Posts Tagged ‘Hiyerarşi’

EĞİTİM YÖNETİMİ -1

Pazartesi, Aralık 21st, 2009

  Örgüt; ortak bir çabayı gerektiren bir amacın gerçekleştirilmesi, birden fazla bireyin güç ve eylemlerinin birleştirilmesini, bütünleştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Yani örgüt; bireylerin kişisel güçlerini aşan amaçların gerçekleştirilmesini olanaklı kılan bir araçtır.

 Örgüt yoluyla bireyler, bireysel sınırlılıklarını aşarlar.

 Birey, hizmetinin karşılığını aldığına inandığı sürece örgüte hizmet eder. Örgüt de aynı şekilde, bireyden istediği hizmeti aldığı sürece bireyi çeşitli şekillerde ödüllendirir. Bireyle örgüt arasında, böylesine bir ilişki ve denge sözkonusudur.

 

 Bir örgütün varolması şu 3 ögenin olmasına bağlıdır:

 1-Birbirleriyle iletişimde bulunabilecek bireyler.

 2-Gerçekleştirilmesi gereken ortak bir amaç.

 3-Amacın gerçekleştirilmesine katkıda bulunma isteği.

 

 Örgüt amacını gerçekleştirdiği, etkili ve yeterli olduğu sürece varlığını korur.

 Örgütte etkililik; ortak amacın gerçekleştirilme sürecidir.

 Yeterlilik ise bireysel gereksinimlerin karşılanması ile ilgilidir

 Örgütün yaşam kaynağı, bireylerin ortak amaca katkıda bulunmaya istekli oluşlarıdır. Bu isteklilik de sözkonusu ortak amacın gerçekleştirilebilecek nitelikte olduğuna içten inanmak demektir.

 Örgüt amacını istenilen ölçüde gerçekleştiremediğinde, bireylerde ortak amaca katkıda bulunma isteği kaybolur. Bu durum, örgütün varlığı için zorunlu olan ögelerden birinin yok olması anlamına gelir ki, bu durumda örgütün varlığı tehlikeye girer.

 Eğer gösterilen çabanın sonunda elde edilen doyum, katlanılan özveriyi aşarsa, bireylerde ortak amaca katkıda bulunmaya isteklilik artar ve örgütsel etkililik gerçekleşir. Aksi halde, birey bu katkıyı sürdürmez. Bu bireysel doyumla, bireysel özverinin dengelenmesidir.

 Ortak amacın gerçekleştirilmesi, öncelikle bu amacın gerçekleştirilebilir nitelikte olmasına, bu amacı gerçekleştirme durumunda olan bireyler tarafından doğru olarak anlaşılmasına ve içten inanmalarına, gerçekleştirmeye değer bulmalarına bağlıdır.

 İletişim de bir örgütün temel ögelerinden bir diğeridir. İletişim olmadan anlaşılan ve benimsenen ortak bir amaç, böyle bir ortak amaca katkıda bulunmak isteyenlerin eşgüdümlenmiş bir çabası sözkonusu olamaz.

 Örgüt kavramı ile varolan diğer bir kavram da ‘işbölümü’dür. İşbölümü; toplu bir çabayı gerektiren bir işin çeşitli bireyler tarafından yürütülebilecek bir biçimde, ussal olarak kendi ögelerine ayrılmasıyla ifade edilebilir. İşbölümü, eşgüdümü gerektirir.

 

Eşgüdüm ise bireylerin ve grupların, çabalarını belli bir amacı gerçekleştirici bir etkinlikler bütünü oluşturmak üzere yapılan eylemlere denir. Belli bir amacı gerçekleştirme doğrultusunda, eldeki insan ve madde kaynaklarının bütünleştirilmesidir.

 Eşgüdümsüz ortak bir amaç doğrultusunda, iki ya da daha fazla kişinin bütünleştirilmiş düzenli bir çabası sözkonusu olamaz. Parçaların, bütünleşmiş uyumlu bir bütün olarak işlemeleri eşgüdümleme ile gerçekleştirilir.

 

İşbirliği, ortak amacı gerçekleştirmeye istekli olmayı ifade ederken eşgüdüm, ortak bir amaç doğrultusundaki bir etkinliğe katılanların birbirlerinin planlanmış davranışlarından haberdar olmalarıdır. Ortak bir amacı gerçekleştirmeye istekli olanların, güç ve eylemlerinin amaç doğrultusunda birleştirilmesi, bütünleştirilmesidir.

 İşbirliği, eşgüdümü olanaklı kılar ve eşgüdümle anlam kazanır. Eşgüdüm de ‘yetki’yle gerçekleştiriliyor.

 Yetki; bir örgütün itici gücüdür. Yetki olmadan bir örgütün amacı doğrultusunda insanların harekete geçmesi düşünülemez.

 Yetki, yasal güç, emir verme ya da eyleme geçme hakkı olarak tanımlanabilir. Yönetim açısından ele alındığında yetki, eyleme geçme ya da geçmeme konusunda, başkalarına emir verme hakkı olarak ifade edilir.

 Başka bir değişle yetki/otorite; gücün yasallaşmış şeklidir.

 

 Yetkinin kaynağı konusunda belli başlı 3 kuram bulunmaktadır:

 

1-Biçimsel yetki kuramı; bilindiği gibi parlamenter rejimlerde tüm yetkilerin kaynağı halk iradesini simgeleyen anayasadır.

 Halk iradesine dayanan yetkiler bürokratik örgütlerde yukarıdan aşağıya doğru aktarılır. Örgütteki makamlar, belli konularda emir verme hakkına sahiptirler.

 İşte yasal gücü, belli sınırlar içinde kullanma hakkının örgütteki makamlara verilmesi biçimsel yetki olarak nitelendirilmektedir.

 

2-Kabul kuramı; bu kurama göre yetkinin kaynağı, emir alan kimselerin o emri kabul edilir değerde görmeleri ve kabul etmeleridir. Astın kendisine verilen bir emri kabul etmesi, o emri meşrulaştırmaktadır.

