Posts Tagged ‘Otorite’

EĞİTİM YÖNETİMİ -1

Pazartesi, Aralık 21st, 2009

  Örgüt; ortak bir çabayı gerektiren bir amacın gerçekleştirilmesi, birden fazla bireyin güç ve eylemlerinin birleştirilmesini, bütünleştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Yani örgüt; bireylerin kişisel güçlerini aşan amaçların gerçekleştirilmesini olanaklı kılan bir araçtır.

 Örgüt yoluyla bireyler, bireysel sınırlılıklarını aşarlar.

 Birey, hizmetinin karşılığını aldığına inandığı sürece örgüte hizmet eder. Örgüt de aynı şekilde, bireyden istediği hizmeti aldığı sürece bireyi çeşitli şekillerde ödüllendirir. Bireyle örgüt arasında, böylesine bir ilişki ve denge sözkonusudur.

 

 Bir örgütün varolması şu 3 ögenin olmasına bağlıdır:

 1-Birbirleriyle iletişimde bulunabilecek bireyler.

 2-Gerçekleştirilmesi gereken ortak bir amaç.

 3-Amacın gerçekleştirilmesine katkıda bulunma isteği.

 

 Örgüt amacını gerçekleştirdiği, etkili ve yeterli olduğu sürece varlığını korur.

 Örgütte etkililik; ortak amacın gerçekleştirilme sürecidir.

 Yeterlilik ise bireysel gereksinimlerin karşılanması ile ilgilidir

 Örgütün yaşam kaynağı, bireylerin ortak amaca katkıda bulunmaya istekli oluşlarıdır. Bu isteklilik de sözkonusu ortak amacın gerçekleştirilebilecek nitelikte olduğuna içten inanmak demektir.

 Örgüt amacını istenilen ölçüde gerçekleştiremediğinde, bireylerde ortak amaca katkıda bulunma isteği kaybolur. Bu durum, örgütün varlığı için zorunlu olan ögelerden birinin yok olması anlamına gelir ki, bu durumda örgütün varlığı tehlikeye girer.

 Eğer gösterilen çabanın sonunda elde edilen doyum, katlanılan özveriyi aşarsa, bireylerde ortak amaca katkıda bulunmaya isteklilik artar ve örgütsel etkililik gerçekleşir. Aksi halde, birey bu katkıyı sürdürmez. Bu bireysel doyumla, bireysel özverinin dengelenmesidir.

 Ortak amacın gerçekleştirilmesi, öncelikle bu amacın gerçekleştirilebilir nitelikte olmasına, bu amacı gerçekleştirme durumunda olan bireyler tarafından doğru olarak anlaşılmasına ve içten inanmalarına, gerçekleştirmeye değer bulmalarına bağlıdır.

 İletişim de bir örgütün temel ögelerinden bir diğeridir. İletişim olmadan anlaşılan ve benimsenen ortak bir amaç, böyle bir ortak amaca katkıda bulunmak isteyenlerin eşgüdümlenmiş bir çabası sözkonusu olamaz.

 Örgüt kavramı ile varolan diğer bir kavram da ‘işbölümü’dür. İşbölümü; toplu bir çabayı gerektiren bir işin çeşitli bireyler tarafından yürütülebilecek bir biçimde, ussal olarak kendi ögelerine ayrılmasıyla ifade edilebilir. İşbölümü, eşgüdümü gerektirir.

 

Eşgüdüm ise bireylerin ve grupların, çabalarını belli bir amacı gerçekleştirici bir etkinlikler bütünü oluşturmak üzere yapılan eylemlere denir. Belli bir amacı gerçekleştirme doğrultusunda, eldeki insan ve madde kaynaklarının bütünleştirilmesidir.

 Eşgüdümsüz ortak bir amaç doğrultusunda, iki ya da daha fazla kişinin bütünleştirilmiş düzenli bir çabası sözkonusu olamaz. Parçaların, bütünleşmiş uyumlu bir bütün olarak işlemeleri eşgüdümleme ile gerçekleştirilir.

 

İşbirliği, ortak amacı gerçekleştirmeye istekli olmayı ifade ederken eşgüdüm, ortak bir amaç doğrultusundaki bir etkinliğe katılanların birbirlerinin planlanmış davranışlarından haberdar olmalarıdır. Ortak bir amacı gerçekleştirmeye istekli olanların, güç ve eylemlerinin amaç doğrultusunda birleştirilmesi, bütünleştirilmesidir.

 İşbirliği, eşgüdümü olanaklı kılar ve eşgüdümle anlam kazanır. Eşgüdüm de ‘yetki’yle gerçekleştiriliyor.

 Yetki; bir örgütün itici gücüdür. Yetki olmadan bir örgütün amacı doğrultusunda insanların harekete geçmesi düşünülemez.

 Yetki, yasal güç, emir verme ya da eyleme geçme hakkı olarak tanımlanabilir. Yönetim açısından ele alındığında yetki, eyleme geçme ya da geçmeme konusunda, başkalarına emir verme hakkı olarak ifade edilir.

 Başka bir değişle yetki/otorite; gücün yasallaşmış şeklidir.

 

 Yetkinin kaynağı konusunda belli başlı 3 kuram bulunmaktadır:

 

1-Biçimsel yetki kuramı; bilindiği gibi parlamenter rejimlerde tüm yetkilerin kaynağı halk iradesini simgeleyen anayasadır.

 Halk iradesine dayanan yetkiler bürokratik örgütlerde yukarıdan aşağıya doğru aktarılır. Örgütteki makamlar, belli konularda emir verme hakkına sahiptirler.

 İşte yasal gücü, belli sınırlar içinde kullanma hakkının örgütteki makamlara verilmesi biçimsel yetki olarak nitelendirilmektedir.

 

2-Kabul kuramı; bu kurama göre yetkinin kaynağı, emir alan kimselerin o emri kabul edilir değerde görmeleri ve kabul etmeleridir. Astın kendisine verilen bir emri kabul etmesi, o emri meşrulaştırmaktadır.

 Bu kuram, emir verme hakkına sahip olan görevlilerin emir verirken çok dikkatli olmalarını, verdikleri emirlerin varolan yasa ve kurallarla uyumlu olmasına özen göstermelerini gerekli kılmaktadır.

 3-Yetenek kuramı; yetkinin kaynağı teknik bilgi ve beceridir. Bu da kişisel nitelikler ve yeteneklerle ilgilidir.

 Üstün bir teknik bilgi ve beceriden güç alan yöneticinin, etrafındakileri etkileyebileceği, kendisini kabul ettireceği ve bu yolla onlar üzerinde etkili olabileceği, emir verme hakkını etkili olarak kullanabileceği sayıltısı, yetenek kuramının özünü oluşturur. Aynı yetkiyle kimi az kimisi çok iş yapar.

 

 Yetki ile varolan bir kavramda ‘sorumluluk’tur. Bazen görev, bazen etkinlik bazen de yetki anlamında kullanılan sorumluluk kavramı, yönetimde görevi yapma zorunluluğu anlamını taşımaktadır. Sorumluluğun özünde, zorunluluk vardır. Belli bir amacın gerçekleştirilmesi doğrultusunda, yapılması zorunlu olan işlerin yapılmasını sağlamak için verilmiş olan, yetkilerin kullanılma zorunluluğudur.

 Yetki; yöneticinin belli davranışları gösterebilme hakkı, sorumluluk da yöneticinin belli davranışlarda bulunma zorunluluğudur.

 Yetkisiz sorumluluk, işlerin yapılmamasına, sorumluluğu aşan yetki de yetkinin kötüye kullanılmasına yol açabilir.

 Sorumluluk ve yetki kavramıyla ilgili bir konu da ‘yetki aktarılması’dır. Ancak bu nokta tartışmalıdır.

 Tartışma, yetkinin aktarılabileceği ancak sorumluluğun devredilemeyeceği noktasında yoğunlaşmaktadır.

 Sorumluluğun devredilmesi halinde, sorumlu olan kişinin bulunmasının zorlaşacağı, sorumluluğun örgütün en alt düzeyinde toplanacağı ileri sürülmektedir.

 Bir örgütte görevlerin gruplandırılması ve yürütülmesi, yetkinin aktarılmasını gerektirir. Yetki aktarmadan örgütlenmenin bir anlamı olmaz.

 

 Yetki aktarımında şu noktalara dikkat edilmelidir:

 

1-Yetki aktarımında, açıklık ve belirginlik olmalıdır. Aktarılan yetkilerin yazılı, açık ve sınırları mutlaka çizilmiş olmalıdır.

 2-Yetki, en yakın yönetimsel konumdaki görevliye aktarılmalıdır.

 3-Yetki aktaran yönetici, görevin yapılmasını denetleme sorumluluğunu kendisi üstlenmelidir. Yetki aktaran gerektiğinde, yetki ve görevleri yeniden üstlenebilmelidir.

 4-Yetki, sorumlulukla doğru orantılı olmalıdır. Sorumluluk; açık, anlaşılır ve ölçülebilir olmalıdır.

 5-Yetki aktarımında, kişinin yeteneği dikkate alınmalıdır.

 6-Yetki aktarımında esas amacın, görevin daha etkin biçimde yürütülmesi olduğu unutulmamalıdır.

 Bütün bunlara ek olarak; yetki aktarma durumunda olan bir yönetici, hangi yetkileri aktarması gerektiği konusuna dikkat etmelidir.

 

 Hiyerarşi:

 

 Formel örgütün yapısı ile ilgili önemli bir kavram da hiyerarşidir.

 Hiyerarşi; örgüt içindeki birimlerin düzenlenmesini, yetki dağılımını, sorumluluğu ve ve komuta zincirini ifae eder.

 Hiyerarşinin değişmez bir ilkesi, ast konumundaki her makamın mutlaka daha üst bir makamın yapısal denetim ve gözetiminde bulunması zorunluluğudur.

 Örgüt pramidinde hiyerarşi içinde tabandan tepeye doğru çıkldıkça yetki birikerek artmakta ve hiyerarşinin en üst basamağında yoğunlaşmakta, toplanmaktadır.

 Rol; bir örgütün en önemli analitik birimidir. Yönetimsel bir konumun dinamik yönü olarak tanımlanabilir. Daha açık olarak rol; belli bir konumda bulunan işgörenden beklenen davranışlardır. Rol, önemli ölçüde, rol beklentileri tarafından belirlenir.

 Rol beklentileri; bireyin belli bir örgütsel konumda bulunduğu sürece yapması ve yapmaması gereken davranışları belirtir.

 

 Formel örgütlerde oluşan informel (doğal) örgütler:

 

Bireylerin, formel bir örgüt içerisinde bir araya getirilmeleri sonucunda, doğal örgütlerin oluşması kaçınılmazdır.

 Formel örgüt içindeki, bireyler arası kendiliğinden ilişkiler, doğal örgütleri oluşturmaktadır. Buradaki kendiliğinden ilişkiler, görevsel olmayan ilişkileri ifade etmektedir.

 Gerçekte doğal örgütler, formel örgütten önce de vardır. Ancak bu doğal örgütler, formel örgütte ortaya çıkan doğal örgütlerle karıştırılmamalıdır.

 Her formel örgütün kuruluşuna öncülük eden, bir doğal örgüt vardır. Formel bir örgüt varsa onun içinde mutlaka bir doğal örgütte vardır. Birden fazla da olabilir.

 

Doğal örgütün varoluş nedeni, formel örgütte görevli bireylerle örgüt arasındaki ilişkide gizlidir.

 Formel bir örgütün, üyelerinin tüm gereksinimlerini sağlaması olanaksızdır. Her şeyden önce, formel örgütün belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere oluşturulmuş olması, bireysel gereksinimleri karşılama yeteneğini sınırlandırmaktadır.

 Bu durumda birey, formel örgüt tarafından karşılanamayan gereksinimlerini karşılayıcı başka bir kaynak aramaya başlar. İşte doğal örgütlerin oluşumlarının temel nedeni olarak bu arayış gösterilmektedir.

 

 Doğal örgütlerin nitelikleri:

 

 Doğal örgütlerde yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerine özgü bazı normlar oluştururlar. Bu normları, davranış normları olarak ifade edebiliriz.

 

 Norm; grup tarafından saptanan ve onaylanan davranış standartı olarak tanımlanabilir.

 Normlara uymayan doğal örgüt üyeleri, grup baskısı ile karşılaşırlar. Grup normları, üyeleri gerçek ya da olası dış tehlikelere karşı koruyucu bir rol de oynarlar. Bu amaçla geliştirilen grup normları vardır. Örneğin; bir iş yerinde işi sistematik olarak yavaşlatma, kaytarma gibi davranışlar doğal örgüt üyelerini koruyucu önlemler olarak nitelendirilmektedir.

 Herhangi bir örgüte katılan bir bireyin, iş akışının dengesini bozmaması konusunda gerekli uyarı doğal örgüt tarafından yapılır. Yani doğal örgüt, bireyin gayretkeşlik girişimlerini engeller.

 Doğal örgüt normlarının her zaman olumsuz, formel örgüt açısından engelleyici olması elbette sözkonusu değildir. Doğal örgüt normu, formel örgütte istenen yüksek verim ve üstün kaliteyi savunucu nitelikte de olabilir.

