Posts Tagged ‘hristiyanlık’

SÖREN KİERKEGAARD

Pazar, Haziran 28th, 2009

 EXİSTANSİYALİZM:

 

 SÖREN KİERKEGAARD (1813-1855) :

 

Danimarkalı olup, varoluşçuluğun babası olarak bilinir. Sürekli olarak kendi varlığına bir anlam verme çabası içindedir. Bunu yaparken, kendi melankolisini de dışa vurmama gayretindedir. Kendisini ne olduğunu kimseye göstermemek için hep rengarenk giyinip, isim değiştirmektedir.

 Son derece keskin düşünceli bir insandır. Kendi kişisel sorununu kağıda dökmekde hem de bunu örtmeye çalışmaktadır. Katı bir hristiyan olmasına karşılık, zamanının kilisesini hep ağır bir şekilde eleştirmiştir.

 Kierkegaard’a göre, melankoliden kurtulmanın yolu; şiir, felsefe ve teolojide eserler vermektir.

 ‘Evlilikte mutlak aşıklık gereklidir ama bazı şeyler vardır ki; başkalarına –eşine dahi- anlatılmaması gerekir’.

 Kim kendi hakkında soru sorarsa, onun için felsefenin konusu; insan olacaktır. Tür olarak insanın bütün özelliklerini ortaya koymak değil. İnsanı tanımak tanımak denince, insanın kendi dışında bir ‘insan’ nesnesi aranılıyor. Oysa soruyu soranı merkeze almak gerekir.

 Her gerçek tanıma varoluşla ilgilidir. İnsanın kendi hakkında soru sorması, insanın kendi varoluşunu tanıma çabası içine girmesidir.

 Soruyu soran insan varoluştur ve kendi varoluşu hakkında soru soruyor demektir. Böylece Kierkegaard, varoluşçu bir filozof haline gelir.

 Kierkegaard’ın etkisi kendi çağında değil, insanın kendi kendisine sorun olduğu 20. yüzyıldadır.

 Etkilediği isimler; biyolojide; Barth, Bultmann.

 Felsefede; Jaspers, Heidegger ve Sartre’dır.

 

 Kierkegaard’ın felsefi inancı; ‘öznellik hakikattir’. Bu her şey özneldir, özneye göredir, nesnel hakikat yoktur demek değildir.

 Bir şeyin özne için hakikat haline gelebilmesi için o insanın kişisel hakikati ele geçirmeyi istemesi gerekir.

 Kierkegaard göre hakikat; o insanın inandığı, o insan için geçerli olan varoluşsal hakikattir.

 İnsan varoluşuna inanmalı, harekete geçmeli, onu değiştirmeye çalışmalıdır.

 Hegel’de insanın hakikati, geistın bakan yanından başka bir şey değildi. Kierkegaard’a göreyse Hegel, insanı unutmuştur.

Hegel’de hakikat bütün olandır. Kierkegaard da ise hakikat sadece benim içindir. Kendisi için yaşanabilecek ve ölünebilecek idedir. Bu da varoluştur. Hakikat=varoluş. Varoluş, insanın özünü kendi kendisiyle olan tecrübesiyle elde etmeye çalışmasıdır. Ona göre kendi kendine edindiği tecrübeler, feci iç karamsarlıkları ve korku.

 Ona göre insanın temel yaşantısı; karamsarlık ve korkudur. Bunlar insanın temel durumlarıdır. İnsan bu durum içinde yaşar.

 İnsan kendisiyle ilgili belirli tecrübeler edinmedikçe, toplum içinde törpülenmiş ortalama insan haline gelmektedir. İnsan temel durumlarını içinde taşımadıkça; kendine yabancılaşır ve insan olmaktan çıkar.

 İnsan kendi tecrübeleri içinde kendini sıkıştırıp; karamsarlıklarının ve korkularının ne olduğunu keşfeder. Yine korku içinde özgürlüğünün imkanını keşfeder. İnsan bu tecrübeye girdiğinde uyanır, kendinin ne olduğunu, kendini bu duruma getiren şeyleri görür ve karar vermek durumunda kalır.

 Karar verebilmek demek, özgürlüğün imkanı demektir. İnsan sınırları çizilmiş, olmuş bitmiş bir varlık değildir. İnsan aynı zamanda bir varolma imkanıdır.

