziraat, sanayi, ticaret ve sanatta örnek seviyeye erişmiştir. Düzenli yollarla bu şehirler birbirine bağlanmıştır. Kanallar açılmış, en ıssız ve çorak yerlere kadar su götürülmüştür. Heykelcilik, resim, duvar resmi, kumaşçılık, halıcılık, çinicilik oldukça gelişmiş durmdaydı.

 Göktürk alfabesinden daha karışık olmakla beraber Uygur alfabesi Asyada oldukça yayılmıştır. 15. Asır Osmanlı divan kâtipleri arasında bile bu alfabeyi bile ve kullanan vardı.

 Cengiz ve Timur devletinde de bu alfabe yaygın olarak kullanılmıştır. Uygurlar yazılarını Göktürkler gibi ağaca değil kâğıda yazmışlardır. Türklerin tekelinde olan kâğıt sanayi, Uygurlardan öğrenilerek Bağdat’a geçmiş orada da gelişmiştir.

 Uygurların, Çinliler gibi matbaayı bilmeleri ve kullanmaları da edebi ve medeni gelişimlerinde rol oynamıştır.

 Göktürklere ait mimari eserler azdır. Uygur devrinden ise bol numuneler kalmıştır. Uygurlar şehirlerini surla çeviriyorlardı; surların yüksekliği 20 metreye kadar çıkıyordu. Uygur mabetlerinin oda ve salonları, renkli ve yaldızlı duvar resimleriyle süslüydü. Bu mabetlerde, yüzlerce yazma eser bulunmuştur.

 Orta asyada kurulan ilk Hun, Göktürk ve Uygur şehirlerinin savunma ve ticaret fonksiyonları arasında şekillendiği görülmüştür. Zamanla saat ve eğitim fonksiyonları da gelişmiş zamanımıza kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.

 İslamiyetin kabulünden sonra ortadoğu ve önasyaya gelerek büyük ölçüde yerleşik hayata başlayan Türk topluluklarının daha ziyade önceden kurulmuş olan şehirlerini ele geçirerek bunları kendi sosyal yapılarına uygun şekilde teşkilatlandırdıkları görülür.

 Mesela, hayvancılığın Türk şehir hayatındaki izleri günümüz Anadolu şehirlerinde de yaşanmaktadır. Bilindiği gibi tuz, hayvanlar için son derece önemlidir. Bu nedenle çok miktarda hayvan yetiştiren bölgelerde tuz ticareti de yaygındır.

 Şehirlerde tuz ticaretinin yoğunluğu bazı sokakların, ‘tuz pazarı’ diye anılmasına da neden olmuştur. Birçok Anadolu şehrinde bu isim hâlâ varlığını sürdürmektedir.

 Türklerin özellikle bir kısım Oğuzların yerleşik hayatı tercih edip, ziraat ve balıkçılıkla meşgul oldukları da biliniyor. Türklerin hayatında asıl makbul olan, göçebelik olduğundan, göçebe Oğuzlar, yerleşik Oğuzları ‘yatuk’ diyerek ayıplamışlardır. Ancak bu yatuklar belirli yerlerde oturduklarından Oğuzlar arasında yerleşik hayatı geliştirmişler hatta Oğuz şehirlerinin de temelini atmışlardır. Oğuzlara ait birçok ziraatçi yerleşmeler bilinmekle beraber bunların bir koruyucu sur içine alınarak adeta şehir niteliğine dönüşmesi daha geç tarihlerde (7-8. Yüzyıllar) görülür. Şehirler, geniş bir ziraat sahasının ortasında olup, çevresinde de ziraat yapılmıştır. Sık su kanalları da bu ziraati geliştiriyordu.

 Türk şehirlerinin etrafında şehir hayatı için gerekli zirai mahsüllerin yetiştiği bir mıntıka bulunuyordu.

 Kaşgarlı Mahmud, şehirlerin çevresindeki bu yeşil sahaya ‘kent kökü’ dendiğini söylemektedir. Ancak birçok şehirlerde bu çevrenin mahsülü yine de şehrin ihtiyacına yetmiyordu. Mesela Oğuz başkenti Yeni Kent’te diğer ziraat bölgelerinden nehir yoluyla hububat geliyordu.