 Doğal örgütün grup normlarına uyumu sağlama konusunda üyeler üzerinde kontrol gücüne sahip olduğu kabul edilmektedir.

 

Bireyler neden üyesi bulundukları, doğal örgüt normlarına uymak isterler?

 

 Bireylerde, gruba bağlılık ve grup tarafından kabul edilme isteğinin çok yoğun olduğu bilinmektedir. Gruptan kopmamak amacıyla bireyler, grubun normlarına ve beklentilerine uymayı yeğlerler. Bu durum, grup üyelerinin grupla, grup normu ve beklentileriyle özdeşleşme eğiliminde olduklarını göstermektedir.

 Bireysel gereksinimlerinin karşılanmasında doğal örgütün bir desteğini gören bir bireyin, bu doğal grubun amacını benimsemesi çok doğal görünmektedir.

 Grubun amaçlarının benimsenmediği halde grubun diğer üyeleri tarafından reddedilmemek için kabul eder gibi görünme ve standartlara uyma durumları da vardır.

 Doğal örgüt normlarına, uymayan birey üzerinde uygulanan bir baskı türü; bireysel ilişkilerin kesilmesidir.

 Doğal örgütün bireyler üzerindeki etki derecesi, grubun birey açısından sahip olduğu çekiciliktir. Bu çekicilik derecesi arttıkça, grubun birey üzerindeki etki derecesi de artmaktadır.

 

Doğal örgüt, kendi liderini yaratır. Bir yönlendiriciye gereksinim duyan grup üyeleri, doğal liderlerini izlerler. Doğal gruplarda, farklı roller oynayan birden fazla lider bulunur.

 Doğal liderin, liderliğini sürdürebilmesi grubun beklentilerini karşılamasına, grup normlarına uymasına, grubu üyelerin yararları doğrultusunda yönlendirmesine bağlıdır.

 Kısaca grup açısından önem taşıyan hizmetlerin başarılı bir şekilde yürütülmesine bağlıdır.

 

Doğal örgütün, bireyler açısından statü sağlayıcı işlevi de vardır.

 Statü; bireyin grup içindeki toplumsal konumunun, grup arkadaşlarınınkinden farklılaşmasıdır. Bireyin sahip olduğu prestij toplamıdır.

 Statü, bireyler arası ilişkileri önemli ölçüde belirler. Bir örgütteki bireyin statüsünün belirlenmesinde iki etken rol oynar. Bunlar örgüt içi ve örgüt dışı etkenler olarak iki grupta toplanabilir.

 Örgüt dışı etkenler; cinsiyet, eğitim düzeyi, yaş, özgeçmiş ve kişilik özellikleridir.

 Örgüt içi etkenler ise unvan, maaş ve çalışma biçimi gibi etkenler gösterilebilir.

 

 Doğal örgütün formel örgüt üzerindeki etkileri:

 

 Geleneksel olarak yöneticiler doğal örgütleri, formel örgütler ve yönetim açısından tehlikeli görmüşlerdir. Ancak böyle bir algılamanın, her zaman geçerli olduğu söylenemez.

 Uygulamada, sözkonusu doğal normların genellikle iyi kaliteyi ve yüksek verimi vurguladığı görülmektedir. Durum böyle olunca doğal örgüt, formel örgütün amaçlarının gerçekleşmesine yardımcı olmaktadır.

 Doğal grubun yönetime yardımcı olacağından emin olan yönetici, daha fazla yetki devrinde bulunabilir. Sağlıklı bir yetki devri, yöneticinin yükünün azalmasını, önemli konulara daha fazla zaman ayırmasını sağlar.

 Doğal örgüt, formel örgüte ek iletişim kanalları sağlar. Dedikodunun geleneksel yöneticiler tarafından yıkıcı olarak değerlendirilmiş olmasına karşın, bugün dedikodunun örgütsel etkililiğe katkıda bulunabileceğine inanılmaktadır.

 Dedikodunun büyük kısmının doğru olduğunu gösteren araştırmalar bulunmaktadır. Dedikodu ve söylenti formel iletişim sisteminden daha çok haber taşır.

 Yapılan araştırmalar endüstri kuruluşlarında çalışan personelin % 10’u ile % 40’ının öğrendikleri doğru ve yanlış haberleri, iş arkadaşlarından öğrendiklerini göstermektedir.

 Doğal iletişimin diğer bir olumlu yönü; bireylerin doğrudan ya da dolaylı olarak işe katılmaları ve kararın ortaklaşa alınmasıdır.

 

 Doğal örgütün diğer bir işlevi, çalışma grubuna doyum ve kararlılık sağlamasıdır.

 Doğal örgüt bireye, bir gruba ait olma ve güven duygusu vererek bu konuda da önemli bir rol oynar.

 Yöneticinin yetersizlikleri, sınırlılıkları doğal örgüt tarafından giderilebilir.

 

 Doğal örgütün olumsuz işlevleri de vardır:

 

 Dedikodu ve söylentinin yıkıcı olarak da kullanılmasıdır. Söylenti; çarpıtılmış eksik bilgi ve haberin yayılması yoluyla yıkıcı bir rol oynayabilir.

 Söylenti; olguların, gerçeklerin yanlış ve eksik gösterilmesidir. Ussal deği, duygusaldır. Genellikle örgütün üst düzey yöneticilerinde gizlenir.

 Söylenti genellikle formel iletişim sisteminin yetersiz olduğu durumlarda daha güçlüdür.

 Ayrıca doğal örgüt, değişmeye karşı direnç de gösterebilir. Doğal grup, doğru ve değerli olduğuna inandığı kültürel değerleri destekler. Bu eğilim giderek statükonun korunması sonucuna dönüşebilir. Bu da örgütsel gelişmeyi engelleyici bir rol oynar.

 Doğal örgüt normlarıyla, formel örgüt normları çatışabilir.

 

Örgütsel bir olgu olan, doğal gruba karşı yönetim nasıl bir yol izlemelidir?

 

 Yöneticinin, doğal örgüte karşı olumsuz bir tavır içinde olması onu yok etmeye çalışması, sağlıklı bir yönetimsel davranış olarak nitelendirilemez. Böyle bir yaklaşım, sonuç almaktan uzak bir davranıştır. Bu durumda örgütsel etkililiğin gerçekleştirilmesi tehlikeye düşmektedir.

 Sağlıklı bir yönetimsel davranışın formel örgüte doğal örgüt boyutları Arasında ortak çıkarları karşılayıcı bir denge sağlaması beklenir. Yönetim, doğal örgütü tam kontrol edemeyebilir ama belli ölçülerde etkileyebilir. Bunu nasıl yapar?

 Doğal örgütün doğal yargılarını, normlarını grup üyelerinin gruba bağlılık derecelerini bilerek, bu noktalara gereken anlayışı ve saygıyı gösterek, yönetimsel süreçlerde bu olguyu dikkate alarak gerçekleştirebilir.

 Etkili bir işleyiş için, doğal örgütün gücünden yararlanılabilir. Başarılı bir yönetici grupla birlikte çalışmaktan çekinmez. Başarılı bir yönetici, bireylerin güçlerini çekinmeden ortaya koyabilecekleri güven verici bir hava yaratır.

 Formel örgütün hedefleri doğrultusunda birlik ve uyum sağlanırken, doğal örgüt yoluyla da gruptaki samimi ilişki, ekip çalışması ve üyelere doyum sağlama konularında dikkatli olunmalıdır.

 

 Sosyal sistem:

 

 Bu model, Getzels ve Guba’nundur.

 Formel örgütü, sosyal bir sistem olarak düşünebiliriz.

 

 Sosyal bir sistem ya da basit herhangi bir sistemde şu 5 öğe her zaman vardır:

 

 1-Girdi, 2-Süreç, 3-Çıktı, 4-Feedback (dönüt), 5-Sistemin yer aldığı çevre.

 Sürecin sonunda elde edilen çıktı/ürün, planlananın istediği doğrultuda değilse bu konudaki bilgilerin tekrar karar gücüne verilmesi(feedback) gerekir.

 Feedback; çıktıyı/ürünü kontrol etmektir. Bunun için de süreci izlemek.

 

 Her sosyal sistemin 2 boyutu vardır:

 

 1-Kurum, rol, rol beklentilerinden oluşan boyut. Buna ‘örgütsel boyut’ da diyebiliriz.

 2-Birey, kişilik ve eğilimlerden oluşan boyut. Buna da ‘bireysel boyut’ diyebiliriz.

  Bu görüşe göre, örgütsel bir ortamda bireylerin gösterdikleri davranış örgütsel boyutla, bireysel boyutun bir fonksiyonudur.

 Sürekli olarak, rol beklentileri ve eğilimler arasında rolle kişilik arasında, kurumla birey arasında, bir etkileşim vardır.

 

 Buradaki kurum, iki anlam ifade eder:

 

 1-Belli gereksinimlerin, sürekli olarak belli davranışlarla karşılanması anlamını ifade etmektedir.

 Eğer bir örgütsel ya da toplumsal gereksinim, sürekli olarak belli davranışlar göstererek karşılanırsa bu davranışlar zamanla belli bir yapıya kavuşur, kararlılık kazanır. Bu kararlılığa; ‘kurumlaşma’ adı verilmektedir.

 2-Kurumlaşan bu davranışların gösterilmesi için oluşturulan formel örgütler de ‘kurum’ olarak adlandırılmaktadır.

 Örneğin; eğitim hem bir kurum hem de formel bir örgüttür. Rol beklentileri rolleri, roller de kurumu yani formel örgütü oluştururlar.

 Kuruma, örgütün resmi boyutu da diyebiliriz.

 

 Modelle ilgili liderlik türleri:

 

 1-Nomothetic / örgütsel liderlik; kitaba göre davranan lideri ifade etmektedir. Yani kurallardan şaşmayan liderdir.

 Astların, bürokratik beklentilere tam olarak uymaları beklenmektedir. Bu lider kendi konumunu otoritenin merkezi olarak algılamakta ve bürokratik kuralları tüm astlara benzer biçimde uygulamaktadır. Kurallara kesinlikle uyum sözkonusudur. Örgütsel ödülleri ve cezaları duraksamadan uygulayan bir liderlik anlayışıdır. Ödül ve cezayla örgüte bağlılığı sağlamaya çalışmaktadır.

 Bu liderlik türünde temel varsayım şu:

 Eğer bürokratik roller, rasyonel olarak geliştirilmiş açıkça ifade edilmişse örgütün amaçları, bu esaslara göre etkili bir biçimde gerçekleştirilebilir. Öyleyse bu kurallara uyum zorunludur.

 

 2-İdiographic / bireye dönük liderlik; bu liderlik tipi örgütsel gereklilikler yerine, bireysel gereksinimler üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu liderlik, astlardan işleri kendi kendilerine yapmalarını beklemektedir. Bireylerin kendi kendilerini yönlendirmeleri beklenir.

 Temel varsayım şu; bireyler özenle tanımlanmış rollerin katı olarak uygulanmalarına gerek kalmadan da örgüt açısından uygun ve anlamlı bir davranış gösterebilirler.

 

 3-Transactional / durumsal liderlik; bu lider hem bireysel gereksinimleri hem de bürokratik beklentileri dikkate almaktadır.

 Doğal örgütü de dikkate alan bir liderlik anlayışıdır. Hem formel hem de doğal örgütten destek almaktadır.

 Bu liderlik tipinde duruma göre rol beklentileri ve bireysel gereksinimler arasında koşulların gerektirdiği bir dengenin sağlanması sözkonusudur.

 

 Özetlemek gerekirse, örgütsel lider; bürokratik yönelimlidir. Bireysel liderse; kişilik yönelimlidir. Durumsal liderse; durum yönelimlidir.

 Modele en uygunu durumsal liderliktir.

 

KURUMLAR SOSYOLOJİSİ

Pazartesi, Kasım 16th, 2009

 

 Bir kuruma üye olmak, sonradan edinilen bir statüdür. Çok nadir olarak, doğuştan kazanılır. Üye olunduktan sonra da, o kurumun normlarına uymak gerekir. Aksi halde kurumdan atılır. Her kurumun bir ismi ve sembolü vardır. Sembol, bir kurumu ya da kuruluşu diğer kurum ve kuruluşlardan ayırt etmek için içindir.

 Hemen hemen her kuruluşta iki örgüt vardır:

 1-Formel örgüt (resmi), 2- İnformel ( resmi olmayan) örgüt.

 Formel örgüt; statü ilişkisidir. Statüler bireyden bağımsızdırlar. İnformel örgüt ise kişilik ilişkilerine dayanır. Önemli olan statü değil, o statüyü işgal eden kişinin oynadığı roldür.

 Zamanla statü ilişkileri, kişisel ilişkilere dönüşebilir. Formel örgütte statüye bağlı olarak dışsal değerlendirme sözkonusudur. İnformel örgüt ise kişisel ilişkiye bağlı olarak içsel değerlendirme var.

 Formel örgüt ne kadar iyi örgütlenmiş olursa olsun, informel örgütten destek almadıkça başarılı bir kuruluş sayılamaz.

 Düşmanlık, şefkat, yakınlık duyguları informel ilişki içinde yeralır.

 Formel ilişkiye örnek; tanımadık herhangi bir dükkândan yapılan alışveriş.