 Bu kuram, emir verme hakkına sahip olan görevlilerin emir verirken çok dikkatli olmalarını, verdikleri emirlerin varolan yasa ve kurallarla uyumlu olmasına özen göstermelerini gerekli kılmaktadır.

 3-Yetenek kuramı; yetkinin kaynağı teknik bilgi ve beceridir. Bu da kişisel nitelikler ve yeteneklerle ilgilidir.

 Üstün bir teknik bilgi ve beceriden güç alan yöneticinin, etrafındakileri etkileyebileceği, kendisini kabul ettireceği ve bu yolla onlar üzerinde etkili olabileceği, emir verme hakkını etkili olarak kullanabileceği sayıltısı, yetenek kuramının özünü oluşturur. Aynı yetkiyle kimi az kimisi çok iş yapar.

 

 Yetki ile varolan bir kavramda ‘sorumluluk’tur. Bazen görev, bazen etkinlik bazen de yetki anlamında kullanılan sorumluluk kavramı, yönetimde görevi yapma zorunluluğu anlamını taşımaktadır. Sorumluluğun özünde, zorunluluk vardır. Belli bir amacın gerçekleştirilmesi doğrultusunda, yapılması zorunlu olan işlerin yapılmasını sağlamak için verilmiş olan, yetkilerin kullanılma zorunluluğudur.

 Yetki; yöneticinin belli davranışları gösterebilme hakkı, sorumluluk da yöneticinin belli davranışlarda bulunma zorunluluğudur.

 Yetkisiz sorumluluk, işlerin yapılmamasına, sorumluluğu aşan yetki de yetkinin kötüye kullanılmasına yol açabilir.

 Sorumluluk ve yetki kavramıyla ilgili bir konu da ‘yetki aktarılması’dır. Ancak bu nokta tartışmalıdır.

 Tartışma, yetkinin aktarılabileceği ancak sorumluluğun devredilemeyeceği noktasında yoğunlaşmaktadır.

 Sorumluluğun devredilmesi halinde, sorumlu olan kişinin bulunmasının zorlaşacağı, sorumluluğun örgütün en alt düzeyinde toplanacağı ileri sürülmektedir.

 Bir örgütte görevlerin gruplandırılması ve yürütülmesi, yetkinin aktarılmasını gerektirir. Yetki aktarmadan örgütlenmenin bir anlamı olmaz.

 

 Yetki aktarımında şu noktalara dikkat edilmelidir:

 

1-Yetki aktarımında, açıklık ve belirginlik olmalıdır. Aktarılan yetkilerin yazılı, açık ve sınırları mutlaka çizilmiş olmalıdır.

 2-Yetki, en yakın yönetimsel konumdaki görevliye aktarılmalıdır.

 3-Yetki aktaran yönetici, görevin yapılmasını denetleme sorumluluğunu kendisi üstlenmelidir. Yetki aktaran gerektiğinde, yetki ve görevleri yeniden üstlenebilmelidir.

 4-Yetki, sorumlulukla doğru orantılı olmalıdır. Sorumluluk; açık, anlaşılır ve ölçülebilir olmalıdır.

 5-Yetki aktarımında, kişinin yeteneği dikkate alınmalıdır.

 6-Yetki aktarımında esas amacın, görevin daha etkin biçimde yürütülmesi olduğu unutulmamalıdır.

 Bütün bunlara ek olarak; yetki aktarma durumunda olan bir yönetici, hangi yetkileri aktarması gerektiği konusuna dikkat etmelidir.

 

 Hiyerarşi:

 

 Formel örgütün yapısı ile ilgili önemli bir kavram da hiyerarşidir.

 Hiyerarşi; örgüt içindeki birimlerin düzenlenmesini, yetki dağılımını, sorumluluğu ve ve komuta zincirini ifae eder.

 Hiyerarşinin değişmez bir ilkesi, ast konumundaki her makamın mutlaka daha üst bir makamın yapısal denetim ve gözetiminde bulunması zorunluluğudur.

 Örgüt pramidinde hiyerarşi içinde tabandan tepeye doğru çıkldıkça yetki birikerek artmakta ve hiyerarşinin en üst basamağında yoğunlaşmakta, toplanmaktadır.

 Rol; bir örgütün en önemli analitik birimidir. Yönetimsel bir konumun dinamik yönü olarak tanımlanabilir. Daha açık olarak rol; belli bir konumda bulunan işgörenden beklenen davranışlardır. Rol, önemli ölçüde, rol beklentileri tarafından belirlenir.

 Rol beklentileri; bireyin belli bir örgütsel konumda bulunduğu sürece yapması ve yapmaması gereken davranışları belirtir.

 

 Formel örgütlerde oluşan informel (doğal) örgütler:

 

Bireylerin, formel bir örgüt içerisinde bir araya getirilmeleri sonucunda, doğal örgütlerin oluşması kaçınılmazdır.

 Formel örgüt içindeki, bireyler arası kendiliğinden ilişkiler, doğal örgütleri oluşturmaktadır. Buradaki kendiliğinden ilişkiler, görevsel olmayan ilişkileri ifade etmektedir.

 Gerçekte doğal örgütler, formel örgütten önce de vardır. Ancak bu doğal örgütler, formel örgütte ortaya çıkan doğal örgütlerle karıştırılmamalıdır.

 Her formel örgütün kuruluşuna öncülük eden, bir doğal örgüt vardır. Formel bir örgüt varsa onun içinde mutlaka bir doğal örgütte vardır. Birden fazla da olabilir.

 

Doğal örgütün varoluş nedeni, formel örgütte görevli bireylerle örgüt arasındaki ilişkide gizlidir.

 Formel bir örgütün, üyelerinin tüm gereksinimlerini sağlaması olanaksızdır. Her şeyden önce, formel örgütün belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere oluşturulmuş olması, bireysel gereksinimleri karşılama yeteneğini sınırlandırmaktadır.