 İnsana verilmiş olağanüstü şey; ‘seçme özgürlüğü’dür. Kierkegaard, kendini araştırır ve bunlara ‘yaşam evreleri’ der.

 Bu evrelerin 1. si Estetik evre (sanat felsefesi değil); bu evrede yaşayan insan, pek çok imkana sahip olmakla beraber onları gerçekleştirmeyi düşünmez. Kimi zamanda imkanın farkında değildir. Bu evrede insan; bakarak, görerek yaşamın tadını çıkarır. Eylemde bulunmaz, kendisi için bir sorumluluk yoktur Kendisi için olanı arar bulur ve tatmin olur. Ancak bu evrede insan kısa sürede boşluğa düşer. Bu evre hep duyularla yaşanan ve bu şekilde tatmin olunan bu evre, varoluşun tek evresi olamaz.

 Bu evrede insan hep nesnel olanlara yönelir ve onlarla tatmin olur. Böyle de yok olup gider.

2-Etik evre; bu hakikat olarak varolmak demektir. İnsanın önündeki imkanlardan birini seçerek kendini gerçekleştirmesi. Özgürlük, karar vermektir. Bu karar, insanın kendi kendisiyle ve kendisi için karar vermesidir. Bu kararı vermek için cesur olmak gerekir. Bu karar, bu cesareti gösteren varlık içinde kalıcı olur ve kendi hakikatine erişir.

 Seçme ve karar Kierkegaard’ın insanda imkan olarak gördüğü iki temel özelliktir.

 Etik evrede yaşayan; bu kararı vermiş, kendi kendini gerçekleştirmiş demektir. Bu evrede insan, nesnel olanı bırakmış ve kendi özgürlüğünü seçmiştir.

3-Dinsel evre; etik evrede Kierkegaard, düşüncesinin derinliğini kavramış değil, hala karamsar.

 İnsan kendi kendinden çıkarak hakikatle yaşayamayacağının bilincine varır. Çünkü ;insan, güçsüzlüğünün sonlu oluşunun farkına varır.

 İnsan en kötü, en derin karamsarlıktan yine de bir çıkış yolu bulabilir, insana yeni bir imkan açılırsa.

 İnsan sonlu olmakla, kendi içinde ebedi olanı görür. İçindeki sonsuz yanı ona bambaşka bir dünyanın kapısını açar. Hayatta atacağı adımlar için ebedi yanından emirler alır. İnsan bu yanını unutmamalılıdır. İnsanın ebedi olanla karşılaşması tanrı iradesi ile karşılaşmasıdır. İnsanın özgür olması, tanrı önünde mümkün. Çünkü, verilen karar tanrı önünde veriliyor. Dinsel evrede yaşayan insan, ebedi yanını gören ve tanrının iradesiyle yaşayan tek varlıktır. İnsanın korkusu melankolisi bu şekilde teselli bulur yoksa sonlu olan diğer insanlarla değil.

 İnsan, kendi tecrübeleriyle tanrının farkına varmalı(hristiyanlığı bu nedenle eleştiriyor).

 Kierkegaard’ın amacı; kendi yaşadıklarıyla bir mesaj vermek, çağrıda bulunmak.

 İnsanların kendileri için karar vermemeleri; insanlar içinde farksızlığı, ortalamalığı ortaya çıkarır. Sivrilenler ise hemen kitle tarafından törpülenmektedir.

 Kierkegaard, tek insan olma çağrısında bulunuyor. Bu tek insan tanrı karşısında sorumlu olan insandır. Kendisi, kendi çağında kitleler karşısında bir istisna olduğunun farkındadır.

 Kendisi tek olmanın ne demek olduğunu, bunu korkunçluğunu herkese gösteriyor ki; diğer insanlar böyle olmasın ama kitle de olmasın Herkes kendi kendini bulsun.

 ‘Tanrı, diğer insanların böyle olmaması için beni böyle yarattı ve bu görevi bana yükledi’ der.

 Hakikat; tek olarak insanın, kendi içinde keşfettiğidir. İnsan onunla birlikte yaşar ve ölür. İnsan kendisinin ne olduğunu, kendi kendisiyle tecrübe edinerek anlar. Yoksa başkasına bakarak ya da Kierkegaard’ okuyarak değil.