 İnformel ilişkiye örnek; tanıdık, karşılıklı samimiyetin arttığı bir dükkândan yapılan alışveriş.

 

 Kurum – Kuruluş:

 Robert McIver’e göre kuruluş; herhangi örgütlenmiş bir gruptur. Grubun küçük veya büyük olması fark etmez.

 Kurum ise herhangi bir iş yapmanın örgütlenmiş şeklidir. Kurum, bir grup değildir. Kurum; formel olarak belirlenmiş, tanınmış ve istikrarlı bir şekilde toplumda herhangi bir faaliyetin yerine getirilmesidir. Yani kurum, bir iş yapmanın resmi örgütlenmiş hali, kuruluş ise örgütlenmiş gruptur.

 

 Kurumsallaşma:

 İnsanlar hayatlarının birçok devresinde birçok faaliyeti yerine getirir. Bunların bazıları kurumsallaşmıştır. Farklı toplumlar farklı faaliyetleri kurumsallaştırmıştır.

 Kurumlar işleyebilmeleri için daima belirli kuruluşlara ihtiyaç duyarlar. Kurumun olduğu yerde en az bir kuruluş vardır. Örneğin basın kurumunun kuruluşları çeşitli gazetelerdir.

 Kurumlar, kurulaşlar olmadan varolamazlar. Ve kuruluşlar da kurumsallaşmış bir şekilde işlerler. Yani kuruluşlar, temel ve ikinci dereceden fonksiyonlarını toplumda bilinen bir şekilde yerine getirirler. Genellikle bu durm karıştırılmaktadır. Bu karışıklığa meydan vermemek için, kurum mu yoksa kuruluş mu olduğunu anlamak için iki soru sorulur:

1-Her kuruluşun bir yeri vardır. Nerede?

2-Belirli bir kuruluşa üye olunabilir. Üye olunabilir mi?

 

 Örneğin aile, çocuk yetiştirmenin, nesli sürdürmenin ve eğitimin örgütlenmiş bir şekli olduğundan kurumdur. Tek tek aileler ise kuruluştur.

 Yine savaş ve koruma faaliyetlerinin örgütlenmiş bir hali olduğundan ‘ordu’ bir kurumdur. ‘Türk ordusu’ ise bir kuruluştur.

 Aynı şekilde eğitim de hem kurun hem de kuruluştur.

 Toplumlar karmaşıklaştıkça, kurumlar da farklılaşmaktadır. Bir toplumun kurumlarına bakarak o toplumun nasıl bir toplum olduğunu anlayabiliriz.

 Örneğin ortaçağ toplumlarında en etkin, en baskın kurum ‘din’ kurumudur. Dolayısıyla ortaçağ toplumları, dinsel toplumlardır.

 Yine eski Isparta toplumu ise ‘askeri’ bir toplumdur. Çünkü bu toplumda en önemli statüler, askeri statülerdir.

 Geleneksel Çin toplumunda ise en baskın kurum aile olduğundan bu toplumda da aile bağlarının çok kuvvetli olduğunu görüyoruz. Birey ailenin dışına itildiğinde yaşaması olanaksızdır ya da çok güçtür.

 Bir toplumun profilini çizmek, o toplumda en baskın en etkin kurumu ortaya çıkarmakla olur.

 Birçok kuruluş, bir tek kurumun faaliyetlerini yerine getirebileceği gibi, bir tek kuruluş da birçok kurumun faaliyetlerini yerine getirebilir. Örneğin üniversiteler, eğitim kurumunun faaliyetlerini yerine getirirken spor, tiyatro, folklor gibi örgütlenmiş kuruluşların faaliyetlerini de yerine getirmektedir.

 Bireyler hayatları boyunca birçok kuruluşlara katılmaktadır. Bu katılım bazen aktif bazen de pasif olmaktadır.

 Kuruluşlara katılım birey üzerinde büyük etkilere yol açmaktadır. Bir toplumdaki kuruluşlar, o toplumdaki birey sayısından daha fazla olabilir. Çünkü bir birey birden fazla kuruluşa üye olabilir.

 İdare kurumu; politik olarak örgütlenmiş karmaşık toplumlarda görülür.

 Devlet; politik olarak örgütlenmiş toplumdur. Hükümet ise politik olarak örgütlenmiş toplumun fonksiyonlarını ve görevlerini yerine getiren bir kuruluştur. Devletin fonksiyonlarını belirli bir süre için yerine getirmesi bakımından bir araçtır ya da bir kuruluştur.

 Hükümet, devlette daha az içeriklidir. Bir toplumun vatandaşları hepsi birlikte devleti meydana getirirler. Devleti idare edense hükümettir. Aslında devlet de bütün yurttaşlarını içeren politik bir örgüt olduğundan kuruluştur. Devlet, sivil toplumla eş anlamlıdır ve sürekli bir kuruluştur. İdare kurumunun faaliyetlerini yerine getiren bir kurumdur.

 Hükümet ise sürekli değil her seçimde değişen bir kuruluştur. Devleti temsil eden cumhurbaşkanının değişmesi, devletin değişmesi anlamına gelmez.

 İnsanlar arasında ‘idare etme’ nasıl doğmuş ve kurumsallaşmıştır?

 Bu konuda pek çok teori var:

 Bir teoriye göre idare etmek, ilahi güce dayandırılmaktadır. Kral, baştan bir takım kutsal niteliklere sahiptir. Bu nedenle kral, ilahi gücün yeryüzündeki temsilcisidir. Yani otoritenin gücü, idare eden güçten gelmektedir.

 Başka bir teoriye göre otorite kaynağını; kuvvette bulmaktadır. Güçlü veya kurnaz olma yeteneğine sahip olan, zayıf ve dürüstü egemenliği altına almaktadır. Adaleti kendilerine göre uydurmaktadırlar.

 Üçüncü teoriye göre ise Thomas Hobbes tarafından ortaya atılmış, J.J.Rousseau tarafından geliştirilmiştir. Hobbes’a göre insan, kavgacı ve güvenilmezdir. Bu durumu şöyle ifade eder; “insan, insanın kurdudur”. Bu durumdan kurtulmanın tek çaresi; bütün insanların doğal özgürlüklerinden fedakârlık ederek ve de sivil toplumun güvenliği için bir anlaşma yaparak otoritenin idare kurumuna devredilmesidir. Bu görüşe “sosyal kontrat” ya da “toplum sözleşmesi” denmektedir. İşte otorite/idare kaynağını bu sözleşmede bulmaktadır.

 Bu teorilerin hiçbiri evrensel olarak geçerli değildir. Çünkü idare, sosyal hayatın tabiatında vardır. İnsanın yaşadığı yerde bir sosyal düzen vardır. İşte idare bu düzenin bir yönüdür. Düzenin olduğu her yerde bir çeşit idare vardır. Düzen, idareden toplumun politik örgütünden önce gelmektedir.

 R.McIver, idarenin kökenini ailede keşfetmiştir. Ailenin, toplumun diğer kurulaşları ile ilişkisi ne olursa olsun kendine özgü bir kuralı ve düzeni vardır. Düzen ilk olarak ailede oluşmaktadır. Aile olmasaydı, dünyada düzen olmazdı.

 Kısaca idare, insanlık tarihi kadar eski bir olgunun kurumsallaşmasıdır. Sosyal düzenin kurumsallaşması idareyi ortaya çıkarmıştır. Örneğin haberleşmenin kurumsallaşması gazetecilik kurumunu, savaşın kurumsallşması ise ordu kurumunu ortaya çıkarmıştır.

 

 İdarenin fonksiyonları:

 

 İnformel normlar, formel kanunlara dönüşmüş, bu kanunların uygulanışı da idare tarafından sağlanmaktadır. Devlet idaresi bu amaçla kurulmuş kurumdur.

 Yani idarenin birinci fonksiyonu; üyelerin belirli normlara özellikle de kanunlara uymasını sağlamaktadır. Bu uymayı da baskı kullanarak sağlar. Baskı kullanmadan toplumun varlığını tehdit eden bireyleri kontrol altında tutmak çok zordur.

 Baskının, zor kulanımın meşru kullanımı, idarenin birinci fonksiyonunu meydana getirmektedir. Toplumda çoğunluğun huzurunu bozacak gruplara karşı, etkin bir kurumun bulunması gereklidir. Toplumda aynı zamanda menfaati birbiriyle çatışan gruplar da vardır.

 İdare, toplumun huzurunu bozacak olanlara karşı baskıyı, meşru bir şekilde kullanır.

 İdarenin ikinci fonksiyonu; bütün toplumlar diğer başka toplumlarla ilişki içindedir. Bu ilişki bazen dostça bazen de düşmancadır. Bu nedenle de toplumu bu düşmanca hareketlere karşı koruyacak merkezi bir koordinasyona, kurulaşa ihtiyaç vardır. Dolaayısıyla bu ihtiyaca cevap verecek olan da idaredir.

 Kısaca idarenin temel fonksiyonları; iç düzeni korumak ve dış tehlikelere karşı bekçilik etmektir.

 İdare denince yalnız formel yapısı, kanunları anlaşılmalıdır. İdare aynı zamanda bulunduğu toplumun bir aracı ve ondan kaynaklanan bir kurum olarak da düşünülmelidir.

 

 Aile kurumu:

 

 Kurum olarak baktığımızda aile; çocuk yetiştirme ve üremenin formalize edilmiş ve düzenlenmiş bir işlemidir.

 Kuruluş olarak aile ise bu faaliyetleri yerine getiren belirli ailelerdir. Herkes bir aileye üye olabilir ama aile kurumuna hiç kimse üye olamaz. Her ailenin belirli bir yeri var ama aile kurumunun yok. Toplumda kurumların en süreklilerindendir. Geçici olan belirli ailelerdir. Çünkü onu oluşturan üyelerinin, hayatları boyunca devam eder.

 ;ç,nde çocuk olarak bulunduğumuz aile ile içinde ana-baba olarak bulunduğumuz aile karıştırılmamalıdır.

 Çocuk olarak bulunduğumuz aileye; ‘oryantasyon ailesi’ denir. Ana-baba olarak bulunduğumuz aileye ise ‘üreme ailesi’ denir.

 Oryantasyon ailesi, irademiz dışıdır ve statümüz doğuştandır. Buna karşılık üreme ailesi irademiz içindedir ve kazanılan statü sonradandır.

 Oryantasyon ailesi yeni doğan bir çocuk için bir topluluk gibidir. Üreme ailesi ise bir kuruluştur. Biliçli olarak üyelerinin sayısı arttırılmıştır. Üreme ailesi de sosyal bir grup olmakla birlikte örgütlenmiş grup kriterlerini de içermektedir. Örgütü de devletin koyduğu kanunlarla işlemektedir.

 

 Aile biçimleri sınıflandırmaları:

 

 Aileleri bulundukları yere göre sınıflama:

 Anne tarafında ikamet eden aileye ‘matrilocal’, baba tarafında ikamet edene ise ‘patrilocal’ diyoruz.

 

 Ata soyuna göre aileler:

 Anne soyunu olan aile; ‘matrilineal’, baba soyunu alan aileye ise ‘patrilineal’ denir.

 

 Aileyi aldığı isme göre sınıflama:

 Ana adını alan aileye; ‘matronymie’, baba adını alan aileye ise ‘patronymie’ denir.

 

 Aileyi içeriğine göre sınıflama:

 Ana-baba ve çocuklarda oluşan aileye; ‘nükleer aile’, ana-babanın bir tarafından akraba olan aileye ise ‘kanbağı aile’ denir.

 

 Evlilik çeşitlerine göre yapılan sınıflama:

 

Tek eşlilik; ‘monagami’, çok eşlilik ise ‘poligami’ dir.

Policini; bir erkeğin iki ya da daha fazla kadınla evlenmesi.

Poliandre; bir kadının iki ya da daha fazla erkekle evlenmesi.

Endogami; grup / klan içi evlilik.

Egzogami; grup dışı, kabile dışı evliliktir.

 

 Ailenin fonksiyonları:

 1-Toplum içi fonksiyonlar.

 2-Birey içi fonksiyonlar.

 

 Toplum içi fonksiyonları:

 1-Türün devamlılığı.

 2-Seksüel kontrol.

 3-Koruma ve devamlılık.

 4-Kültür transferi.

 5-Statü kazanma.

 

 Birey içi fonksiyonları:

 1-Yaşam ve yaşamını sürdürme.

 2-Seksüel fırsat.

 3-Koruma ve destek.

 4-Sosyalizasyon.

 5-Toplumsal kimlik.

 

Bu sınıflama yapay bir sınıflamadır.

Aile hem toplum hem de birey için fonksiyonlarının yerine getirerek varlığını sürdürmektedir. Bu sayılan fonksiyonların standart bir sınıflaması yoktur. Bir görüşe göre bu sınıfların birbirine bağlılığı mantıksal olarak sınıflandırmak gerçek durumun zedelenmesine yol açar. Diğer bir görüşe göre bu fonksiyonların hepsi birbirinden bağımsızdır. Ve yine bu fonsiyonların her biri diğer toplumsal kurumlarca yerine getirilebilir. Bütün bu görüşlere rağmen ailenin fonksiyonları birlikte ele alındığında bu fonksiyonların yerine getirilmesinde aileden daha verimli bir kurum yoktur. Aile tarihteki evrenselliğini ve bireyin yaşamı üzerindeki büyük önemini bu açılardan dolayı korumaktadır.