 Bu durumda birey, formel örgüt tarafından karşılanamayan gereksinimlerini karşılayıcı başka bir kaynak aramaya başlar. İşte doğal örgütlerin oluşumlarının temel nedeni olarak bu arayış gösterilmektedir.

 

 Doğal örgütlerin nitelikleri:

 

 Doğal örgütlerde yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerine özgü bazı normlar oluştururlar. Bu normları, davranış normları olarak ifade edebiliriz.

 

 Norm; grup tarafından saptanan ve onaylanan davranış standartı olarak tanımlanabilir.

 Normlara uymayan doğal örgüt üyeleri, grup baskısı ile karşılaşırlar. Grup normları, üyeleri gerçek ya da olası dış tehlikelere karşı koruyucu bir rol de oynarlar. Bu amaçla geliştirilen grup normları vardır. Örneğin; bir iş yerinde işi sistematik olarak yavaşlatma, kaytarma gibi davranışlar doğal örgüt üyelerini koruyucu önlemler olarak nitelendirilmektedir.

 Herhangi bir örgüte katılan bir bireyin, iş akışının dengesini bozmaması konusunda gerekli uyarı doğal örgüt tarafından yapılır. Yani doğal örgüt, bireyin gayretkeşlik girişimlerini engeller.

 Doğal örgüt normlarının her zaman olumsuz, formel örgüt açısından engelleyici olması elbette sözkonusu değildir. Doğal örgüt normu, formel örgütte istenen yüksek verim ve üstün kaliteyi savunucu nitelikte de olabilir.

 Doğal örgütün grup normlarına uyumu sağlama konusunda üyeler üzerinde kontrol gücüne sahip olduğu kabul edilmektedir.

 

Bireyler neden üyesi bulundukları, doğal örgüt normlarına uymak isterler?

 

 Bireylerde, gruba bağlılık ve grup tarafından kabul edilme isteğinin çok yoğun olduğu bilinmektedir. Gruptan kopmamak amacıyla bireyler, grubun normlarına ve beklentilerine uymayı yeğlerler. Bu durum, grup üyelerinin grupla, grup normu ve beklentileriyle özdeşleşme eğiliminde olduklarını göstermektedir.

 Bireysel gereksinimlerinin karşılanmasında doğal örgütün bir desteğini gören bir bireyin, bu doğal grubun amacını benimsemesi çok doğal görünmektedir.

 Grubun amaçlarının benimsenmediği halde grubun diğer üyeleri tarafından reddedilmemek için kabul eder gibi görünme ve standartlara uyma durumları da vardır.

 Doğal örgüt normlarına, uymayan birey üzerinde uygulanan bir baskı türü; bireysel ilişkilerin kesilmesidir.

 Doğal örgütün bireyler üzerindeki etki derecesi, grubun birey açısından sahip olduğu çekiciliktir. Bu çekicilik derecesi arttıkça, grubun birey üzerindeki etki derecesi de artmaktadır.

 

Doğal örgüt, kendi liderini yaratır. Bir yönlendiriciye gereksinim duyan grup üyeleri, doğal liderlerini izlerler. Doğal gruplarda, farklı roller oynayan birden fazla lider bulunur.

 Doğal liderin, liderliğini sürdürebilmesi grubun beklentilerini karşılamasına, grup normlarına uymasına, grubu üyelerin yararları doğrultusunda yönlendirmesine bağlıdır.

 Kısaca grup açısından önem taşıyan hizmetlerin başarılı bir şekilde yürütülmesine bağlıdır.

 

Doğal örgütün, bireyler açısından statü sağlayıcı işlevi de vardır.

 Statü; bireyin grup içindeki toplumsal konumunun, grup arkadaşlarınınkinden farklılaşmasıdır. Bireyin sahip olduğu prestij toplamıdır.

 Statü, bireyler arası ilişkileri önemli ölçüde belirler. Bir örgütteki bireyin statüsünün belirlenmesinde iki etken rol oynar. Bunlar örgüt içi ve örgüt dışı etkenler olarak iki grupta toplanabilir.

 Örgüt dışı etkenler; cinsiyet, eğitim düzeyi, yaş, özgeçmiş ve kişilik özellikleridir.

 Örgüt içi etkenler ise unvan, maaş ve çalışma biçimi gibi etkenler gösterilebilir.

 

 Doğal örgütün formel örgüt üzerindeki etkileri:

 

 Geleneksel olarak yöneticiler doğal örgütleri, formel örgütler ve yönetim açısından tehlikeli görmüşlerdir. Ancak böyle bir algılamanın, her zaman geçerli olduğu söylenemez.

 Uygulamada, sözkonusu doğal normların genellikle iyi kaliteyi ve yüksek verimi vurguladığı görülmektedir. Durum böyle olunca doğal örgüt, formel örgütün amaçlarının gerçekleşmesine yardımcı olmaktadır.

 Doğal grubun yönetime yardımcı olacağından emin olan yönetici, daha fazla yetki devrinde bulunabilir. Sağlıklı bir yetki devri, yöneticinin yükünün azalmasını, önemli konulara daha fazla zaman ayırmasını sağlar.

 Doğal örgüt, formel örgüte ek iletişim kanalları sağlar. Dedikodunun geleneksel yöneticiler tarafından yıkıcı olarak değerlendirilmiş olmasına karşın, bugün dedikodunun örgütsel etkililiğe katkıda bulunabileceğine inanılmaktadır.

 Dedikodunun büyük kısmının doğru olduğunu gösteren araştırmalar bulunmaktadır. Dedikodu ve söylenti formel iletişim sisteminden daha çok haber taşır.

 Yapılan araştırmalar endüstri kuruluşlarında çalışan personelin % 10’u ile % 40’ının öğrendikleri doğru ve yanlış haberleri, iş arkadaşlarından öğrendiklerini göstermektedir.

 Doğal iletişimin diğer bir olumlu yönü; bireylerin doğrudan ya da dolaylı olarak işe katılmaları ve kararın ortaklaşa alınmasıdır.

 

 Doğal örgütün diğer bir işlevi, çalışma grubuna doyum ve kararlılık sağlamasıdır.