 Eski Türk şehirleri ayrıca gıda sanayi, giyim sanayi ve maden işletmeciliği, ahşap işçiliği merkezi durumuna da gelmişlerdi.

  Türk şehirlerinin büyümesinin en önemli sebebi ise Türk ülkelerinin, eski zamanlardan beri dünya ticaretinin can damarını teşkil eden, Avrupa – Çin yolu üzerinde bulunmasıdır. Türk şehirlerinin varlığını ve yaşamasını sağlayan özelliklerin başında, ticari hayat gelmektedir.

 Asyanın büyük kervan yolları üzerindek canlılık, Türk şehirlerinin doğuşunu ve gelişimini sağlamıştır. Şehirlerin gelişimini sağlayan bu yolun 16. Yüzyıldan sonra işlemez olması, Asyanın önce ekonomik daha sonra da siyasi çöküşünü doğurmuştur. Anadolu da bu çöküşten kendini kurtaramamıştır.

 Anadolunun bugünkü şehirleri içinde, ilk yerleşme tarihleri M.Ö. 1000 yıl ve daha öteye gidenler bulunmaktadır. Birçok şehirlerin tarihini, Hellenistik tarihe kadar indiriyoruz. Gerçekten de İskender’den sonra ve Roma hakimiyeti sırasında, Andolunun geniş ölçüde şehirleştiği görülmektedir. Bizans hakimiyetinin sonlarında, orta ve doğu Anadoluda şehirlerin yavaş yavaş yokolduğu görülür.

 

 11. yüzyıldan sonra bu 1000 yıllık şehirler ülkesi Anadolu, çok güçlü göçebe eğilimli olan bir toplumun; Türklerin eline geçmesi ve Anadolunun çehresine damgalarını vurmasıyla, eski şehirlerin yapısal gelişimine hakim olmuş eğilimler, ortadan silinmiş oldu. Türkler tarafından Anadoluda kurulmuş büyük şehirler çok değildi. Fakat bugün eski yerleşmeler üzerinde devam etmiş şehirler de, Türkler tarafından kurulmuş olanlar da herhangi yapısal bir fark bulunmamaktadır.

 Anadoluya gelerek yerleşen Türkler, islamiyeti kabul etmiş oldukları için Arap kültürünün de kısmen tesiri altında kalmışlardır. Türk sosyal yapısı daha önce sahip olduğu değerlere ilave olarak, Arap ve Fars kültürleriyle iç içe yaşayarak

İslam medeniyetinden de etkilenmiştir. Şehir, Arapların hayatında fazla değer verilen bir nitelikte olmamıştır. Bununla beraber şehir, medeniyetin bulunduğu yerdir.

 Nitekim İbn-i Haldun, şehir hayatının tek medeni hayat olduğunu belirtmiştir.

 İslam dünyasında gelişmeleri açısından Mekke, Şam, Halep ve Kudüs gibi İslam öncesi olan şehirlerle Kûfe, Basra, Fustat, Kayrevan veya Medinetüz Zehra gibi yeni kurulmuş olanları birbirinden ayırmak daha doğru olur. Bu ikinci grup şehir, halifeler tarafından çok kere belli planlarla kurulmuş fakat daha çok bir hükümdarın içinde bulunduğu, tesadüfi koşullar sonucu ortaya çıktıklarından genellikle, hükümdarların ölümünden sonra ortadan kalkmışlar ya da başlangıçta birer askeri karargah niteliğinde olan, Basra ve Kûfe gibi ilk kuruluşlarındaki düzeni kaybetmişlerdir. Bu şehirlerin, ilk yapısal özelliklerinin sonraki gelişmede ne ölçüde etkili olduğu kolaylıkla tespit edilemez.

 Örneğin, ilk karargah şehirlerin bir Roma şehri veya askeri kamp gibi oluşunun sonraki konglomerasyonunun şekillenmesini yönlendirdiği iddia edilemez. Genel olarak bazı mimari farklar olmakla beraber, Arap dünyasının Mezopotamyadan, Fas ve İspanya’ya kadar uzanan ülkelerde benzer bir şehir düzeni yarattığı görülmektedir.