 

 Türün devamlılığı:

 Karmakarışık bir üreme şekli toplumda karmaşıklığa yol açar. Başka hiçbir neden olmasa bile düzen açısından üreme süreci ailede kurumsallaşmıştır. Ailede bu konuda bir istikrarlılık görmekteyiz.

 Bütün toplumlar ailenin bu fonksiyonları ile ilgili oldukça katı normlar koymuş ve yaptırımlarla desteklemektedir. Örneğin, aile içi evlilik yasaklanmıştır.

 

 Seksüel kontrol:

 Seks tek başına aileyi açıklayamadığına göre şunu inkar edemeyiz ki, biyolojik gerçekle toplumsal plan arasında en yakın ilişkiyi ailede bulmaktayız. Aile en temel vücut fonksiyonlarının bile ifadeleri kültür ve kültürel normlarda bulduklarını göstermiştir.

 

 Devamlılık:

 Aile toplum için bir çocuk kazandırmaktadır. Bu devamlılık çeşitli şekillerde kurumsallaşabilir. Bunu devlet, hastaneler ve diğer kurumlar üzerine alabilir. Fakat hiçbiri bu fonksiyonları ailenin yerine getirdiği gibi iyi bir şekilde yerine getiremez. Belki devlet, ailenin sağlayabileceği maddi değeri daha iyi sağlayabilir. Fakat aile sosyal bakımla birlikte yakın, kişisel tepkileri içinde birleştirir. Bütün bu birleştirmeden dolayı çocuk yetiştirmede diğerlerinden daha başarılıdır.

 

 Kültür transferi:

 Çocuk ailesinin dışındaki topluma kendi ailesi içinde hazırlanır. Her ailenin kendine özgü alt kültürü varsa da o toplumun kültürü ailede yansır.

 Türk ailesinde yetişen birey, Türk kültürünü yansıtır.

 Aile çocuğu, topluma kazandırandır. Çocuğun yetişmesinde duygusal yönden en iyi fonksiyonu yerine getiren ailede sevgiyi, saygıyı, dürüstlüğü… çocuk ailesinde görür.

 

 Statü kazanma:

 Aile tabakalaşmış otorite ilişkisini de gösterir. Baba-oğul arasındaki ilişki; ‘otoriter’ ilişki, kardeşler arasındaki ilişki ise ‘ayrıcalık’ ilişkisidir.

 Bir toplumda karşılacağımız bütün statü ilişkilerinin hepsini ailede görüyoruz. Toplumsal statümüzü aileden almaktayız. Milliyet, din, sınıf, ikamet gibi statüleri doğuştan kazandığımız gibi sonradan da değişebilir. Toplumsal kimliğimizi bu statülerle kazanıyoruz.

 Aile, grup çeşitleri arasında, birincil sosyal ilişkilerin yaşandığı gruptur.

 

 Aile – devlet ilişkisi:

 

 Aile pek çok kurumla (eğitim, din, idare, sağlık vs.) ilişki içindedir. Ailede kuralları özellikle devlet koymaktadır. Devlet evliliği sadece iki bireye bırakmamıştır. Devletin bu konuda bir takım normları vardır. Örneğin, evlenmek için reşit olmak gerekir. Devletin aile üzerindeki kontrolü son derece sıkıdır.

 

 KÜLTÜR:

 Üç unsurdan oluşmaktadır:

 1-Düşünceler, fikirler.

 2-Maddi şeyler.

 3-Normlar.

 Düşünceler, felsefenin işidir. Maddi şeyleri de fizik incelemektedir. İnsanların diğer insanlarla ilişkilerini, kültürlerini, uyumlarını da sosyoloji incelemektedir. Yani normları sosyoloji inceler.

 Sosyal ilişkileri düzenleyen kurallara; ‘sosyal normlar’ diyoruz. Normlar, toplumsal beklentidir, toplumdaki davranışlarımızı idare eden kültürel bir özelliktir.

 Toplumsal normlar bireyin yaşamını kolaylaştırır ve birey bunlar üzerinde düşünmeden hareket eder.

 

 Normların birey için fonksiyonları:

 1-Karar vermemizi kolaylaştırmak.

 2-Karar verme zamanını azaltmak.

 3-Karşılaştığı böyle durumlarda hemen çözüm bulmasını sağlamak.

    Norların olmadığı yerde toplum da yoktur.

 

 Norm çeşitleri:

 1-Adetler,  2-Töreler,  3-Kanunlar.

 

 Normların sınıflandırılması:

 1-Normlar hem emredici hem de yasaklayıcıdır. Yasaklayıcı normlar; tabulardır. Emredici normlar; ne yapmamız gerektiğini söyleyen kurallardır. Örneğin; kırmızı ışıkta geçilmez” yasaklayan bir normdur.

 2-Normların bir kısmı; toplumca geçerli olan ‘komünal toplum normları’ diğerleri de ‘kurumsal normlardır’. Toplum ve kurum normları çatışabilir.

 

 Adetler / halk usulü (folk ways):

 Her toplumun kendine özgü bir takım adetleri vardır. Bu nedenle de her toplumun her toplumun değişik kültürü vardır. Adetelerin uygulanması için resmi yaptırım (kanun) yoktur. Fakat bütün bunlar yine de bizler tarafından yapılır.

 Adetler, evrensel bir nitelik taşır. Hiçbir toplum adetsiz varolamaz. Yani bir toplumun sosyal yapısını oluşturmada önemli bir yer tutar. Düzenliliği, istikrarı sağlarlar.

 

 Töreler:

 Adetlerden farklıdırlar. Bunlar da resmi bir yaptırım olmaksızın yerine getirilirler. Töreler daha toplumun refahı, ahlaksal davranışlarla ilgilidir.

 Bunlar da toplumdan topluma değişirler. Törelere uymayanlar, toplumun varlığını tehlikeye atanlar olarak görülür.

 

 Kanunlar:

 Her toplumun adetleri, töreleri olmasına rağmen hepsinin kanunları yoktur. Kanunlar, politik örgütü olan toplumlarda görülür. Kanunlar, devletin görevlendirdiği kanun koyucular tarafından yapılır. Kanunların yazılı olması ya da belirli bir şekilde kaydedilmesi gerekir.

 

 Yaptırımlar:

 Normların uygulanması için yaptırımlar şarttır.

 Yaptırımlar olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılır. Birey törelere uymadığında alay edilir. Uyduğunda ise ödüllendirilir. Spinoza, toluma ters fikirler öne sürmesi nedeniyle toplum dışına itilmiştir.

 Devletin yaptırımları kanunlardır. Kanunlar diğer normlardan farklı olarak çok açık-seçik olarak yazılmışlardır. Bir suçun cezasının ne olduğu açıkça bellidir.

 Hukuksal normların da sosyal normların da ortak amacı; kurallara uymayanları toplumdan tecrit etmektir.

 Devlet normları, baskıyı meşru olarak kullanabilen tek güçtür.

 

 Normlar arası ilişki:

 Adetlerin, törelerin, kanunların uygulanması için yaptırımları vardır. Kanunlar kaynağını adetlerde ve törelerde buluyor. Kanunlar onların resmi olarak karşımıza çıkmasıdır. Törelerin, adetlerin değiştiğini ondan sonra kanunların değiştiğini görüyoruz.

 Bazen kanunlarla; töreler, adetler çatışmaktadır. Adet değişmiştir fakat kanun hâlâ devam etmektedir.

 Bazen de istisna olarak, kanun konmuştur ancak toplumda adet haline gelmemiştir.

 Töreler adetlerden, kanunlarsa hepsinden daha fazla zorlayıcıdır. Ancak bazen töreler, kanunlardan daha zor çiğnenir, cezası kanunda çok ağır olmasına rağmen. Örneğin, kan davası.

 Bir görüşe göre adetlerin ve törelerin yeterli olduğu yeterli olduğu toplumda kanunlar gereksizdir. Adetler ve töreler yetersiz olduğunda kanunlar şarttır.

 

 Normlara niçin uyarız?

 Toplumsal ya da hukuksal yaptırımlar nedeniyle uymak zorundayız aksi halde cezalandırılırız. Ya da onaylanmak, ödülü almak için uyarız. Topluma uyum sağlamak bazen de alışkanlık olduğundan. Toplum normları, bizi öyle doktrine ediyor ki, hiç düşünmeden toplum normlarını yerine getiriyoruz. Çocuk, normlara şartlandığından tek yol bu olmakta, uymama gibi bir seçeneği yok.

 Sosyal ilişkilerde bize yol gösterdiği ve sosyal etkileşimi kolaylaştırdığı için uyarız.

 Bütün ntoplumlarda iki tip örüntü vardır; ‘ideal örüntü’ ve ‘gerçek örüntü’.

 İdeal örüntü; her bireyin toplumdaki normlara en iyi şekilde uymasıdır. Bunun sonucunda ortaya çıkan kültür de ‘ideal kültür’ olmaktadır.

 Gerçek örüntü; yukardaki durum her zaman için mümkün değil, uyumlarda farklılıklar olmaktadır. Uymayanlar da vardır. Bunun sonucu oluşan kültürse ‘gerçek kültür’dür.

 Bir birey karmaşık bir toplumdaki bütün normlara uymaz. Sadece kendi grubunun normlarına uyar. Her toplum çeşitli gruplardan ve bunların farklı normlarından oluşur. Bir grubun normu başka bir grubun normu ile çatışabilir. Normları olmayan bir sosyal grup yoktur.

 Bireyin grup normlarına uyma nedeni ise birey grupla birlikte kimlik kazandığı içindir.

 

 MODA:

 İnsanların uymaya çalıştığı bir normdur. Moda, karşıt eylemlere cevap veren bir araçtır. Hem uyma arzumuzu hem de diğerlerinden farklı olmamızı sağlayan bir araçtır. Bir norm etrafında farklılıklar dizisidir.

 Moda, çeşitli alanlarda karşımıza çıkmaktadır. En belirgin alanı ise giyimdir.

 Moda, bir nevi monotonluğa karşı geliyor ve bireyler arasında kişiselliği ön plana çıkarıyor. Bireyler arasında farklılığa izin veren bir araçtır.

 İnsan modaya fazlaca uyduğunda ise kendi grubu tarafından alaya alınıyor, olumsuz tavırlarla karşılaşıyor. Her grubun kendine göre bir zevk ve beğenisi vardır.

 Ünlü Fransız sosyoloğu Gabriel Tarde, taklidin önemi üzerinde durarak, adetle moda arasındaki ayrımı şöyle açıklamıştır:

 “Adetlere uymakla biz atalarımızı taklit ediyoruz, modayla ise çağdaşlarımızı taklit ediyoruz”.

 Edward Sapir ise modayı şöyle tarif ediyor:

 “Moda, adetlerden belirli ölçülerle ayrılmasından doğan bir adettir”.

 Robert McIver’e göre ise “moda, sosyal olarak kabul edilmiş farklılıklar dizisidir. Bir şeyin adet olması lazım ki, biz onda farklılıklar görebilelim”.

  Modayı her alanda; insanların zevkinde, giyimde, müzikte, resimde, yaşam felsefelerinde, mesleklerde, araçlarda, edebiyatta, bilimde, dinde, filmlerde, sporda, hastalıklarda, yediklerimizde-içtiklerimizde kısaca her alanda görmekteyiz.

 

 TÖRENLER:

 Sosyal bir normdur. Tören yapılmasının nedeni, bizim için önemli bir olayı topluma duyurmak için. Örneğin, evlilik, açılış vs.

 Törenlerde yaşanan sevinç, mutluluk, üzüntü gibi duygulardır. Törenler bizim için bir dönemini gösteren olaylardır. Yeni bir döneme geçişte istikrar sağlıyor.

 

 RİTLER:

 Bütün topluma açık olmayıp, belirli grupların kendilerine özgü törenlerdir.

 

 RİTÜELLER:

 Belirli dönemlerde devamlı olarak tekrarlanan seronimlerdir. Örneğin, her yıl belirli tarihlerde kutlanan dini ve milli bayramlar vs.

 

 ETİKET:

 İnsanların, sosyal etkileşiminde işlemlerini yönlendiren bir normdur. Örneğin, sevdiğine bir hediye gönderme vs. Şerefine yemek verilen ev sahibinin sağına ya da soluna oturtulması vs.

 Niçin etiket?

 1-Diğer bütün insanlarla olduğu gibi belirli durumlarda standart bir takım prosedürlerin işlemesini sağlamak.

 2-İnsanlar arası sosyal mesafeyi sembolize etmektedir. Örneğin, cumhurbaşkanının kendine özel bir locası vardır.

 3-Sosyal mesafeyi devam ettirmek için fazla yakınlığın ve samimiyetin istenmediği hallerde, sosyal mesafenin devamını sağlıyor. Özellikle formel ilişkilerde etikete daha fazla uyarız.