 Doğal örgüt bireye, bir gruba ait olma ve güven duygusu vererek bu konuda da önemli bir rol oynar.

 Yöneticinin yetersizlikleri, sınırlılıkları doğal örgüt tarafından giderilebilir.

 

 Doğal örgütün olumsuz işlevleri de vardır:

 

 Dedikodu ve söylentinin yıkıcı olarak da kullanılmasıdır. Söylenti; çarpıtılmış eksik bilgi ve haberin yayılması yoluyla yıkıcı bir rol oynayabilir.

 Söylenti; olguların, gerçeklerin yanlış ve eksik gösterilmesidir. Ussal deği, duygusaldır. Genellikle örgütün üst düzey yöneticilerinde gizlenir.

 Söylenti genellikle formel iletişim sisteminin yetersiz olduğu durumlarda daha güçlüdür.

 Ayrıca doğal örgüt, değişmeye karşı direnç de gösterebilir. Doğal grup, doğru ve değerli olduğuna inandığı kültürel değerleri destekler. Bu eğilim giderek statükonun korunması sonucuna dönüşebilir. Bu da örgütsel gelişmeyi engelleyici bir rol oynar.

 Doğal örgüt normlarıyla, formel örgüt normları çatışabilir.

 

Örgütsel bir olgu olan, doğal gruba karşı yönetim nasıl bir yol izlemelidir?

 

 Yöneticinin, doğal örgüte karşı olumsuz bir tavır içinde olması onu yok etmeye çalışması, sağlıklı bir yönetimsel davranış olarak nitelendirilemez. Böyle bir yaklaşım, sonuç almaktan uzak bir davranıştır. Bu durumda örgütsel etkililiğin gerçekleştirilmesi tehlikeye düşmektedir.

 Sağlıklı bir yönetimsel davranışın formel örgüte doğal örgüt boyutları Arasında ortak çıkarları karşılayıcı bir denge sağlaması beklenir. Yönetim, doğal örgütü tam kontrol edemeyebilir ama belli ölçülerde etkileyebilir. Bunu nasıl yapar?

 Doğal örgütün doğal yargılarını, normlarını grup üyelerinin gruba bağlılık derecelerini bilerek, bu noktalara gereken anlayışı ve saygıyı gösterek, yönetimsel süreçlerde bu olguyu dikkate alarak gerçekleştirebilir.

 Etkili bir işleyiş için, doğal örgütün gücünden yararlanılabilir. Başarılı bir yönetici grupla birlikte çalışmaktan çekinmez. Başarılı bir yönetici, bireylerin güçlerini çekinmeden ortaya koyabilecekleri güven verici bir hava yaratır.

 Formel örgütün hedefleri doğrultusunda birlik ve uyum sağlanırken, doğal örgüt yoluyla da gruptaki samimi ilişki, ekip çalışması ve üyelere doyum sağlama konularında dikkatli olunmalıdır.

 

 Sosyal sistem:

 

 Bu model, Getzels ve Guba’nundur.

 Formel örgütü, sosyal bir sistem olarak düşünebiliriz.

 

 Sosyal bir sistem ya da basit herhangi bir sistemde şu 5 öğe her zaman vardır:

 

 1-Girdi, 2-Süreç, 3-Çıktı, 4-Feedback (dönüt), 5-Sistemin yer aldığı çevre.

 Sürecin sonunda elde edilen çıktı/ürün, planlananın istediği doğrultuda değilse bu konudaki bilgilerin tekrar karar gücüne verilmesi(feedback) gerekir.

 Feedback; çıktıyı/ürünü kontrol etmektir. Bunun için de süreci izlemek.

 

 Her sosyal sistemin 2 boyutu vardır:

 

 1-Kurum, rol, rol beklentilerinden oluşan boyut. Buna ‘örgütsel boyut’ da diyebiliriz.

 2-Birey, kişilik ve eğilimlerden oluşan boyut. Buna da ‘bireysel boyut’ diyebiliriz.

  Bu görüşe göre, örgütsel bir ortamda bireylerin gösterdikleri davranış örgütsel boyutla, bireysel boyutun bir fonksiyonudur.

 Sürekli olarak, rol beklentileri ve eğilimler arasında rolle kişilik arasında, kurumla birey arasında, bir etkileşim vardır.

 

 Buradaki kurum, iki anlam ifade eder:

 

 1-Belli gereksinimlerin, sürekli olarak belli davranışlarla karşılanması anlamını ifade etmektedir.

 Eğer bir örgütsel ya da toplumsal gereksinim, sürekli olarak belli davranışlar göstererek karşılanırsa bu davranışlar zamanla belli bir yapıya kavuşur, kararlılık kazanır. Bu kararlılığa; ‘kurumlaşma’ adı verilmektedir.

 2-Kurumlaşan bu davranışların gösterilmesi için oluşturulan formel örgütler de ‘kurum’ olarak adlandırılmaktadır.

 Örneğin; eğitim hem bir kurum hem de formel bir örgüttür. Rol beklentileri rolleri, roller de kurumu yani formel örgütü oluştururlar.

 Kuruma, örgütün resmi boyutu da diyebiliriz.

 

 Modelle ilgili liderlik türleri:

 

 1-Nomothetic / örgütsel liderlik; kitaba göre davranan lideri ifade etmektedir. Yani kurallardan şaşmayan liderdir.

 Astların, bürokratik beklentilere tam olarak uymaları beklenmektedir. Bu lider kendi konumunu otoritenin merkezi olarak algılamakta ve bürokratik kuralları tüm astlara benzer biçimde uygulamaktadır. Kurallara kesinlikle uyum sözkonusudur. Örgütsel ödülleri ve cezaları duraksamadan uygulayan bir liderlik anlayışıdır. Ödül ve cezayla örgüte bağlılığı sağlamaya çalışmaktadır.