 Kierkegaard; insanların eşitlenmesine karşı çıkıyor. İnsan, ortalama, kollektif insan olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

 İnsan; bir sınıfa sokularak, o sınıf tarafından farklı özellikleri/olanakları yontulmaktadır. Ona göre, insanın tek olması, imkanlarını gerçekleştirme durumu kitle tarafından engellenmektedir. Örneğin bir parti ideolojisi tarafından insanlar yontulmakta ve parti ne derse o doğrudur!

 Oysa insan kendi kendini araştırarak tek insan olmalıdır. Bireye tek olma imkanı vermeyen ‘kollektivizm şeytandır’der.

 Kendini gerçekleştirmiş olan insan, nasıl insandır? Bu sorunun cevabı yoktur. Çünkü bu felsefe; tam olarak temellendirilmiş bir felsefe değildir.

 İnsanın kendini gerçekleştirmesi, insanın kendi içindeki hakikati keşfetmesidir. Önemli olan tek olduğunu fark etmesidir. Dolayısı ile tanrıyla ilişkiye girmesi ve sorumlu olması.

 Bu felsefe, ele avuca sığmayan, bulanık bir felsefedir. Sadece insanlara tek olmaya ve kendilerini gerçekleştirmeye çağırır.

 Yabancılaşma; kitle içinde kaybolmadır. Ona göre geist; insanın kendisidir.

 Onun bütün çabası; kitle içinde yabancılaşan insanı kendine getirmek. 

 Kierkegaard; yabancılaşma terimini, korku ve ürkme kavramlarıyla açıklamaya çalışır.

 Ürkme, her zaman nesnesi olan bir hislenme durumudur. Fareden, karanlıktan ürkme gibi.

 Oysa korku; kitle içinde varlığını bilincinde olmayan insanın durumudur. Korkunun nesnesi yoktur. Gelecekle ilgili bir felaketin verdiği huzursuzluk. Neden korktuğunu söyleyememe. Bu korku insanın ne olacağı ile ilgili. Korku insanın kazanamadığı bilinç durumu.

 Karamsarlık; insanın kendiyle ilişkiye girememesi, insanı gittikçe eriten bir hastalık; insanı yaratan kendi içindeki ebedi olandan kopma. Kendiyle girdiği ilişkide kendini bulamama, belirleyememe durumu. Bu hastalığa yakalanan, kendi ebediliği içinde tanrısal olana erişemiyor demektir.

 Karamsarlığın çeşitleri:

1-İnsan kendi varlığını bulamadığının bilincinde değilse, karamsar olduğunun da farkında değildir.

2-İnsan karamsar olduğunun bilincinde ise

 a)İnsan karamsar olsa bile kendi varlığını gerçekleştirmesi mümkün,

 b)İnsan karamsarlığa düşmeden de tanrı karşısında kendisi olabilir.

 İnsan kendine güvenmediği için ve tanrıya inanmadığı için karamsarlığa düşer, işte bu ölüme götüren hastalıktır.

 

 Nesnel düşünme ile varoluşsal düşünmenin ayrımı:

 

1-Nesnel düşünmede, düşünülen bir nesne var. Bu nesne düşünen insanın dışında. İnsan aklı sayesinde bu nesneye yöneliyor. Buna göre nesne, benim bilme etkinliğimin yöneldiği şey.

 Varoluşsal düşünme de ise düşünenin içinde. Yani düşünen insan, kendi kendini nesne haline getiriyor. ‘Ben kendi dışımda olana değil, kendi içimde olana yöneliyorum’.

2-Nesnel düşünmede aranılan hakikat; nesnel bir hakikattir. Benim o nesne üzerine koyduğum bilginin hakikati.

 Varoluşsal düşünme de ise hakikat tamamiyle öznel bir hakikattir. Buradaki hakikat, varoluşun kendisidir. Çoğunlukla, öznellik hakikattir.

3-Nesnel düşünmede önemli olan sonuçtur. Nesneye yönelen düşünce, o nesne hakkında bilgi ortaya koyar.

 Varoluşsal düşünce de ise böyle bir sonuç sözkonusu değil, zaten önemli de değildir. Burada düşünce ile düşünen birbirinden ayrı ama karşısında da değil. Düşünme eylemi, insanın kim olduğunu sorduktan sonra kendi kendisiyle girdiği ilişki. Bu süreç içinde insanın değişikliğe uğraması; varlık bilincinin değişikliğe uğramasıdır.

4-Nesnel düşünmede şu soru sorulur; düşünülen ne?