 

 STATÜ VE ROL:

 Sosyal statümüz sevincimizi, üzüntümüzü belirlemektedir. Yani aynı fizyolojik bir durum; statü ayrımından dolayı farklı reaksiyonlara yol açmaktadır. Toplumsal ilişkimiz, statüler arası ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Herkes statüsünden beklenenleri yapar ve kişi statüsü gereği ne yapacağını bilir.

 Statüler bizim ayrıcalıklarımızı, görevlerimizi, haklarımızı belirlemektedir.

 Statü toplumda bir pozisyon, bir yerdir. Bireyin bulunduğu gruba göre statüsü değişir. Statüler daha bireyler gelmeden önce kurulmuş, belirlenmiş yerlerdir. Aynı zamanda kültürün bir parçasıdırlar.

 Rol ise statünün dinamik davranışsal yönüdür. Statüler işgal edilir oysa roller oynanır.

 Aynı statüleri işgal edenlerin, rollerini farklı oynadıklarını görüyoruz.

 Kurumsallşmış role statü diyebiliriz. Statüler ya sonradan ya da doğuştan kazanılırlar. Her bireyin toplum içinde birden fazla statüsü vardır.

 Karmaşık toplumların bir özelliği, bireylerin çok farklı statüler işgal etmesi ve statü ilişkilerinde bulunmasıdır.

DEVLET FELSEFESİ-2

Pazar, Ağustos 16th, 2009

E.CASSİRER’İN ‘DEVLET EFSANESİ’NDEN;

Machiavelli’nin “MODERN LAİK DEVLET” GÖRÜŞÜ:

Cassirer’e göre Machiavelli, skolastik gelenekten tümüyle kopan ilk düşünür olup, bu geleneğin temeli olan hiyerarşik dizgeyi de (aşağılara yayılmış ve yayılan gücün kaynağının yukarıda olduğu ve bu nedenle de gücün tek sahibinin tanrı olduğu anlayışı) yıkmış bir düşünürdür.

Ortaçağ düşünürleri, St.Paul’ün “tüm güç tanrının gücüdür”, sözünü tekrarlayıp durmuşlardır. Devletin tanrısal kökenli olduğu genellikle kabul edilmiştir. Bu görüş, Rönesans başlangıcında da bütün canlılığını korumaktaydı. Dünyasal gücün en kuvvetli savunucuları dabu ilkeyi yadsıma cesaretini gösteremediler. Machiavelli’ye göre gelince o bu ilkeye saldırmaz bile onu bilmezlikten gelir. O siyasal gücün tanrıdan tanrıdan gelmediğini görmüştür.

Machiavelli, yeni prensliklerin kurucuları olan kimseleri görmüş ve bunları dikkatle izlemiş, sonunda yeni prensliklerin gücünün tanrıdan gelmediğini hatta böyle düşünmenin bile saçmalamaktan başka bir şey olmadığını anlamıştır.

Krallara, haklarının kutsal bir kökeni varmış gibi davranmanın gerçekte hiçbir sağlam temeli olmadığını gören ilk düşünürlerdendir.

Rönesansın yeni kozmolojisinde ve yeni siyaset biliminde aşağı ve yukarı arasındaki ayrım ortadan kalmıştır.

Aşağı ve yukarı dünyalar için aynı ilke (evrenin ayrıcalıklı bir noktasının olmadığı) ve doğal yasalar geçerli olmaktadır.

Laik devlet, Machiavelli’nin yaşadığı dönemden çok önceleri de vardır. Siyasal yaşamın tam anlamıyla laikleşmesinin en erken örneklerinden biri II.Frederick tarafından İtalya’nın güneyinde Machiavelli, ‘Hükümdar’ı yazmadan üç yüzyıl önce kurulmuştu.

Bu tamamen yeni ve ortaçağın başka bir örneği olmayan bir olgusu idi. Ama bu henüz kuramsal anlatımına ve haklı nedenlerine kavuşmamıştı.

Freedrick, siyasal eylenmlerinde modern olduğu halde düşünceleri yönünden kesinlikle modern değildir. “Baş kafir” sayılıp iki kez aforoz edilmesine rağmen o, tanrıyla doğrudan kişisel ilişki kurmak istemektedir.

Machiavelli’ye göre ise tüm mistik görüşler akla aykırıdır. Onun kuramında önce teokratik düşünceler ortadan kaldırılmıştır. O kiliseye karşıdır ama din düşmanı değildir. Hatta dinin toplumsal hayatın zorunlu ögelerinden bir olduğuna inanmaktadır. Bu nedenle din. Machiavelli’nin dizgesinde bile zorunludur. Ama kendi başına bir erek değildir. Din, ancak iyi bir düzen ortaya koyarsa iyidir. Böylece dinin trancendent bir nesneler düzeni ile hiçbir ilişkisi kalmamış ve tüm tinsel değerlerini yitirmiştir. Laikleşme süreci, erginleşmesinin sonuna gelmiştir. Çünkü laik devlet, artık yalnızca olgusal olarak değil, aynı zamanda hukuksal olarak da vardır. Ve kesin olarak, kuramsal meşruiyetine kavuşmuştur.

HEGEL’İN ‘DEVLET’ ANLAYIŞI   (ÖNAY SÖZER):

Hegel’in devlet anlayışı, onun tarih anlayışında çıkar. Hegel, tarihsel yaşamdan, devletin dışında ve devletten önce bahsedilebileceğini yadsır.

Devlette, genel irade ile bireysel irade tam bir uyum içindedir. Devlet, doğrudan doğruya genel iradenin gerçekliğidir. Bu iradenin, somut bir varlık kazanmasıdır.

Devlet, bireysel iradelerin bir toplamı değil, akıllı, canlı bir bütündür. Devlet, aklın kendi özüne en uygun, en yakın olarak kendini geçekleştirdiği bir formdur.

Bu nedenle devlet, kendiliğinden akla uygun bir varlıktır. Tek tek devletlerin birbirlerinin karşısına egemen varlıklar olarak çıkarlar. Aralarındaki ilişkiler ancak gerkliliğe dayanabilir. Devletler, kendi üstlerinde bir güç olmadığından aralarındaki anlaşmazlıkları savaşla hallederler.

Herbiri kendi özel yararına dayanan devletler için en son yargıyı tarih verir. Tarih, yüksek dünya mahkemesidir. Devletlerin, ulusların, hak ve alın yazılarını belirleyen; dünya tarihidir.

Tarih, dünya geistının özgürlük bilincine doğru sürekli olan diyalektik bir ilerlemedir. Bu ilerlemede her dönemin temsilcisi, tarihi bir ulustur. Her tarihi ulusa, geistın bir amacını gerçekleştirecek bir ödev ayrılmıştır. Ödevini yerine getiren ulus tarih sahnesinden ayrılır. Yerini geistın bundan sonraki amacını yerine getirecek olan başka bir ulus alır.

Nasıl uluslar ile devletler anlamlarını tarih denilen bağlam içinde kazanırlarsa, tek tek kişiler de anlam ve belirlenimlerini devlet içinde kazanırlar. Devlet, tek tek kişilerle konuşup, iş görür. Bu nedenle bireyler de, devlet için alet ve araçtırlar. Bu durum, büyük kişiler için de geçerlidir.

Tarih onları, kendi amaçları emrinde bir araç olarak kullanır. Onları kendi tutkuları peşinde koştururken, bu arada kendi isteğini de gerçekleştirir.

Buna erişince de onları bir kenara atar. İşte bu ‘aklın hilesi’dir.

Kendini, tüm varlık olarak açan geistın, gelişmesindeki en son, en yüksek aşama ise; ‘mutlak geist’tır.

Mutlak geist, sırayla sanat, din, felsefede kendini gerçekleştirir. Tarih boyunca, sayısız devlet birbiri ardından ortaya çıkmış ve görevlerini yerine getirdikten sonra göçüp gitmişlerdir. Devletlerin ölümlü oluşuna karşılık sanat, din ve felsefe ölümsüzdürler. Bunlar da geistın, bütün insanlık tarihi boyunca uzayıp giden bir bir gelişmesini buluruz.

Bu ölümsüzlük, geistın özüne en uygun olan bir formdur. Bu nedenle geist, ereği olan kendi bilinç ve özgürlüğüne, en yetkin olarak ‘mutlak geist’a, bunun da en son basamağı olan ‘felsefe’de ulaşır.

M.SOYSAL’IN “100 SORUDA ANAYASA”:

Anayasa deyince ne anlaşılır? Ne anlamak gerekir?

Anayasa, öyle bir yasa ki, devletin temel yapısını ve bu yapının başlıca işleyiş kurallarını göstermekle kalmayıp, aynı zamanda çıkarılacak yasaların uymak zorunda olduğu temel ilkeleri de gösteriyor. Bu temel ilkeler ise çoğu zaman, vatandaşların hakları ve özgürlükleri için yapılan uzun uğraşların sonunda ortaya çıkmıştır. Onun için anayasalardaki temel ilkeler daha çok vatandaşların temel hakları ve özgürlükleri ile ilgilidir. Bu bakımdan bir devletin anayasası, vatandaşların temel haklarını ve özgürlüklerini koruyan başlıca belge oluyor.

Yalnız şunu da unutmamak gerekiyor; bir devletin kuruluşuyla genel yapısıyla ilgili işleyiş kuralları, vatandaşların temel hak ve özgürlükleri hep anayasa adını taşıyan metinlerde gösterilmezler.

Anayasaların bir de ‘bükülgen-bükülmez’ diye birbirinden ayrıldığı görülür. Bu terimler anayasanın değiştiriliş biçiminden doğuyor. Anayasaların değiştirilmesini sıkı kurallara bağlamış olan devletlere, “bükülmez anayasalı devlet”, sıkı kurallara bağlamamış olan devletlere ise “bükülgen anayasalı devlet” denir.

Unutmamak gerekir ki, anayasa değişikliği yapmak isteyenler, hukuk kurallarının ötesinde örneğin kamuoyunun ve örgütlenmiş güçlerin tepkisini göz önünde bulundurmak zorundadır. Siyasal partiler başta olmak üzere, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları, üniversiteler, anayasa değişikliğinde bireylerin tepkilerinden daha da etkili olurlar.

Anayasaların değiştiriliş gibi yapılışları da çoğu zaman toplumsal güçlerin tam bir denge içinde bulundukları sırada olmaz. Anayasaların birçoğu, bir ihtilalin ya da yerleşik düzeni altüst edici büyük bir olayın arkasından yapılır. Bu gibi durumlarda ister istemez o ihtilali ya da o büyük olayı gerçekleştiren güçlerin çıkarları birer anayasa ilkesi niteliğine bürünür.

Örneğin 1982 anayasası, 12 Eylül hareketinin ardından siyasal partilerin kapatıldığı bir ortamda bir danışma meclisinin katılmasıyla doğrudan doğruya silahlı kuvvelerin üst komuta düzeyindeki güçlere uygun olarak yapılmıştır.

Aslında anayasa yapmak da, değiştirmek de sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.

Anayasa yapıcılığındaki hüner, toplumsal dengeyi daha doğrusu toplumsal güçlerin gelecekteki gelişmelerini gözönünde bulundurabilmektir.

“Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”nden ne anlamak gerekir?

Bu hüküm her şeyden önce, bölücülük hareketlerine bir tepki olarak anayasaya girmiştir. Bölünmezlik ilkesi, anayasa hukukunda, egemenlik kavramıyla birlikte ele alınması gereken bir ilkedir.

Egemenlik, en yüksek karar ve eyelem gücüne sahip olmak, başkasının otoritesi altında bulunmamak, otoriteyi başkasıla paylaşmamak demektir. Egemen devlet, kendi ülkesi üstünde en üstün güç olduğu için, yine o ülke üzerinde başka devletlerin otoritesine tabi değildir. Ve başka ülkelerle bağlantılı duruma gelmesi ancak kendi iradesiyle olur.

Fransız ihtilalcilerinin, “egemenlik bölünmez” deyişleri, devletle bütünleşmiş olan ulusun egemenliği, başka herhangi bir güçle paylaşmayacağını belirtmek içindir.

Ulusal devletin toprak unsuru ‘ülke’, insan unsuru da ‘ulus’tur. Ülke ve ulusun bütünlüğü, ‘ulusal devlet’i meydana getirir. Bu anlayış içinde; ülke, ulus, egemenlik ve devlet kavramları birbirinden ayrılmayan, ayrılmaması gereken bir bütünlük oluşturmuşlardır.

Bölünmezlik ilkesi, bölgeciliğin bölücülüğe dönüşmesini önleyecek olan en önemli ilkedir.

Bölünmezlik ilkesinin, anayasa hukuku alanında yarattığı zorunluluklar, olanaksızlıklar, yasaklamalar şunlardır:

1-Vatan toprağının devredilemezliği; ülke, ulusla egemenlikle ve devletle bütünleştiği için rastgele bir toprak olmaktan çıkmış, vatan toprağı niteliğini kazanmıştır. Başkasına devredilemez. Bir bölümünü başkasına devretmek demek; ulustan, egemenlikten ve devletten bir parçayı da devretmek demektir.

2-Federalizmin (çokulusluluk) olanaksızlığı; bölünmezlik ilkesinin, devlet yapısı bakımından hukuksal sonucu tek olan egemenliğin yine ulus ve ülke bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla bütünleşmesidir. Nasıl ulusal devlet ilkesi, çokuluslu bir devlet anlayışını olanaksız kılıyorsa, bölünmezlik ilkesi de federatif yapıyı olanaksız kılıyor.