 Bu liderlik türünde temel varsayım şu:

 Eğer bürokratik roller, rasyonel olarak geliştirilmiş açıkça ifade edilmişse örgütün amaçları, bu esaslara göre etkili bir biçimde gerçekleştirilebilir. Öyleyse bu kurallara uyum zorunludur.

 

 2-İdiographic / bireye dönük liderlik; bu liderlik tipi örgütsel gereklilikler yerine, bireysel gereksinimler üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu liderlik, astlardan işleri kendi kendilerine yapmalarını beklemektedir. Bireylerin kendi kendilerini yönlendirmeleri beklenir.

 Temel varsayım şu; bireyler özenle tanımlanmış rollerin katı olarak uygulanmalarına gerek kalmadan da örgüt açısından uygun ve anlamlı bir davranış gösterebilirler.

 

 3-Transactional / durumsal liderlik; bu lider hem bireysel gereksinimleri hem de bürokratik beklentileri dikkate almaktadır.

 Doğal örgütü de dikkate alan bir liderlik anlayışıdır. Hem formel hem de doğal örgütten destek almaktadır.

 Bu liderlik tipinde duruma göre rol beklentileri ve bireysel gereksinimler arasında koşulların gerektirdiği bir dengenin sağlanması sözkonusudur.

 

 Özetlemek gerekirse, örgütsel lider; bürokratik yönelimlidir. Bireysel liderse; kişilik yönelimlidir. Durumsal liderse; durum yönelimlidir.

 Modele en uygunu durumsal liderliktir.

 

SOSYOLOJİ TARİHİ-5

Salı, Ekim 20th, 2009

 MAX WEBER :

 

 Çağdaş toplumsal düşüncede özellikle Amerika’da, toplumbilimlerin gelişimi üzerinde derin etkiler bırakmıştır.

 Ekonomi ve Toplum’ adlı eserinde toplumbilimin konusunu, yöntemini, işlevini incelemiştir.

 Weber’e göre, sosyolojinin nesnel olabilmesi için her şeyden önce değer yargılarından arınmış olması gerekir. Toplumbilimcinin, toplumsal ve siyasi amaçlar güdebileceğini kabul eder. Ancak araştırma sırasında bunlardan sıyrılması gerektiğini vurgular.

 Bu yaklaşımla Weber, gerçekte varolanla, olması gereken arasında yeterince ayrım gözetmeyen; Comte ve Marx’ı değer yargılı bulmuştur.

 Yine Weber’e göre, toplumbilim aynı zamanda genelleştirici bilimdir. Buradan hareketle toplumbilim ile onun önemli bir veri kaynağı olan tarih arasında kesin bir ayrım gözetmiştir.

 Ona göre, bireylerin toplumsal eylemi, toplumbilimin konusunu oluşturur.            Toplumbilimin amacı; toplumsal davranışları açıkça anlamak ve bunların oluşumu ve sonuçlarını nedensel olarak açıklamaktır.

 Bu toplumsal eylem, güdülerle açıklanabileceğine göre bu güdüler niteliğini ve işleyişini araştırmak toplumbilimin görevidir. Öte yandan bireyin eylem güdülerini başkalarının güdü ve eylemleriyle karşılarak etkileşir. Böylece toplumsal ilişkiler düzeyi başlar.

 Bu ilişkilerin tekrarlanarak düzenlilik kazanmasıyla, kurumlaşmasıyla, toplumsal oluşumlara ve toplumsal düzene ulaşılır. Toplumbilim, bu düzenlilikler temeli üzerinde yasalarını geliştirir. O halde bir toplumbilim yasası, toplumsal düzenlilikleri dile getiren genelliklerdir.

 Buna göre toplumbilimin son görevi; toplumsal oluşumların genel tiplerine dayanarak, toplumsal yaşamda yinelenen düzenlilikleri bulmak ve toplumsal oluşumların karşılıklı etkileşimini yöneten yasalara varmaktır.

 Weber’de ‘ideal tip’ kavramı vardır. Bu olması gerekenle ilişkili bir kavram değildir. Tersine, mantıksal bir anlamı olan zihinsel bir kuruluşu dile getirir.

 İdeal tip, toplumsal oluşun ana ögelerini soyutlayıp vurgulayarak gerçeğe bir düzen vermek amacındadır. Kısaca, ideal tipler bir toplumsal oluşumun en belirgin ve genel niteliklerine dayanarak varılan soylu biçimlerdir. Hemen her somut tarihsel ve toplumsal olay, çeşitli ideal tiplerden pay almış karmaşık bir yapıdır.

 Örneğin belli bir tarihsel olay taşıdığı özellikler itibariyle aynı zamanda feodal düzen, bürokrasi ve karizma gibi ayrı ideal tiplerin bir karışımı olabilir.

 Toplumbilimin görevi, karmaşık toplumsal olaylarda neyin hangi tipe ait olduğunu ayırt ederek bu soyut tipleri kurmaktır.

 Örneğin, insanlar arasında kurumlaşmış ilişki olan ve tarih boyunca çeşitlilikler gösteren egemenlik ilişkisi, ari biçimiyle çözümlendiğinde üç ideal tip içinde ele alınabilir:

1-Dayanağını süregelen düzen ve geleneklerde bulan gelenekçi egemenler.

2-Kaynağını egemenin varsayılan üstün veya kutsal niteliklerinden alan karizmatik egemenlik.

3-Nesnel kurallar sistemine dayanan yasal egemenlik tipleridir.

 

 Şimdi Weber, olgular arasındaki ilişkiyi nasıl ele alıyor ona bakalım:

 Toplumsal yapıyı eşdeğer ögeler arasındaki ilişkilerin bir işlevi sayan Weber, örneğin “Protestan ahlakı ve Kapitalist Anlayış” adlı eserinde, din ile ekonomik sistem gibi iki toplumsal olgu arasındaki işlevsel ilişkiyi şöyle incelemiştir:

 Weber’e göre özgür emeğin rasyonel örgütlenmesi biçiminde tanımlanabilecek olan kapitalizmin doğuşunu rasyonel anlayışta aramak gerekir.