 Varoluşsal düşünme de ise sorulan, nasıl düşünüldüğüdür. Bu düşünmenin hakikati, o düşünme etkinliğinde bulunan insanın içsel olarak ortaya koyduğu hakikattir. Bir nesne ile ilgili değildir. Hakikat, insanın kendi içindeki imkanı görüp, tanrıya ulaşmasıdır. İnsan bu düşünme içine girebilir, bu bir imkandır ama sorun, bu düşünce iletilebilir mi? İletimi ancak dolaylı bildirimle sözkonusu.

 Kierkegaard’ın mesajı; ben böyleyim, siz nasıl isterseniz öyle yapın!

5-Nesnel düşünmede ’düşünüyorum o halde varım’ böylece mutlak düşünme etkinliğine girilir.

 Varoluşsal düşünme de ise ’varım, varolduğum için düşünebiliyorum’.

 

Kierkegaard, düşüncesinde hep canlı olan 20. yüzyılın temel problemini görmesi. Kitlenin, moralin, siyasal partilerin baskısı ve devletin mekanikleşmesini görüp, insanın bu unutulmuşluğundan kurtulabilmesini; varoluşsal düşüncede yani insanın kendi kendisine yönelmesiyle olabileceğini söylemiştir.

 

Kierkegaard düşüncesinde canlı olmayan; nesnel düşünmeyi tamamen gözardı etmesi. Oysa bilim bu düşünmeyle oluyor. Onun içinde bulunduğu durumu bu denli vurgulaması kendi psikopatolojik durumundan kaynaklanıyor. İnsanların bu durumdan kurtulmaları için tek tek cesaret göstermeleri ve tanrı karşısında özgür eylemde bulunmalarıyla olur.

SAMUEL P.HUNTİNGTON

Cuma, Haziran 26th, 2009

 MEDENİYETLER ÇATIŞMASI

– En büyük tehlike, medeniyetlerden gelen devletler veya devlet grupları arasındaki çatışmalardır.

– İnsanlık tarihindeki temel medeniyetler, büyük ölçüde dünyanın büyük dinleriyle tanımlanmıştır.

– Batı medeniyeti dünyayı; düşüncelerinin, değerlerinin veya dinin (diğer medeniyetlerden çok az kişi hristiyanlığa girmiştir) üstünlüğüyle değil daha çok, örgütlenmiş gücü ve zoru kullanmasındaki üstünlüğü sayesinde fethetmiştir. Batılılar çok kez bu gerçeği unuturken, Batılı olmayanlar ise hiçbir zaman bunu unutmazlar.

– Pop kültürünün ve tüketim mallarının bütün dünyaya yayılmasının Batı medeniyetinin bir başarısı olarak gösterilmesi, Batı kültürünü önemsizleştirmektedir. Batı medeniyetinin özü ‘Magna Carta’dır (1215).

– Atatürk, ülkenin islami geçmişini reddederek Türkiye’yi  ‘parçalanmış bir ülke’ haline getirmiştir. Bir yanda dini, gelenek, görenek ve kurumları islama dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi batılılaştırmak, modernleştirmek ve Batıyla bir yapmak isteyen yönetici elitlere sahip bir ülke.

– Batının iktidarının yükselişi dört yüzyıl sürmüştür, düşüşü de bu denli uzun olabilir. Batının uluslararası toplumdaki üstünlüğünün 1900 yılında doruğa çıktığı söylenebilir.

– Avrupa sömürgeciliği artık sona ermiştir ve Amerikan üstünlüğü de gerilemektedir. Bunu Batı kültürünün erozyona uğraması ve beraberinde yerel nitelikte ve köklerini tarihten alan töreler, diller, inançlar ve kurumların kendini göstermeye başlaması izlemektedir.

– Siyasal görüşleri bakımından ‘İslami yeniden doğuş’, kutsal kitapları, mükemmel toplum vizyonu, temel değişim isteği, varolan güçlerin inkarı ve ılımlı reformcu çizgiden şiddete dayanan devrimci çizgiye kadar değişiklik gösteren ideolojik farklılığıyla birlikte, belli ölçüde Marksizme benzemektedir.

– M.Kemal, bir dizi dikkatlice hesaplanmış devrim yoluyla halkını, Osmanlı ve müslüman geçmişinden uzaklaştırma girişiminde bulundu. Çok uluslu bir imparatorluk fikrini reddeden Kemal, homojen bir devlet meydana getirmeyi amaçlamış, bu süreçte Ermeniler ve Yunanlılar ülkeden zorla kovulmuş ve öldürülmüştü.