Bölünmezlik ilkesi devletin kendi iç yapısında federal devlette olduğu gibi birden çok egemenliğin yan yana bulunmasını engeller. Yani o devletin bir federasyonun federe devleti durumuna gelmesini önler.

3-Sınıf egemenliğinin yasaklanması; tek olan egemenlik ulus tarafından kullanılır. Egemenliğin kullanılışı bir tek toplumsal sınıf için olanaklı kılan ya da tam tersine bir toplumsal sınıfı egemenliğin kullanılışına katılmaktan alıkoyan düzenlemeler, bölünmezlik ilkesine ters düşer.

Bölünmezlik ilkesinden aşağıdaki gibi sonuçlar çıkarılamaz. Çünkü bunlarda egemenliğin bölünmesi ya da paylaşılması sözkonusu değildir:

1-Serbest bölgelerin kurulması; bir devletin kendi toprakları üzerinde bazı yasaların uygulanmadığı yabancı ya da yerli girişimcilere bazı kolaylıkların gösterildiği bölgeler kurması, orada egemenlikten vazgeçtiği anlamına gelmez. Çünkü, güvenlik ve yönetim türünden temel devlet görevleri devam ettiği gibi orada egemenliği paylaşan başka bir devlet yoktur. Bu durum askeri üsler için de geçerlidir.

2-Yerel yönetimlerin gelişmesi; yerel yönetimler, devlet yönetiminin bütünlüğünden kopuk kuruluşlar değildir. Bunların karar organları yerel olarak seçilir ama ellerindeki yetkiler, devletin egemenlik yetkilerinden ayrı yetkiler değildir.

3-Sınıf gerçeğinin kabul edilmesi; bölünmezlik ilkesi, sınıf egemenliğine dayalı devlet kavramını reddeder. Ve anayasa sınıf veya zümre egemenliğini amaçlayan siyasal partilerin kurulmasını yasaklar ama bu durum toplumun çeşitli sınıflardan oluştuğunu kabule engel değildir.

Önlenen, bir sınıfın iktidarı ele geçirerek diğer sınıfları egemenliğin kullanılmasına katılmaktan alıkoyması, kendi durumunu sürekli ve değişmez kılmasıdır. Yani önlenen, devletin bir sınıf egemenliğine dönüşmesi, bir tek sınıfın tekeline geçmesidir.

İktidar bir süre için, siyasal partiler yoluyla ağırlıklarını duyuran zümre ya da sınıfların eline geçebilir, geçmesi de doğaldır.

MİLLİ DEVLET :

1961 Anayasasında ‘Türk milliyetçiliği’ diye tanımlanan gerçek ‘Atatürk milliyetçiliği’nden farklı olup, bireyin toplum içinde daha çok eğitici bir milliyetçiliktir.

1982 Anayasasında ise ‘Atatürtk milliyetçiliği’ sözü yalnız bırakılmıştır.

Bu yaklaşım değişikliği ve milli devlet ilkesinin, anayasa metninde artık yer almayışı, devletin bir ‘milli devlet’ olma niteliğini, hukuksal açıdan değiştirmiş değildir. T.C. yine hukuk tanımlamalarına göre, ulusal bir devlettir. Devlet yine, bir ulus bütünlüğüne dayanıyor. Örneğin ‘ümmet’ esası üzerine kurulacak bir devlet öngörülmüyor.

1982 Anayasası yapılırken, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” maddesi, “milletlerarası yetkileri bulunan kuruluşlara, üyeliği öngören anlaşmalar ve hükümleri saklıdır” biçiminde bir fıkra içermekteydi. Bu hüküm ulusal egemenlikleri, ortak egemenliğe tabi kılan kuruluşlara (örneğin; AB) Türkiye’nin girmesini sağlamak amacıyla konmuştu. Ancak MGK bu fıkrayı maddeden çıkardı.

Ulusal devlet, kendi içindeki gruplar bakımından kendisininkinden başka egemenlik kabul etmediği gibi, kendi üstünde de başka egemenlik kabul etmez.

Şimdi Türkiye, AB’ne tam üyelik için başvurmuştur. Oysa Anayasa üye olamazsın diyor. O halde yapılmsı gereken ilk iş, anaysanın hayır demeyeceği uygun değişikliği yapmak. Aksi halde AB’ye girme imkanı yoktur.

“İnsan haklararına dayanan devlet” kavramından, “insan haklarına saygılı devlet” kavramına geçişin anlamı nedir?

1961 Anayasası, “insan haklarına dayanan devlet”ten sözetmekteydi. 1982 Anayasasının aynı maddesin de ise “insan haklarına saygılı devlet” deyimi var.

Acaba bu durum basit bir üslup değişikliği midir? Yoksa bu derin bir yaklaşım farkından mı kaynaklanmaktadır?

Önce ‘insan hakları’ nedir ona bakalım:

İnsan hakları, bütün insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan oluşları nedeniyle, insanlık onurunun gereği olarak sahip oldukları hakların bütününü kapsar ve gerçekleştirilmiş bir durumdan çok, varılmak istenen bir amacı bir ideali belirler.

İnsan haklarına dayalı devlet ise, insanı temel değer olarak kabul eden, kendi varoluş nedenini insan haklarının korunması ya da gerçekleştirilmesi amacına dayandıran devlet demektir. Devlet, insan için vardır. İnsanın, insanca yaşaması için.

1982 Anayasası ile devletin, insan haklarına dayanan değil saygılı hale gelmesi, diğer değişiklikler de düşünüldüğün de çok temel bir yaklaşım farkını anlatıyor. İnsan hakları artık devletin temeli sayılmaktan, onun dayandığı kavramalr ve değerler bütünü olmaktan çıkmıştır. Devlet başka amaçlar için vardır. Devletin, insan haklarına saygıdan da öne aldığı ve devleti içine yerleştirdiği kavramlar olan “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı için vardır”. Bu çerçeve içinde yeralan devlet yine insan haklarına saygılı olacaktır. İnsana değer verilmesi, insan onurunun korunması gerekecektir ama insan hakları artık devletin varoluş nedeni olmaktan çıkmıştır.

Özgürlüğü ikinci plana iten ve otoriteye ön sıraya veren 1982 anayasası, bireyle toplum arasında; toplumu. İnsanla devlet arasında da kesinlikle devleti tercih eden bir anayasadır. İnsan hakları sadece bu tercihten sonra yine de uyulması ve saygı gösterilmesi gerekli değerler olarak vardır.

“Temel haklar ve Ödevler” konusunda 1982  Anayasasının genel yaklaşımı nedir?

Genel hükümler bakımından 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasındaki fark; 1982 Anayasasının “temel hak ve özgürlükler”i, ödev ve sorumluluk kavramıyla birlikte ifade etmiş olmasıdır.

“Temel hak ve özgürlükler kişinin ailesine, topluma ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder”.

Kişiden, topluluğa doğru bir ödevin doğması için topluluğun da kişiye, kişiliğini serbest ve tam olarak geliştirebilme olanağı sağlamış olması gerekir.  Bu olanağın bulunmadığı, önemli ölçüde sınırlamalar getirildiği yerde 1982 Anayasası, bireyle- toplum arasında, kesinlikle toplumu tercih eden bir anayasadır. Ödev de yoktur, kişi bu ödev duygusunu duymayacağı gibi toplumun da duymayacağı açıktır.

‘Sosyal Devlet’ ne demektir?

1961 Anayasasında olduğu gibi 1982 Anayasasına göre de T.C. devleti, bir sosyal devlettir. Gerçi 1982 Anayasasında ‘sosyal devlet’ yerine ‘sosyal hukuk devleti’nden sözedilir ama sosyal devlet ilkesi devletin nitelikleri arasından çıkarılmış değildir.

Sosyal devlet genellikle, vatandaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev bilen, devlet demektir.

Devletin sosyal devlet olma derecesini, anayasadaki ekonomik ve sosyal hakların gerçekleştirilme derecesi belirler. Ancak sosyal devlet,

yalnız bunları sağlamakla yetinen devlet değildir. Sosyal devlet, bir toplumdaki güçsüzlerin ezilmesini ve toplumda düzensizlikler yaratılmasını önlemek, milli gelirin adaletle uygun biçimde dağıtılmasını sağlamak gibi amaçlar güdüyorsa; devletin bu amaçlara yönelmesi, devlet için bu gerçekleşmeyi gerekli kılan, güçlerin bulunması da zorunludur. Sadece iyi niyetle, lütuf dağıtmayla sosyal devlet olunmaz. Bu olsa olsa ‘sadaka devleti’ olur. Devletin sosyal devleti olması, güçsüzlerin gücünü devlet yapısında hissettirecek kurumların, mekanizmaların ve yolların mevcut oluşuna bağlıdır.

Bu nedenle sosyal devlet ile ‘demokratik devlet’ kavramları birbirine sıkı sıkıya   bağlıdır. Demokratik olmayan bir yönetim altında, sosyal görünümlü politikaların izlenmesiyle devlet, sosyal devlet olmaz.

Devletin güçler dengesine dayalı bir sosyal devlet olabilmesi çalışanların örgütlenme ve hak elde etme haklarıyla da yakından ilgilidir. Bu devlette güçsüzlerin örgütlenip, ağırlık koyabilmeleri için yalnızca siyasal mekanizmalar yetmez. Çalışma yaşamına ilişkin hakların ve özgürlüklerin de bu ağırlığın serbestçe konulmasına olanak sağlayacak biçimde düzenlenmesi gerekir.

‘Hukuk Devleti’ ne demektir?

Hukuk devleti, vatandaşlarına hukuk güvenliği devlet demektir. Hukuk güvenliği sağlamak sözü tek başına bir şey ifade etmiyor. Bu güvenliğin sağlanabilmesi için bir takım koşullar gerekli. Bu koşullar:

1-Temel hakların güvence altına alınması; temel hakları kolayca değiştirilmeyen metinlerde ve anayasalarda saymak. Bunların düzenlenmesi ve sınırlanmasını da yasalarla yapılacak bir iş durumuna getirmek. Temel hakların güvence altına alınabilmesi için de devlet içindeki güçlerin bir elde toplanmasını engellemek, yetki kullananları karşılıkları denetlemeye tabi tutmak, belli görevleri belli dönemlere ve belli yetkilere bağlamak, iktidarın sınırlılıklarını üstün bir metinde dile getirmek gerekmektedir. Aslında hukuk devletini gerçekleştirme çabaları anayasacılık hareketlerinin bir başka yönü sayılabilir.

2-Yasalarda anayasaya uygunluğun sağlanması; hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi için çıkarılan yasaların, anayasaya uygun olması gerekir. Aksi halde hukuk devletinin ortadan kalkması sözkonusu.

3-Yönetimde hukuka bağlılığın sağlanması; hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi, yalnız yasaların anayasaya uygun olmasıyla tamamlanmaz. Bundan daha önemlisi, anayasa uygun kuralları uygulayacak ve devlet işlerini yürütecek yönetim mekenizmasının da hukuk düzenine bağlı kalmasıdır.

4-Yargı kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenilirliğini sağlayacak koşulların yerleştirilmesi; gerek yasaların anayasaya uygunluğunun denetlenmesinde gerek yönetimin hukuka bağlılığını sağlamakta gerek genel olarak bütün yasaların uygulanmasında yargı organlarının bağımsızlığı son derece önemlidir.

Hukuk devleti ilkesi ancak anlamlı ve yaratıcı bir tutumla uygulandığı zaman vatandaşa gerçek bir güvence sağlar. İlkenin yerleşmiş hukuk düzenine ve kurulu toplum ilişkilerine körü körüne uymak biçiminde uygulanması farkına varmadan yerleşik düzendeki ekonomik ve sosyal güçlerin egemenliğini pek ulu hukuk kurallarının gölgesinde sürdürmek olur.

‘Laik Devlet’ nedir?

Laik devlet, mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmi bir dini olmayan, dinsel kurallarla işgörmeyen bir devlet olup, bunun yanında laik olma vasfını korumak amacıyla dinin vicdanlara itilmesi için gerekli önlemleri de alabilen devlettir.

Laik bir devlette, diyanet işleri başkanlığının genel idare içinde yer alması nasıl yorumlanabilir?

1961 Anayasası gibi 1982 Anayasası da diyanet işleri başkanlığının genel idare yani doğrudan doğruya hükümete bağlı merkez kuruluşları içinde kalmasını sağlamaya çalışıyor. Bunun nedeni, çoğunluğu müslüman bir toplumun çözülmesini kolaylaştıran bir durumun kaybedilmemesi içindir.

Eğer din hizmetleri genel idare içinde değil de toplulukların kendi paralarıyla yürütecekleri hizmetler haline getirilmiş olsaydı devletten ayrı ve ister istemez devlete karşı bir güç olarak belirecek kuruluşların ortaya çıkmasına da katlanmak gerekecekti.