 Fiziksel ve sosyal yönden İslam şehirlerinin asıl büyük özelliği; mahallelere bölünmüş olmasıdır. Toplumdaki etnik ve dini farklar belki de bu bölünmeyi zorunlu kılıyordu. Böylece, her kabilenin ayrı bölüme sahip olduğu ilk karagahlardan, halife Mansur’un Bağdat’ına ve çok daha yeni zamanlara kadar mahalle, bir ünite olarak kalmıştır. Eski Şam’da olduğu gibi mahalleler bazen duvarlarla ayrılıyordu.

 Fiziki planlama bakımından, İslam dünyasının coğrafi yerinin yapı ve şehir biçimi üzerinde önemli etkisi olmuştur. İçeriye dönük ev, dar, gölgeli sokak, üstü kapalı Pazar yeri, çeşmeler ve su yolu sevgisi ve onların ihtimamla ele alınması İslam şehrinin iklime bağlı önemli özellikleridir.

 Ortaçağ İslam şehirlerinin hemen hemen hepsinde bulunan ortak unsur, şehir merkezinde bulunan Cuma camileridir.

 Sosyal yapının din temelinde şekillenmesi ve bütün sosyal etkileşmeler ağının ortasında ,bu sosyal kurumun bulunması Avrupa ortaçağ şehirlerinde de görülen bir özelliktir. Tapınakların çevresinde ticaret merkezlerinin, pazarların yerleşmesi de aynı şekilde İslam ve Avrupa şehirlerinde paralel olarak görülen bir özelliktir.

 İdare açısından ise İslam şehirleri ile daha önceki dönemlerde oluşmuş Roma ve Avrupa şehirleri arasındaki önemli bir fark vardır. İslam şehirlerinde, şehirlerin kendi kendilerini idare etmeleri sözkonusu değildi. Şehir içinde gruplar, mahalle esasında bir sosyal organizasyon ve çoğu zaman kabile, mezhep grubu veya etnik özellikler tarafından oluşturulmuş birimler halindeydi. Bu nedenle, orta doğuda Türk hakimiyeti artıncaya kadar, mahalleler İslam şehir hayatında önemli sosyal gruplar olarak varlığını sürdürdü.

 

 İslam öncesi, orta asya şehirlerinin oldukça düzgün bir plan içinde geliştileri bilinmektedir. Bu şehirlerde, yollar merkezden şehir surlarına doğru geometrik bir düzen içinde, yıldız şeklinde yayılmakta idi.

 Türk-İran şehirlerinde ise Türk devletlerinin merkezi hakimiyet fikrine uygun bir şehircilik anlayışı görülmekte idi. M.S. 8-9. yüzyıllardaki Türk-İran şehirleri başlıca üç elemandan meydana gelmekteydi:

 Bunlar ‘Şahristan’ adı verilen seçkinlerin ve zanaatkârların yaşadığı asıl şehir; şahristanın içinde saray ve idari binaların bulunduğu iç kale, şahristana bitişik olarak bulunan ‘Rabad’ ve ‘Birun’ adı verilen ticari faaliyet bölgesi ‘Kuban’ bu bu şehir sisteminin Türklerin Anadoluda kurdukları şehirlere de esas alındığı kanaati yaygındır.

 Anadolu şehirlerinin, Bizans dönemi sonunda, Türk şehirleri haline dönüşmesi de oldukça uzun bir zaman almış ve bazı sosyal kalıntılar günümüze kadar devam edebilmiştir.

 10 ve 11. Yüzyıllarda Bizans her yönden zayıflamaya yüz tutmuş arkasında ‘haçlı seferleri’ bu dağılmayı hızlandırmıştı.

 Daha 7. Yüzyıldan itibaren Anadolunun antik şehirlerinin kaybolmaya başlandığı bilinmektedir. Son zamanlarda bu şehirler, surlar içinde köyler şekline dönüşmüştü. Bununla beraber, zanaatkarların bir arada bulundukları mahalleler, azınlıkların mahalleleri ve Bizans dini yapısının bazı kalıntıları daha sonraki Türk hakimiyeti döneminde de devam etmiştir.