– Kemal, Büyük Petro’ya öykünerek dinsel gelenekselciliğin bir simgesi olduğu gerekçesiyle fesi yasakladı. Halkı şapka giymeye teşvik etti. Türkçenin Arap harfleriyle değil, Latin harfleriyle yazılmasını kararlaştırdı. Bu reform, latin harfleriyle okuma yazma öğrenen yeni kuşakların engin bir geleneksel literatüre erişmesini imkansızlaştırdı…Batılaşma hem modernleşmeyle el ele yürüdü hem de modernleşmenin vasıtası oldu.

– Kemalist tepki başarısız oldu. Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu Batılı tarzda değil, kendi tarzlarında yapmalıdırlar.

– Osmanlının yıkılışı, islamı çekirdek bir devletten yoksun bıraktı.

– Türkiye, kendisini “laik bir devlet olarak” tanımladığı sürece, islamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.

– Türkiye kendisini yeniden tanımladığı taktirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batının temel islami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir.

– Türkiye, laikliği kaldırıp kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak İslam medeniyetinin lideri haline gelebilir…Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri gerektirir.

– Komünizmin çöküşüyle,  Batının “demokratik liberalizm” ideolojisi küresel bir zafer kazandı…Batı ve özellikle de bir “misyoner ulus” olagelen ABD, Batılı olmayan halkların kendilerini, Batının değerleri olarak kabul edilen demokrasi, serbest piyasa, sınırlı hükümet, insan hakları, bireycilik, ve hukuk devleti değerlerine teslim etmeleri gerektiğine ve kendi kurumlarında bu değerleri gerçekleştirmeleri gerektiğine inanır.

– Batı için ‘evrenselcilik’ anlamına gelen, diğer medeniyetler için ’emperyalizm’ anlamına gelir.

– Batı, batılı olmayan toplumların ekonomilerini, kendisinin hakimi olduğu küresel bir ekonomiyle bütünleştirmeye çalışıyor.

– ABD; aralarında beşi Müslüman yedi devleti terörist devletler olarak sınıflandırmıştır. Müslüman ülkeler; İran, Irak, Suriye, Libya ve Sudan, diğerleri de Küba ve Kuzey Kore’dir…1980-1995 yılları arasında ABD, ortadoğuda hepsi de müslümanlara yönelik onyedi askeri operasyona girişmiştir.

– Soğuk savaşın görece basit iki kutupluluğunun yerini çok kutuplu, çok medeniyetli bir dünyanın çok daha karmaşık ilişkileri alıyor.

– İslamın sınırları dahilinde nereye bakacak olsanız, müslümanların komşularıyla barış içinde yaşamada sorunlar yaşadığını görürsünüz.

– Müslümanlar, dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturuyor ama 1990’larda diğer herhangi bir medeniyetin halkından çok daha fazla grup arası şiddete bulaştılar…İslamın sınırları kanlıdır, dolayısıyla iç kısımları da öyle.

James Payne şu sonuca ulaşır; “islam ile militarizm arasında çok kesin bir biçimde bir bağlantı mevcuttur”.

– Müslümanların dövüşkenliği ve şiddet düşkünlüğü, ne müslümanların ne de müslüman olmayanların yadsıyabileceği yirminci yüzyıl olgularıdır.

– İslamın en baştan itibaren kılıç dini olup, askeri erdemleri yücelttiği savı ileri sürülmektedir. İslam “savaşçı Bedevi göçebe kabileleri” arasında doğdu ve bu şiddete dayalı köken islamın kuruluşuna damgasını vurdu. Muhammed’in kendisi çetin bir savaşçı ve becerikli bir komutan olarak anılır. Bu ne İsa için ne de Buda için söylenebilir. İslamın öğretileri, öne sürüldüğü üzere, inançsızlara karşı savaşmayı buyurur…

– Kuran ve müslüman inançların diğer açıklamaları şiddete ilişkin çok az yasaklama içerir ve şiddete başvurmama kavramı, müslüman öğretisi ve pratiğinde eksiktir.

– İslam dünyada istikrarsızlığın kaynağıdır çünkü, baskın bir merkezden yoksundur.