 İşte bu rasyonel anlayışı yaratan protestanlık olmuştur. Weber’e göre, her ekonomik sistem gibi çağdaş kapitalizm de belli insan niteliklerinden, belli ilişki biçimlerinden kaynaklanır. Kapitalizmin dayandığı nitelikse rasyonel anlayıştır. Ancak bu anlayış yaygınlaştıktan sonradır ki, kapitalist sistem geçerlik kazanır.

 Bu anlayışın başlıca ögeleri, günlük meslek uğraşılarının değerli bir yaşam içeriği sayılması, dünya başarısının özellikle ekonomik başarının onurlandırılması, öte yandan rasyonel iş yöntemlerinin geliştirilmesidir.

 Her din, ekonomik ve toplumsal ahlak geliştirir. İşte kapitalizmin önkoşulu olan rasyonel anlayış Batı ve orta Avrupa’da protestanlıkla birlikte doğmuş ve başlangıçta, ekonomik kurallarla ilişkisiz bir kaynaktan gelmiştir.

 İnsanın bu dünyadaki başarısını küçümseyen katolik teologların ahlak ilkelerine karşı çıkan Luter ve Calvin gibi protestan reformcular, insanın dünyaya karşı durumunu değiştiren yeni bir öğreti geliştirmişlerdir.

 Her şeyden önce insanın çalışma ve iş ilişkileri konusunda yeni bir ahlak anlayışı getiren protestanlık mesleki uğraşıları kutsayarak bu dünyadaki başarıyı tanrısal değerlendirmenin temel ölçüsü saymıştır.

 İşte dinsel çerçeve içinde beliren bu ahlak değerlerinin yaygınlaşmasıyla kapitalist ekonominin önkoşulu olan rasyonel anlayış doğmuştur.

 Görüldüğü gibi toplumsal yapıyı eşdeğer ögelerin bir işlevi sayan Weber, belirleyici ögenin bağlamdan bağlama değişebileceği kanısındadır.

 

 Sınıf görüşü; Weber, sınıfları karakterlerine göre üç gruba ayırmaktadır:

 1-Toplumsal sınıflar

 2-Sosyal sınıflar hiyerarşisi

 3-Siyasal iktidar hiyerarşisi

 

 Toplumsal sınıflar:

 Weber, sosyal sınıfların temelde ekonomiye bağlı olarak meydana geldiklerini kabul etmektedir. Ona göre, herkesin sıfını sermaye gibi sahip olduğu bireysel imkanlar tayin eder. Bu değişkenlerin bileşkesi durumunda ekonomik ürünlerden faydalanmak bakımından kişiler arası farklılıklar vardır.

 Bir sosyal sınıf aynı durumda olan bireylerden meydana gelir. Ancak bireylerin aynı durumda olduklarının bilincine varmaları gerekir.

 Sermaye, bir yerde sınıfları yapan unsurdur. Sosyal eşitsizliklerin doğmasını, bir yerde bu unsur sağlar.

 Sınıflar arasında farklılıkları doğuran şey, mülkiyetin şekline ve piyasaya sürülen mala bağlıdır. Weber, sınıfların varlığını kabul etmekle birlikte hangi sınıfların bulunduğunu açık bir şekilde belirtmemiştir. Yine işçi sınıfını kabul etmekle birlikte bunların yapmış oldukları iş ve almış oldukları ücret itibariyle büyük farklılıklar gösterdiğini kabul etmiştir.

 Mülkiyet ve eğitim nedeniyle imtiyazlı durumda olanları yönetici sınıfları olarak kabul etmiştir. Aydınları da bir sınıf olarak görmekte ve özel mülkiyet araçlarına sahip olmamalarına rağmen “aydınlar bağımsızdır” demektedir.

 Weber’e göre, sınıflar arasında çatışma da vardır. Ancak bu çatışma, çoğul durumdadır. Yani tüm sınıfların birbiriyle çatışması sözkonusudur.

 Burjuvazi, bürokrasi ve işçi sınıfı birbiriyle çatışmaktadır. Weber’e göre asıl çatışma sermayeyi elinde bulunduran burjuvazi ile işçi sınıfı arasında değil, bürokratlarla işçi sınıfı arasındadır.

 Weber’e göre bilinç yoksa sınıf teşekkül etmemiştir. Çünkü, bilinç yoksa kadercilik vardır. Kaderciliğin ortadan kalkması sınıf bilincinin doğmasına bağlıdır.

 

 Sosyal sınıflar hiyerarşisi:

 

 Weber’e göre sosyal statü, toplumsal itibar hiyerarşisinde önemli bir yeri ifade eder. Ona göre, statüyü belirleyen en geniş anlamıyla, insanların eğitim ve yaşama biçimleridir.

 Statü grubu ile gelir grubu aynı şey değildir. İnsanların fazla gelir sahibi olmaları onların statülerini yukarıda gösterir.

 Weber’e göre modayı belirleyenler belli bir statü grubudur. Ancak aynı modayı taklit edenler aynı sosyal statü grubuna girmezler.

 Ona göre herkes kendi statüsünde olanla evlenebilir ve belli yerlerde çalışabilmek için de belli bir statü grubundan olmak gerekir.

 Bazı sosyal statüler, etnik özellikler gösterir. Mesela, ABD’de en yüksek statüye sahip olanlar sırasıyla; Anglo-Saksonlar sonra İtalyanlar, Portekizliler, Meksikalılar ve en altta zenciler bulunmaktadır. Weber, bu durumu göç olayına bağlıyor.

 Sosyal statü ve sınıflar arasında herhangi bir ilişki var mıdır?

 Sorusuna aynı sınıftan olan kişiler aynı aynı statüden sayılabilirler. Ancak sosyal statü zaman zaman sınıftan daha önemli olabilir. Mesela, bir zenci işadamı ile bir İngiliz işadamı, aynı gelire sahip olsalar bile İngiliz işadamı statü itibariyle daha itibarlıdır.

 Sosyal sınıflar hiyerarşisi her yerde aynı mıdır?