Atatürk’ün laiklik konusundaki politikası her şeyi hesaba katan ustaca bir politikadır. Din işleriyle toplum düzeni kesinlikle birbirinden ayrılırken, bu ayrılma dine karşı açıkça bir baskıyla sonuçlanmadı. Amaç dini, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve toplum görevlerinden sıyrılıp vicdanlara itmekti. Eğer bir cemaat teşkilatı kurulsaydı, bu örgütün kısa bir zamanda büyük para gücüyle ve kenetlenmiş adamlarıyla devletle çarpışan bir güç haline geleceği muhakkaktı.

Laik bir devlette, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde ye alması Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlamı yoktur.

‘Demokratik Devlet’ nedir?

Bir devletin demokratik sayılması için aranması gereken koşullar nelerdir? Bu koşullar:

1-Seçim ve temsil ilkesi; bütün ülkelerde benimsenen tutum, halkın bir süre için belli sayıda temsilci seçmesi ve halk adına kararların bu temsilciler tarafından alınması yolundadır. Buna ‘temsili demokrasi’ ya da ‘aracılı demokrasi’ deniyor.

2-Genel ve eşit oy; ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun vatandaşın oy sahibi olmasına ‘genel oy’ ve yine bütün ayrılıklar göz önünde tutulmadan herkesin eşit ağırlıkta bir tek oya sahip olmasına da ‘eşit oy’ denir.

3-Çoğunluğun yönetim hakkı; genel oydan geçip seçimlerle iş başına gelmiş bir çoğunluğun belli bir süre için toplum işlerini yürütmesi klasik demokrasinin ilkelerinden biridir.

Çoğunluk ister bir partide toplanmış olsun, ister çeşitli partilerin anlaşarak bir araya gelmesinden oluşan koalisyon çoğunluğu olsun, kendisine tanınmış olan alanlarda kamu işlerini yürütmek hakkına sahip olacaktır. Gelecek seçime kadar bu hak onundur.

4-Azınlığın korunması ve çoğunluğun sınırlanması; azınlıkta kalan kimseler ve kuruluşlar, kamu işlerini yürütmek hakkına sahip olmayacaklardır ama yürütenleri eleştirmek ve uyarmak da onların hakkıdır.

Çoğunluk kazanmamış görüşleri yasaklamak klasik demokrasinin kendi temel felsefesiyle çatışan bir durumdur. Klasik demokraside azınlığın korunması bir zorunluluk olarak çoğunluğun sınırlanmasını gerektiriyor.

5-Devlete karşı bireysel temel haklar; hükümdarlara karşı girişilen uğraşların başlıca amacı, bireyi onların keyfi davranışlarından korumaktır. Egemenlik çoğunluğun eline geçince bu koruma, çoğunluğa daha doğrusu onun elinde bulunan devlet gücüne karşı yöneldi.

6-Yasalar önünde eşitlik ilkesi; yasalar herkese ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun aynı şekilde uygulanacaktır. Herhangi bir aileye, zümreye ya da sınıfa ayrıcalık tanınmayacaktır.

Seçim ve temsil ilkesi ile devletin ‘cumhuriyet’ oluşu arasında, nasıl bir ilişki vardır?

Gerçek bir cumhuriyette baştaki kişinin cumhurbaşkanı sıfatını taşıması yetmez, devlet başkanının da devletin bütün organları gibi seçimden çıkması ya da seçimden çıkmış kişilerce atanmaları gerekir. Cumhuriyet, bu genel kuralın devlet başkanını da içine alarak, istisnasız uygulandığı devlet biçimidir.

Seçim ve temsil ilkesinin devlet başkanına uygulanmayışı ve devletin başında hem devleti hem de halkı değil sadece devleti temsil eden bir hükümdarın bulunuşu. Devletin demokratik olma niteliğini ortadan kaldırmaz. Yalnızca adının cumhuriyetten başka bir şey olmasını gerektirir. Yani demokratik olmak ille de cumhuriyet olmak demek değildir ama cumhuriyet olmak ille de demokratik olmak demektir.

DEVLET FELSEFESİ-1

Cuma, Ağustos 14th, 2009

 

 Devlet nedir?

 Devlet; siyasal ilişkiler bütünüdür.

Siyasal ilişkiler, bir tür toplumsal ilişkilerdir. Bu ilişkilerin de değişen bir yanı olduğu gibi değişmeyen bazı unsurları da vardır. Bunlar ülke, millet, halk, ahali, toprak, egemenlik, otorite… Ancak bunların görünümleri değişebilir.

Bir devletin siyasal birliğine bakmak, o devletin nasıl bir devlet olduğuna bakmaktır.

Toplum – Devlet Ayrımı :

Devlet, politik bir birliktir. İnsanların siyasal bakımdan bir arada bulunuşları ile ilgili.

Toplum ise, insanların bütün toplumsal ilişkileri bakımından bir arada bulunuşları ile ilgili. Toplumsal oluş, devlet oluşumundan daha öncedir.

Politika :

Politika, devleti niteleyen bir sıfat. Politikaya devlet açısından bakılıyor. Bir devletin belirli bir politika sonucu öyle bir devlet olduğunu görüyoruz.

Siyasal ilişkilerin belirlenmesinde politika, bir araç ama bir devlet sözkonusu olduğunda bu politikanın değişmesi çok zor görünüyor.

Politika bir devlet bakımından, düzenleyiş, işleyiş, kuruluş ilkeleriyle ilgilidir. Bu ilkelere göre ilişkileri düzenlemek politika oluyor.

Politika, bir devletin kuruluşu ile ilgili ilkeler saptandıktan sonra o doğrultuda yapılan düzenlemeler ve bu düzenlemelerin yürütülmesi işidir.

İlkeler keyfilikten ne kadar uzak ise o devlet o kadar sağlam bir yapıya sahip olur.

Politika, yönetme ediminin onunla yapıldığı şey.

Yönetme; saptanmış ilkeler doğrultusunda yapılan düzenlemeler.

Düzenleme; işletme, yön verme, yönlendirme.

Tüm bu kavramları idare etme ya da yönetme kavramı altında topluyabiliriz.

Yürütme, belirlenen hedeflerin gerçekleşmesi için işleme konulması.

Devlet politikası; bir devletin öyle bir devlet olmasını sağlayan politika ve yürütme işi.

Yürütmede iki unsur önemli:

1-Toplumun yapısı, niteliği özelliği; o toplumun yapısı demokrasi, laiklik, hukuk ve sosyallik gibi ilkelerin belirlenmesinde önemli rol oynar.

2-Hukuk; belirli bir yasalar sistemi.

Toplumun yapısıyla yasalar çatıştığında devletin daha özelde de hükümetin yürütme işi tehlikeye gi

Anayasa, toplumsal ve siyasal olaylara tepki olarak çıkar. İlkeler bir tür istemlerdir. Olan bitene yön vermek için ortaya konan istemlerdir. Toplumsal değişimin o ilkeler doğrultusunda olması istemidir.

Toplumun yapısı ve hukuğun elverdiği müddetçe bu devleti oluşturan ilkelerin belirlediği değişme yönünde güç, devlet gücü olarak ortaya çıkıyor. Devlet böyle bir güç sayesinde egemen oluyor.

Devletin egemen olması demek; toplumsal ve hukuksal ilişkilere egemen olması demektir.

Egemenlik, güce bağlı olarak ortaya çıkıyor. Güç sayesinde otorite sağlanıyor.

Otorite, ilişkilerin içine işleyerek onları istediği gibi ilkeler doğrultusunda düzenlemek.

Devletin politikasına hükümetler aykırı davranmadığı sürece iktidar olurlar. Hiçbir hükümet temel ilkelerden birini kaldıramaz. Ancak bu ilkeler formeldirler. Bu nedenle icraata belirli bir yol önermezler bu yüzden de her hükümetin icraatı farklıdır.

Örneğin bir hükümet, ekonomiye ağırlık vermekle demokratikleşmenin artacağını savunup bu yolla icraatta bulunurken başka bir hükümet bunu kültür ya da başka alanlara kaydırabilir.

Devlet politikası çerçeve gibidir. İçindaki resim değişse de çerçeve kalır. Dolayısıyla anayasalar kolay kolay değişen yasalar değildirler.

Antik Yunan’da site/şehir devletlerinin üç kuruluş ilkesi vardı:

1-Autharkhia; toprak bütünlüğüne (üniter yapı) sahip olma.

2-Autonomia; kendi yasasını kendisinin yapması, başka bir ülkenin iç işlerine karışmaması.

3-Elekteria;-yönetim biçimi olarak-özgür olmasıdır. Oy kullanma yetkisine sahip olan herkesin yönetimde söz sahibi olması.

Bu ilkeler, anayasaların arkasında bugün de var.

Ulus – Millet Ayrımı :

Bu iki kavramın ortak yanları olduğu gibi farklı yanları da vardır.

Ortak yanları, her ikisi de bir birlik bilincini ifade etmektedir.

Farklı yanları ise, ‘millet’ kavramında din olgusunun, ‘ulus’ kavramın da ise tarihsel bir olgunun (Kurtuluş savaşı, Fransız ihtilali…)ağır basması sözkonusudur.

Örneğin bizim anayasamızda, ‘millet’ dendiğinde de ‘ulus’ anlaşılıyor. ‘Milli devlet’ derken de ‘ulusal devlet’ kastediliyor.

Devletin oluşumunda tarihsel bir olgunun olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla devlet bu tarihsel olguyla varoluyor. Ancak tarihsel olgu olmayabilir de.

Zamanla tarihsel olguyla alakası olmayan bir düşünce, bir fikir bilinci, bir ulusun kaynağı olabiliyor.

Örneğin bu; Çin devrimi, Bolşevik ihtilali, Fransız ihtilali, Kurtuluş savaşı, Amerikan devrimi gibi tarihsel olaylar / devrimler, zamanla bir ideolojiye, yeni bir fikirsel yapıya dönüşebiliyor. Ve ulusun kaynağını bu yeni fikirsel/ideolojik yapı belirleyebiliyor.

Millet olmada, devlet olmada bilinç çok önemli.

Tarihsel olay (kurtuluş savaşı)Fikirsel/ideolojik yapı

Ulus olmak, o devleti oluşturan ilkelerin bilincine tek tek insanların sahip olmasıyla olur. Bir ulus, o devletin ilkelerin bilincine sahip insanlar topluluğudur. Bu bilince erişmek, belli bir süreci gerektiriyor.

Anayasalardaki istemler, gereklilikler insanlar arasında millet sevgisinin gelişmesiyle olur.

Her tek tek insanın ulus bilinci à Vatan, millet sevgisi.

T.C. Anayasasının başlangıç kısmında aynen şöyle denilmektedir:

“Demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur”.

Nerede devlet varsa orada üniformizm/tek biçimcilik vardır. Bundan kaçınmanın yolu yok. Ancak bu üniformizm hafif olabilir, zorlayıcı olabilir o anayasaya göre değişir.

Anayasalarda devletin somut olarak karşımıza çıkan metinleri, aynı zamanda sınır çizici metinlerdir. Bu sınır çok geniş ve esnek tutulmuştur. Anayasa olabilmesi için böyle de olmak zorundadır. Esnek olmaması halinde yasaların ona göre olması ve düzenleyici bir üst yasa olması sözkonusu değildir. Genel ilkeler düzeyinde sınır çizen üst bir yasa.

Anayasalar, ayrıntıya inmeyen ve yasak koymayan yasalardır. Çünkü yasak koymak ayrıntıdır.

Devlet kavramı, tekil ve çoğul kullanımı açısından ayrılır. Bu ayrımı bilim ve felsefe adına yapıyoruz.

Tekil kullandığımız zaman(Devlet nedir?), devletin ne olduğu ve felsefe tarihinde çeşitli düşünürlerce nasıl ele alındığı ya da görüşler sözkonusudur.

Çoğul anlamda yani devletler olarak ifade ettiğimiz de ise, tek tek devletlerin nasıl oluştuğu, işleyişlerini ele almak sözkonusu. Bunu da bilimin üstlendiğini görüyoruz. Bilim de bunu ‘Kamu Hukuku’ aracılığı ile yapıyor. Ve belirli bir devlet düzenine, kamu hukuku aracılığıyla bakıyor ya da sürekli olarak hep, kamu hukuklarını alarak mukayeseli inceliyor.

Bir devlet bilimin konusu olarak, ancak anayasalaştırılabilir.

Felsefe de ise ‘devlet’ kavramının nasıl düşünüldüğüne, tasarlandığına ilişkin çeşitli görüşler vardır. Bilimin ortaya koyduğu somut devlet anlayışı ve ipuçları bu görüşler yardım eder

Tekil ve çoğul kullanımında bir bağlantı var o da; somut devlet anlayışıyla bağlantılı olması.

 FELSEFE TARİHİNDE ‘DEVLET’ GÖRÜŞLERİ :

  PLATON VE ‘DEVLET’ :

Platon’un getirdiği düşünceler bugün de devlet felsefesiyle yakından ilgili.

Kişi ile devlet Arassında organik bir bağlantı kuruluyor. Kişide bulunması istenenlerin devlette de bulunması isteniyor.

“Adil devlet, adil insanlarla mümkündür”.

Kişide ve devlette bulunması isteneler ‘adalet’ kavramı altında toplanabilir:

Adalet; 1-kişi düzeyinde, 2-devlet düzeyinde, 3-ilişki düzeyinde.

Tek tek herkesde ‘adalet duygusu’ geliştirmek. Böylece adil insanların ilişkileri de adil olacak.