Batı medeniyeti evrensel olduğu için değil, benzersiz olduğu için değerlidir.

 

F. NİETZSCHE

Cumartesi, Haziran 6th, 2009

  FRİEDRİCH NİETZSCHE (1844-1900) :

 

“Evli bir filozof ancak komedilere ait olabilir”.

                                                         Nietzsche

 Nietzsche, ilk evrelerinde kültürel değerlere saygı duyuyor. Bu ilk devrinde Kant’ı, Wagner’i över, Schopenhauer’e “hocam” der.

 “Ben gelecek olanı ve başka türlü olamayacak olanı ortaya koyuyorum” der. Bir evrenin zorunlu olarak geleceğini söyler, bu evre; ‘nihilizm’dir. Zamanın nihilist olduğunu söyleyerek kendisi için “Avrupanın ilk ve en önemli nihilistiyim” der.

 Kendini “özgür ruh” olarak niteleyen Nietzsche, en önemli görevinin kemikleşmiş önyargıları çürütmek olduğunu söyler. Bu da 3 şekilde olur:

1-“Hakikate olan inancın yıkılması”; hakikate inanma ve bilimin ilerlemesinden zevk alınan bir devirdir.

 Nihilizmden anlaşılacak hiçbir hakikat yoktur.

2-“Moralden beklenecek hiçbir şey yoktur”; nihilizm, mutlak anlamsızlığa, değersizliğe inanmaktadır. Moral, koyduğu kuralları uygulatamaz.

3-“Dinden beklenecek hiçbir şey yoktur”; nihilizm, hristiyanlığı da reddeder. Hristiyanlık içinden çökmek zorundadır çünkü bu inanç, ta başında hayattan kopmuştur.

 “Tanrı öldü, Onu biz öldürdük, biz katiller katiliyiz” der.

 Nihilizmde pozitif olan, onun bir geçiş dönemi olmasıdır. O, nihilizmi üstlenerek bu durumu aşmak ister. Bu nedenle nihilizme ümitle bakar, üstünde ne tanrı var ne de insan. Nihilizm, yeni kararların verileceği bir dönemdir. Değerlerin yeniden değerlendirilmesi yapılarak, yeni değerler yaratılmalıdır. Bu değerlendirme ve yaratma, tanrı tarafından değil, insan tarafından yapılacaktır.

 İnsan kendini aşmaya çalışan bir varlıktır. Bu yeni insan şimdiki insandan daha yüksek ama tanrı da olmayan; ‘üst insan’dır. Şimdiki insan; “hayvan’ ile ‘üst insan” arasında gerilmiş bir iptir. İnsan, hayvanı aşmıştır ama şimdi aşılması gereken kendisidir.

 Hayatın temelinde olan; “güç istemi”dir. Nietzsche, varolanın temeline “güç istemi”ni koyar.

 Aslında bu hayatın bir amacı yok, aynı olanın ebedi olarak geri dönüşü sözkonusu. Hayat sadece değişmelerden ibaret. Bu hiçlik, nihilizmin en uç noktasıdır. Aynı olanın ebediyyen geri dönmesi.

 Olan biteni, bütünü, sürekli dönüşü görmek ama yine de bir uyum olduğunu görmek, işte buna evet demek. Tam da nihilizm bu işte. Ancak bunu yine de aşmak mümkün; hiç içindeki oluşu görüp buna evet demek, onu sevmek (burada Nietzsche, Herakleitos’tan etkilenmiştir).

 

 Nietzsche’nin düşünmesini belirleyen 3 faktör:

1-Klasik Yunan kültürünü araştırması.

2-Richart Wagner’in müziğine olan saygısı, onu övmesi ve o müzikten bir takım şeyler beklemesi.

3-A.Schopenhauer’e saygısı, onun pesimizmini bir ölçüde üslenmesi.

 

 Bunlar 1876’lara kadar Nietzsche’nin düşüncesini belirleyen etkenlerdir. Bu dönemde klasik kültüre bağlı ve saygılı.

 Ona göre Yunan kültürünün çıkış noktası; Apollon ve Dionysos’tur. Bu kültürün çöküşünü de Sokrates’e bağlar. Batı kültürünün temel özelliğidir, Sokratik eğilim.

Müzikle, özellikle Wagner’in müziğiyle klasik kültürü yeniden canlandırmak mümkündür, der.