 Sorusuna Weber, “aynı değil” diye cevap verir. Mesela Batı toplumlarında el emeğine dayanan işçiler sosyal sınıf statüsünde alt sıraları işgal ederken, kafa işçiliği ise dah üst sıraları teşekkül eder.

 Rusya’da ise el emeği Batıya göre daha önemli kabul edilir. Osmanlılarda da ticaretle uğraşanlar alt statüde kabul edilirlerdi.

 Weber’e göre üç tür sosyal sınıf vardır:

 1-Sermayeyi elinde bulunduran; ‘burjuvazi’.

 2-Yönetimi elinde bulunduran; ‘bürokratlar’.

 3-Ürün ortaya koyan; ‘işçiler’.

    Her sınıf içinde statü farkları da vardır.

 Sosyal iktidar hiyerarşisi:

 Weber’e göre siyasal iktidarlar, isteklerini zorla da olsa kabul ettirebilme gücüne sahiptirler. İktidarın kaynağında ekonominin büyülü rolü vardır. Ancak siyasal iktidarın kaynağı sadece para değildir.

 Siyasal iktidarlar; üyelerine maddi avantaj ve sosyal prestij sağlamak amacıyla bir yöneticiler grubunu iktidara getirmek için kurulmuş siyasi derneklerdir. Weber’e göre partiler sınıf partisi olabileceği gibi olmayabilir de.

 

 KARL MARX ( 1818 – 1883 ) :

 

 Sonradan Protestanlığı kabul etmiş, Yahudi kökenli Alman bir avukatın oğludur. Çok iyi öğrenim görmüş; tarih, felsefe ve hukuk eğitimi almıştır.

 Hegel’in tesiri altında kalmış, ilk tezini Epiküros üzerine vermiş daha sonra da gazeteciliğe başlamıştır.

 1844 de Engels ile tanışmış ve öğretilerini de bu tarihten sonra daha fazla geliştirmiştir.

 Yetişmesi, yolculukları, dostlukları onu üç düşünce akımının kavşağına getirmiştir:

 Bunlar; Alman felsefesi, Fransız sosyolojisi ve İngiliz ekonomi bilimidir. Bunların etkisi ve sentez çabası ile Marx, kendi öğretisiyle ‘bilimsel sosyalizm’in başladığı görüşündedir.

 Ona göre insan, sadece düşünen varlık değil aynı zamanda eylemde bulunan (praxis) bir varlıktır. Çalışmalarının başlangıcında, insanın faaliyet alanının ekonomi olduğunu, bunun aynı zamanda filozofların da faaliyet alanı olduğunu söyler.

 Diyalektik sayesinde ekonomiyi somut bir felsefe olarak ele aldı. Marxsizm hem bir ideoloji hem de bir analiz metodu kurdu.

 Marxist öğretinin birbirine derinden bağlı üç ana yönü vardır:

 1-Felsefe, 2-Tarih felsefesi, 3-İktisat kuramı.

 

 Marxizmin Felsefesi:

 

 Felsefesi, “diyalektik materyalizm”dir. Marx, her gerçeği maddi sayan ve ruhun, zihnin, kutsal varlıkların ayrı gerçekler olduğunu reddeder.

 Bu konuda klasik maddecilikten (Demokritos, Epiküros vs.) hareket eder. Ancak klasik maddeciliğin durağan olmasına karşılık, Marx’ın ki, dinamiktir. Marx, evreni sürekli bir oluşum halinde görür. Bu görüşünü açıklamak için, Hegel’in; tez, antitez, sentez diyalektiğini kullanır.

 Dünyanın gelişmesini, kimi anlarda zamanla birikmiş belli belirsiz nicel değişmelerin ortaya koyduğu gerilimle ve denge bozukluklarıyla kaçınılmaz biçimde meydana gelen nitel sıçramalarla yani devrimlerle açıklar. Her devrimi yeni ve geçici bir denge izler. Ancak bu denge zamanla, kendi iç çatışmalarını doğurur ve sonuçta yeni bir nitel sıçramaya sebep olur.

 Hegel diyalektiği, idenin tabiatta kendini gerçekleştirmesini göstermek için kullandığı halde Marx, diyalektikten sadece maddi bir evreni otrtaya koymak için yararlanmıştır.

 Marx’a göre, “Hegel’in diyalektiği, başı üzerinde yürümektedir. Bu diyalektiğin akla uygun olabilmesi için, onun ayaklarını yere bastırmak gerekir”, der.

 

 Marx’ın Tarih Felsefesi:

 

 Kendi diyalektik materyalist felsefesinden türemiştir. Ona göre, her tarihi olay, bütün iktisadi üst yapı etkenlerinin tesiri ve tepkisinin bir sonucudur. Toplum bu etkenlerin zoruyla sonunda kendi yolunu bulur.

 Marx’a göre tarih; yani insanların geçmişini ve bugününü belirleyen, sömüren sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki mücadeledir.

 Bu mücadele sonunda bitecektir. Çünkü, proleterya kendini sömüren sınıftan yani burjuvaziden kurtulabilmek için aynı zamanda toplumu, insanın insanı sömürmesinden ve sınıf mücadelesinden kesinlikle kurtarabilmek için, kendi iktidarını kuracaktır.

 Marx’a göre bu yine sınıf mücadelesinden doğan bir sınıf mücadelesidir. Proleterya, kapitalizmi yıkarak hakkını gaspedenlerden, gaspederek alacaktır.

 Toplumların gelişme yönünü, olayları gözlemleyerek bilimsel yoldan belirlemek isteyen Marx, proleteryanın zaferiyle kurulacak olan sınıfsız toplumun (komünizm) yapısı hakkında berrak açıklamalarda bulunmaktan kaçınmıştır. Sadece sömürülmekten kurtulan insanın, kendi faaliyetine düşen gerçek paya hak kazanacağını ve kendi üretiminin tam karşılığını alabileceğini dolayısıyla da toplumun, insanın insanı sömürmesinden büsbütün kurtulacağını ileri sürer.