 Mesela şehirlerle, köyler arasındaki ekonomik ve dini bağların önemli tezahürlerinden biri olan, muhtelif azizlerin kutlandığı bayram, pazar günleri veya panayırların bir kısmı hâlâ Anadolunun bazı yerlerinde devam etmektedir.

 

  Anadoludaki şehirlerin Türk sosyal yapısına geçişleri üç safhada olmuştur:

 1-Bizans şehirlerinin fethedilmesi. İdarecilerin şehir merkezlerine ve asker ailelerinin de boşalan mahallelere yerleşmeleri. Türk olmayan halkın zamanla ya göç yoluyla ya da evlenme yoluyla eriyerek şehirlerin Türkleşmesi.

2-Yeni Türk şehirlerinin kurulması ki, bu şehirlerde çoğunlukla eski Bizans yerleşmelerinin yakınında, göçebe Türklerin ticaret maksadıyla yerleşmeleri, pazarlar kurmaları ve bu yerleşmelerin zamanla şehir fonksiyonuna sahip olması. Bu durumun en belirgin özelliği, ‘Ladoicea’ adlı Bizans yerleşmesinin yanına kurulmuş olan ve adını da bu şehirden alan; ‘Ladik-Denizli’ şehri teşkil etmektedir.

3-Göçebe Türklerin şehirleşmeleri ki, bu durumda müslüman dervişlerin kurdukları ‘tekke’ ve ‘zaviye’lerin çekirdek teşkil etmeleri ve zamanla bunların çevresinde, mahallelerin kurulması yoluyla oluyordu. Bununla beraber göçebelerin, yerleşik hayata geçişleri ve şehirleşmeleri oldukça uzun bir zaman almıştır.

 15. yüzyılın ortasından kalma; ‘Fatih kanunnamesi’nde halk; ‘Türk’ ve ‘şehirli’ olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Burada ‘Türk’ adı göçebe anlamındaydı.

 Göçebeler, şehir kenarında kurdukları pazarlara da aşiret veya oymaklar halinde yerleşmekteydiler.

 Bu yukarıdaki faktörler, halen Türkiye’nin şehirleşmesine tesir etmektedir. Halen devlet tarafından bazı aşiretlerin iskanı devam ettiği gibi gecekondulaşma olgusu, aşiret veya oymak geleneklerine benzer şekillerde aynı bölgeden gelen halkın, gecekondu bölgelerinde de bir arada meskenler yapmasına yol açmaktadır.

 

 Anadoludaki Türk şehirleşmesi, başlangıçta Bizans şehirlerinden faydalanmakla birlikte zamanla kendi sosyal kurumlarını da geliştirerek, kendine has bir şehir sosyal yapısı içinde dengelenmiştir. Zamanın devlet felsefesi, din esası içinde şekillendiği için, dini kurumları, şehir sosyal hayatının da temelinde görüyoruz. Eski kiliselerin, camilere çevrilmesi veya yeni yapılan camiler ve bunların giderlerini karşılamak üzere inşa edilen çarşı, han-hamam gibi vakıflar, din ve ticaret fonksiyonlarının birleşerek şehirleşmeyi hızlandırdıkları bugün bilinmektedir. Diğer taraftan, bugünkü anlamıyla eğitim kurumlarının, Türk-İslam devletlerinin hakimiyeti altındaki şehirlerde ortaya çıktıklarını görüyoruz. Devlete, idareciler yetiştirmek amacıyla, Büyük Selçuklu döneminde, 1066 yılında Bağdat’ta kurulan ‘Nizamiye Medresesi’ dünyanın ilk üniversitesi sayılmaktadır.

 Bağdat Nizamiye Medresesinin benzerleri, kısa süre içinde bütün diğer şehirlerde kurularak, ders programları ve konuları Osmanlılar dahil, bütün Türk-İslam devletlerinde yüzyıllarca takip edilmiştir.