 Sokratik eğilimde, bilinçli olanın erdem olması sözkonusu. Sokrates ile birlikte insan, ‘teorik insan’ olmuştur.

 Apollon ile Dionysos’un birleşmesinden oluşan insan ise ‘trajik insan’dır. Trajik olana, bilincin girmesiyle insan trajik olmaktan çıkıp, teorik insan olmuştur.

 

 Nietzsche’ye göre 3 tip tarih anlayışı vardır:

1-Anıtsal tarih; tarihin, kahramanlar/büyükler tarafından gerçekleştirilmiş ve yazılmış olduğunu söylemek. Büyük olanların tarihi! Peki, büyüklüğün ölçüsü ne?

2-Antik olana yönelen tarih; eskiye olan sevgi. Eskiyi koruma çabası. Tarih içinde olup biten olaylara, sanat eserlerine, yaşama tarzlarına olan sevgi ve onları korumak hatta yeniden kurma, yaşatma çabası.Bu tarih anlayışı, önceden olmuş bitmiş şeylere sorgusuz-sualsiz övgüyle bakmadır.

3-Eleştirel tarih anlayışı; eskiden olup bitenlerle hesaplaşan tarih. Hesaplaşırken bugünü daha iyi anlamak mümkün.

‘Biz geçmişte olmuş en güzel şeylerin olduğu gibi en kötü şeylerin de bir sonucuyuz’ der.

 

1873’te yayımlanan “İnsanca pek insanca” adlı kitabıyla Nietzsche, ‘hocam’ dediği Schopenhauer’den, Wagner’den ve hristiyanlığın dogmalarından koptuğunu söyler.

 “Benim tutkum, bağımsızlıktır” , “Kant’ın sandığı gibi gerçekliğin kendine özgü bir anlamı yoktur” der.

 Elle tutulur, gözle görülür olanı överek “trancendent olan bir öte yoktur”, der. ‘Şeylerin arkasında asıl gerçeklik diye bir şey yoktur. Kendi başına iyi ya da kötü yoktur. İnsan metafizikten koptuktan sonra tek başına bir çölde yürümeye  başlar. Özgür insan işte budur. Bütün tutunacak şeylerden kopan insan, özgürdür’.

 Nietzsche, 1881’de Sils Maria’yı keşfeder. Hastalığına çok iyi gelen güneşli bir havası vardır. Burada çok verimli olmasına rağmen son derece yalnızdır. Ancak çalışmak için bunu kendisi istemektedir. Nietzsche burada karşımıza bir düşünür olarak çıkar.

 “Bundan böyle benim sevgim bu; amor fati (kader sevgisi)” . Kadere ‘evet’ der. Artık çirkinliklerle savaşmak, şikayet etmek istemez.

 “Günün birinde sadece evet diyen biri olmak istiyorum” der. Burada 5. İncil olarak nitelediği “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ü yazar. ‘Üst insan’ ve ‘ebedi dönüş’ fikirlerini yeniden ele alır.

 Üst insan; yaşama değeri, anlamı yükleyen tanrı öldükten sonra bu dünyaya yeniden anlam ve değer verebilecek bir insandır. Üst insan, köle gibi normlara, geleneklere uyarak yaşayan insan değil, kendisi değerler ortaya koyan insandır.

 

 “Tanrı ölmüştür” savının kaynağı:

Tanrının ölmesi, hristiyanlığın verdiği ahlakın, değerlerin geçerliliğini yitirmesi, çökmeye başlaması. Yani değerler değerini yitiriyor. Her şey değerini yitirirse geriye ne kalır? Hiç/nihilizm, gelen hiçliktir.

 Nietzsche’nin ümidi; üst insanda. O değerleri yeniden değerlendirerek, yeni değerler ortaya koyacak. O üst insandan, insanın kendini aşması, kendi kendini yükseltmesini anlıyor. Bu insan kendini yükseltmiş, hayat dolu, fizik olarak da güçlü insandır.

 Hayatın asıl amacı; güç, kudret isteği. “Nerede bir canlı gördüysem orada güç isteğini gördüm” der.

 “Ebedi dönüş”:

 Olan-biten yaşayan her şey, çok büyük zaman aralıklarıyla yeniden geri dönmektedir. Bugün olanlar geçmişte olanların geri dönmesidir. Gelecekte olanlar da bugün olanların geri dönmesi olacaktır.