Platon, adaletten ne anlıyor?

Adaleti önce kişinin ruhunda sağlamak. İnsanın ruh yanı, iş yapan, eylem yapan yanı, akıl yanı.

Beden yanı ise, bu eyleme malzeme taşıyan yanı, tutku yanı. İşte bu iki yanın dengelenmesi sözkonusu.

Platon burada ,‘at arabası’ örneğini veriyor:

İki atlı bir araba var ancak atların ikisi de farklı yöne gitmeye çalışıyor. Biri aklı diğeri tutkuyu temsil ediyor. Atlardan birinin baskın çıkması, bir yanın baskın çıkması demektir. Sürücü ise dengeyi temsil etmektedir. Arabanın doğru gitmesi için atların ikisinin de dizginlerini elinde tutar.

İnsan aklını nerde kullanacağını bildiğinde tutkuların da dengede tutar ya da fertler tutkularının sınırını çizdiğinde kişi adaleti kendinde gerçekleştirmiş olur.

Bu kişi bir çokluk (akıl-tutku) iken, bir birlik haline gelir. Bu kişilerin ilişkiler de adil ilişkidir. Adil ilişkiler de, adil devleti oluşturur. Kişiler böyle olduğunda kendilerine düşen görevi yerine getirmiş olurlar.

İnsanlar arasındaki eşitsizlik, birbirlerinde farklı yeteneklerle donatılmış olmalarıdır.

İnsan olayların dışında değil, içinde olmalı ki, devletin sorumluluğunu taşıyabilsin. Bunun tam tersi olduğunda devlet, insan için onu bastıran, ezen bir varlık olarak ortaya çıkar. Bunun bir örneği Hobbes’in ‘Leviathan’ıdır; devletin insanlardan bağımsız tek başına bir kişilik kazanması. Tarihte bu tür devletlerin sayısı oldukça fazladır.

Ancak gerçeklikte, devleti devlet yapan ilkeler, Platon’un istediği gibi sadece akılsal olmuyor. Gerçeklikte bu ilkelere; mitos, ideolojiler, inançlar da karışıyor.

Oysa Platon, ilkelerin akılsal olması için bunları ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Devlette mitosun yeri olmamalı görüşü, ‘adil devlet’ bakımında bir gereklilik olarak talep ediliyor.

Platon’un bilgi, insan ve devlet görüşündeki birlik:

Bilgi görüşü:

a)Görülenler (olan-bitenin saptanması burada)

b)Düşünülenler/gereklilikler alanı (idealar; insan ideası, devlet ideası…)

Platon’un insan ve devlet anlayışı onun bilgi görüşüne dayanır.

İnsan görüşü:

a)Ruh(akıl)

b)Beden(tutku)

Her ikisi dengelendiğinde ‘adil insan’ ortaya çıkar.

Devlet görüşü: (Politeia)

a)Adalet

b)Güç istemi

Her ikisi dengelendiğinde ‘adil devlet’ ortaya çıkar.

Platon, insan-devlet paralelliğini kurmuştur. Bu onun getirdiği bir yeniliktir.

Devlet, insanla varlık kazanır, insandan bağımsız bir’adil devlet’ olamaz. Dayanılan ilke, adalet ilkesidir.

Geçmişten günümüze kadar adalet ilkesi, hem toplumsal yapıyı hem de devlet politikasını belirliyor. Aynı zamanda, bu ilkenin kendisi de bunlar tarafından sürekli olarak belirleniyor. Aralarında simetrik bir ilişki var.

Bu nedenle adalet, kesin şudur diyemiyoruz.

Adalet ilkesi bir ide ise, bunun insan ve devlet bakımından bilgisi yani tezahürleri ne olabilir?

İlkeler ister devleti kuran ve düzenleyen ilkeler olsun isterse toplumu kuran ve düzenleyen ilkeler olsun ikiye ayrılırlar:

a)Kurucu ilkeler, b)Düzenleyeci ilkeler.

Kurucu ilkeler; laiklik ilkesi, eğitim birliği ilkesi…

Bu ilkeler tarihsel ilkelerdir. Belirli bir durumda yapılması gerekenden çıkarılan ilkelerdir. Kendileri değişken bir özelliğe sahip değillerdir. Bu yüzden kesindirler, mutlaktırlar. Çünkü belirli bir durumda yapılması gerekenden çıkarılan ilkelerdir. Bu ilkeler devletin birliği ve bütünlüğünü sağlamak için getirilmiştir.

Bu tür ilkelerin, toplumsal ilişkilerin içine işlemesi yan yol ve yön göstermesi gerekir.

Gerçeklikte kurucu ilkelerle, düzenleyici ilkeler iç içedirler. Devlet bakımından düzenleyici bir ilkenin ortaya çıkmasını belirleyen kurucu ilkelerdir.

Her tek devlet sözkonusu olduğunda sosyal adaleti belirleyen kurucu ilkelerdir. Bu ilkelere dayalı oarak, hukuk oluşur, sosyal anlayış oluşur yani devlet oluşur.

Devlet bakımından problem, devletin politikasını yürüten ilkelerin durması halinde çıkıyor.

Önemli olan bir devlet için, kabul ettiği ilkelere göre hareket etmesidir.

Adaletin tezahür ettiği yerler; yasalar, yasal düzenlemeler. Anayasalar da yasal düzenlemeler olduğu için anayasalar da da tezahür ediyor.

Bir devletin değeri; diğer devletler arasındaki itibarıdır.

Sosyal adalet; o devletin çatısı altında yaşayan insanlara karşı bir değerlilik anlayışıdır.

Adalet ilkesi bütün devletlerin anayasalarına yansıyan bir ilkedir.

Acaba adalet ilkesi anayasalarda nasıl ortaya çıkar? Ya da anayasa bakımından adalet nedir?

Adalet idesinden kastedilen adaletin gerçekleşmesi değil. Adalet idesi, ide olarak kalıp, insanlar için bir istemdir, bir taleptir.

Adalet idesi her zaman var. Belirli zamanlarda, belirli durumlarda insanlar arası ilişkilerin düzenlenmesinde hep var. Ancak adaletin kendisinin ne olduğu belli değil, herkesin kendine özgü bir adalet anlayışı var.

Platon, insan-devlet bütünlüğüne önem veriyor.

Demokrasi, insana ağırlık veriyor.

Monarşi, devlete ağırlık veriyor.

Platon; insan- devlet.

Ortaçağ; tanrı-devlet

16.yy; laik devlet (Machiavelli)

 CASSİRER’İN “DEVLET EFSANESİ”  adlı eserinden;

 PLATON’UN DEVLETİ , ‘POLİTEİA’:

Sokrates, Platon’u felsefenin insan sorunu ile başlaması gerektiğine inandırmıştı. Fakat platon’a göre kendimizi insanın bireysel yaşamının sınırları içine kapadığımız sürece, insanın uygun bir tanımını bulamayız. Eğer insanı siyasal ve sosyal hayatında ele alırsak, sorun olanı daha anlaşılır bir hale getirebiliriz. Platon devletinin başlangıç noktası bu ilkelerdir. Bu andan itibaren tüm insan sorunu değişmiştir.

Platon’a göre bireyin ruhu toplumsal doğa ile bağlıdır. Birini ötekinde ayıramayız. Özel ve genel yaşam birbiriyle bağlantılıdır. Eğer genel yaşam kötü ve yozlaşmış ise özel yaşam gelişip amacına ulaşamaz. Platon devletinde bireyin adaletsiz ve yozlaşmış bir devlette karşılaşacağı tüm tehlikelerin çok etkileyici bir betimlemesini yapmıştır.

Ona göre eğer devlette yenilik yapmakla işe başlamazsak, felsefede yenilik yapmayı umamayız. İnsanların ahlaksal yaşamlarını değiştirmek istiyorsak tek yol budur; devlette yenilik yapmak.

Platon, insanın tanrılara ilişkin gerçek ve daha uygun bir görüş bulmadığı taktirde, kendi insansal dünyasını düzenleyip, yönetmeyi umamayacağını vurgular.

“Biz tanrıları geleneksel biçimde birbiriyle savaşır ya da birbirlerini aldatırken düşündüğümüz sürece, şehirler hiçbir zaman kötülüklerden kutulmayacaktır. Çünkü insanın tanrılarda gördüğü salt kendi yaşamının bir tezahürüdür. Biz devletin dışında, insan ruhunun doğasını okuruz”.

Atılması gereken ilk adım, mitolojik tanrıların yerine Platon’un en yüksek bilgi diye betimlediği ‘iyi ideası’nı koymaktır.

Platon’un karşı durup yadsıdığı şiirin kendisi değil, söylence yapma işlevidir. Homeros ve Heseidos tanrılar soyunu yaratmışlar, tanrıların biçimlerini çizmişler, ödev ve güçlerini ayırdetmişlerdir. Platon’un devleti için gerçek tehlike buradaydı. Şiiri kabul etmek, söylenceyi kabul etmek anlamına geliyordu. Oysa politeia, ozanların bu devletten kovulmasıyla korunabilirdi. Platon ayrıca mitolojik öyküleri tümüyle yasaklamıyor. Giderek onların küçük bir çocuğun eğitimi için gerekli olduklarını da kabul etmiştir. Fakat onlar bir disiplin içine sokulmalı, bu andan itibaren daha yüksek bir ölçüt olan, iyi ideası aracılığı ile değerlendirilmelidir.

Platon, kendi toplumsal düzen araştırmasına adalet kavramının tanımı ve çözümlemesi ile başladı. Ona göre devletin, adaletin yöneticisi olması dışında daha yüksek bir ereği yoktur.

Platon’daki ‘ adalet’ terimi günlük dildeki karşılığında değildir.

Adalet; genel bir düzen, birlik ve yasalılık ilkesidir. Bu yasalılık insan ruhunun tüm ayrı güçlerinin uyumunda görülür. Devlet içinde ise değişik sınıflar arasındaki geometrik orantıya göre alır ve genel düzeni sağlamak işbirliği yapar.

Bu görüşüyle Platon, yasal devlet ya da hukuk devleti düşüncesinin kurucusu ve ilk savunucusu olmuştur.

Platon’un aradığı şey, insanın siyasal ve toplumsal yaşamının ayrı tutulmuş ve rastgele olgularının yalnızca bir birikimi ya da deneysel araştırılması değil, tüm bu olguları anlayacak ve dizgesel bir birlik içinde toplayacak bir düşüncedir.

Onun kesin bir şekilde yadsıyıp mahkum ettiği; zorba ruh ve zorba devlettir. Bunlar yozlaşmanın ve bozulmanın en kötü biçimleridir.

Akılsal devlet, kuramını kurabilmek için baltayı taşa vurması söylencenin gücünü yıkması zorunluydu. Ancak kendisine de insanlık tarihindeki en büyük söylence yapıcılardan birisi olmasını sağlayan imgelem bağışlanmıştı. Biz Platoncu düşünceyi, Platoncu söylenceleri düşünmeksizin eleştiremeyiz.

Platon, “eğer siyasal dizgelerimizde söylenceye hoşgörü gösterirsek, siyasal ve toplumsal yaşamımızı yeniden kurma ve iyileştirme için beslediğimiz tüm umutlar suya düşer” demektedir.

Adalet devletinde, mitosun kavramlarına, Homeros ve Heseidos’un tanrılarına yer yoktur. İlk işimiz masal ve öykülerin yapımını denetlemek, doyurucu olmayanların tümünü yadsımak olacaktır. Dadıları, anneleri yalnızca onayladığımız öyküleri anlatmaya yönlendireceğiz. Eğer tanrıların dalaverelerinden sözedecek olursak, kendi insansal dünyamızda düzen ve uyumu hiçbir zaman bulamayız.

Platon’a göre insansal yaşamımızı, gelenek üstüne kurmak demek, onu koyan kurumlar üstüne kurmak demektir.

Platon kuramının ana kavgası; “kuvvet haktır” sözüne saldırmak ve onu yok etmekti.

Onun ahlaksal ve siyasal felsefesindeki ‘adalet’ ve ‘güç istenci’ karşıt kutuplardı.

Adalet; ruhun tüm öteki büyük ve soylu niteliklerini içine alan baş erdemdir.   Güç tutkusu ise, tüm temel bozuklukları içerir.

Mutluluğun, her insan ruhunun en yüksek ereği olduğuna ilişkin Sokratesçi savı benimsedi. Ancak mutluluğu elde etmenin, hazzı elde etmek olmadığını da vurguladı.

Platon, bireysel ruhla, devlet ruhu arasında bir paralellik kurduğu için, devletin de aynı yükümlülük içinde olduğu apaçıktır. İnsan başkalarını yönetebilmek için önce kendisini yönetmeyi bilmelidir. Yazılı anayasalar, eğer vatandaşların kafalarında yazılı olan bir anayasanın anlatımı değilseler, hiçbir bağlayıcı güçleri olamaz.

Dünyadaki tüm şeyler arasında mitos, en gem vurulmayanı ve en ölçüsüz olanıdır. O bütün sınırları aşar ve bütün sınırlara meydan okur. Devletin ana amaçlarından biri bu bozuk ahlaklı gücü, insansal ve siyasal dünyanın dışına çıkarmaktır.