 Nietzsche’nin bu fikrinin arkasında hayatın yükselmesinin imkanı yatıyor. Her geri dönüş, yeni imkanlarla geri dönüyor. Geçmiş, gelecek için yükseltici bir güç oluyor. Geçmiş, gelecek için geçici olarak yok oluyor. Günün birinde, yeni imkanlarla yeniden dönecektir.

 1886’da “İyinin ve Kötünün Ötesinde”,

 1887’de de “Ahlakın Soy Ağacı”nı yayımlar.

 

 KİERKEGAARD VE NİETZSCHE KARŞILAŞTIRMASI:

 Her ikisi de sisteme tamamen karşı, sistemin kapalı hale getirilmesi gerçekliği saklamak içindir. Birbirlerinden habersiz olmalarına rağmen düşünceleri bakımından birbirine akraba.

 Sistemci filozofların dışında her ikisinde de yepyeni bir tavır ve atmosferle karşılaşıyoruz. Her türlü katılıkları eritmeye ve aşmaya büyük çaba sarfediyorlar.

 Kierkegaard’da, özlemi duyulan bir hristiyanlık düşüncesi ve kendisinin istisna olmasından dolayı bir hareketlilik var.

 Nietzsche’de ise bir boşluk; yepyeni bir varlığın kendini göstereceğine inanıyor.

 ‘Ratio’ denen akıl her ikisinde de olağanüstü sorguya çekiliyor. Ancak akla karşı değiller, felsefeleri sanıldığı gibi bir ‘duygu felsefesi’ değil.

 Her ikisinde de belirli bir dünya görüşü yok. Düşüncelerinde sürekli hareket ve refleksiyon var. Bağlanan, tutunan ve orada emniyeti bulmak diye bir şey yok.

 Sürekli hareketlilik olunca, bilimsel bilgiden şüphe ediyorlar. Profösörleri, entelektüelleri, bilimsel bilgi açıklanabilirmiş gibi davrandıklarından eleştiriyorlar.

 Bilimsel bilginin, hakikati verecek tek şey olmasına, bilime dair bu kör inanca karşılar. Onlara göre bu saflıktır.

 Her ikisinde de belirli bir tek düşünce yok. “Hiçbir öğreti en son hakikati ortaya koyamaz”. Herhangi bir hakikati, mutlak hakikat olarak görmezler.

 Her ikisinde de dolaylı bildirim sözkonusu. Çünkü; önemli olan tek tek bireylere seslenebilmektir. Önemli olan tek insanın tavrı.

 Kendi çağları bakımından karşılaştırma:

 Her ikisi de içinde yaşadıkları çağın keskin eleştiricileri. Negatif tutum ve eleştirileriyle bir çağın kapanışı dile getiriliyor. İçinde bulundukları çağı aşmaya çalışıyorlar.

 Her ikisi de kendi kararlılıklarıyla feci bir yalnızlık içindeler.

 Her ikisinin de işi, evliliği, düzenli bir yaşamı yok.

 O çağ, sosyal ve iktisadi bakımdan araştırılırken, bunlar o çağı, insanın özü bakımından anlamaya çalışıyorlar.

 Kierkegaard, kutsal kitaptaki hakikatin arayışı içinde.

 İkisi de gelmekte olan hiçi görmekteler. Bunu ikisi de istemiyor.

 Her ikisi de insanın ne olacağı kaygısında.

 İkisi de “yeni bir insan”ı temsil ediyor.

 İkisi de ruhsal yönden hasta. İkisi de istisna olduklarının farkındalar. Başka insanlara örnek olmak istemiyorlar.

“Beni değil, kendini takip et” Nietzsche.

 Etkileri:

 Çağdaş felsefe, sistemci felsefeyi reddedip, felsefeye yeni bir ufuk açan Kierkegaard’ın etkisindedir.

 Üst insan görüşüyle de, üst insanlar Almanlardır, dedirtecek kadar Nietzsche, Nazileri etkilemiştir.

 Nietzsche, tüm kuruntular dünyasını yıkan filozof. “Morali de yıktık şimdi biz kendi kendimize karanlıklar içinde kaldık. Moral yıkıldı çünkü tanrı öldü, yeni morali kuracak olan üst insan”.

 

Bunların çağrıları tek insana yönelik. İkisi de belirli bir program ve plan vermiyorlar. Sadece dolaylı bildirimleriyle, insanların gözünü açmak istiyorlar.