 

 Marx’ın ekonomi kuramı:

 

 Kapitalist ekonomiyi eleştirmek bir yerde Marx’a, bir ekonomi teorisi geliştirmek fırsatı vermiştir. Bu kuram, işçi sınıfını kurtaracak mücadelenin sürecini bilimsel yoldan açıklamak içindir.

 Marx’ın, iktisat teorisinin temellerini; “sermaye, değer, emek ve artı değer” kavramlarına verdiği anlamlar oluşturur.

 Sermaye; yalnız sahiplerinin dışında başkaları tarafından işletilen üretim ve mübadele araçlarıdır.

 Bu araçların sahibince, işçilere emekleri karşılığında ödenen ücret toplamı, o malın değerini oluşturmaktadır. Bu fiyata bir de ‘kâr’ eklenmektedir.

 İşte bu kâr, ‘artı değer’i oluşturmaktadır.

 Marx’a göre kapitalist üretim biçimi, üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistlerle, emeğini kapitalistler için kullanan proleteryayı karşı karşıya getirmiştir. Bütün çelişki bu durumdan kaynaklanmaktadır. Müteşebbis, artı değerin büyük bir kısmını, yeni bir artı değer alabilmek için kullanır.

 Ona göre, artı değerin yeniden sermaye haline dönüştürülmesi, sermaye birikimini ve eşitsizliği meydana getiren en önemli olaydır.

 Başlangıçta, çok sayıda yeni el emeğine iş alanı sağlayan kapitalist birikim daha sonra işsizlerin, yoksulların, sınıf dışı kalmış işçilerin meydana gelmesiyle nispi bir nüfus farklılığına yol açmıştır. Bu da sınıflar arası farklılıkları daha da fazlalaştırmaktadır.

 Marx’a göre iktisadi krizler, sermaye birikiminin bir sonucu olmaktadır. Bu krizler üretici kesiminin yeni olanaklarıyla tüketicilerin azalan satın alma gücü arasındaki oransızlıktan meydana gelir ve küçük üreticileri iflasa sürükleyerek onların da proleterleşmesine yol açar.

 Kapitalizmin başka bir iç çelişkisi de üretim ve mübadele araçlarının özel mülkiyette toplanması, üretim sürecinin toplumsal niteliğine aykırı olacaktır. Diğer kuruluşlarda onbinlerce işçiyi bir araya getirmekle kapitalist rejim, üretim sürecine toplumsal bir nitelik verecektir. Bu da üretim ve mübadele araçlarının ister istemez kolektif mülkiyet konusu haline getirecektir.

 Şiddetli bir ekonomik kriz anındaki, genel grev ve eylemler işçi sınıfının devlet yönetimini ele geçirmesine olanak sağlayacaktır.

 Marx’a göre devrimle birlikte proleterya sermayeyi tümüyle burjuvazinin elinden alacak, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplayacaktır.

 Tek hakim sınıf olarak örgütlenmiş olan proleterya, devlete de hakim olacaktır.

 Marxist teoeriye göre, bu çeşit bir kolektifleşme hemen hemen bütün ekonomik faaliyetler birkaç büyük anonim şirketin elinde olduğundan dolayı kolayca gerçekleşecektir.

 

 Marx’ın sosyal sınıflara dair görüşleri:

 

 İlk bilimsel sınıf görüşü Marxist görüşle kurulmuştur. Ancak Marx, sanıldığının aksine sınıf konusunda çok açık değildir. Üstelik sınıf görüşünde zaman zaman çelişkiler de görülmektedir. Bu görüşler çerçevesinde İki Marx’tan sözetmek mümkündür; ‘tarihçi Marx’ ve ‘teorici Marx’.

 Tarihçi Marx, toplumları incelerken, pek çok sınıfın varlığından sözeder.

 Teorisyen Marx ise iki sınıf üzerinde durur; kapitalist sınıf ve proleterya.

 Marx’a göre insanın sınıfını, mesleği, geliri veya sınıf bilinci değil bu durumu tayin eden düşüncenin olmasıdır.(Bu görüş materyalizmle çelişmektedir) Belirli durumda olan kişiler yavaş yavaş içinde bulundukları durumda ortam nedeniyle belirli tarzda düşünmeye başlarlar. Eğer bir sınıfta, sınıf bilinci doğuyorsa, bu da o sınıfa bağlı kişilerin belirli koşulların etkisinde kalmalarındandır.

 

Marx, yapmış olduğu tarih incelemeleri neticesinde, toplumların genellikle beş açşamalı bir gelişme gösterdiğini belirtmiştir. Bunlar sırasıyla:

 “İlkel-komünal toplum, antik-köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve gerçekleşecek olan, komünist toplum”.

 

 Fiyat = ücret + masraf + kâr (artı değer)

 

 Marx, “fiyat, ücret ve masrafın toplamına eşit olsaydı, sınıf olmazdı”, der. Bir şeyin fiyatını belirlerken, o şey için yapmış olduğumuz masrafa ve işçiye emeği karşısında ödenen ücrete bir de kâr eklenmektedir. Bu kârı yani artı değeri, işçi emeğiyle yaratır ama cebine indiren patron olur.

 İşte bu durum, sınıfların meydan gelmesinde en önemli etkendir.

 

 Marx’a göre devrimin gerçekleşmesi:

 

 Kapitalizm ilerledikçe ve güçlendikçe rekabet piyasası da büyümektedir. Bu piyasa içinde büyük ve küçük işletmeler vardır. Ancak rekabet piyasasında, serbest rekabet şartları olmadığı için küçük işletmeler zor durumda kalırlar. Rekabetin daha da artmasıyla küçük işletmeler, işyerlerini kapatarak başka bir sermayedarın hizmetinde çalışmaya başlarlar. Yani proleterleşirler.

 Sermaye birikiminin hızlanması sonucu, işçi sınıfı genişlerken, sermayedar sınıfı daralmaya başlar.

 Marx, ihtilalin sebebleri üzerinde dururken, en önemli nedenlerden birinin, sermayedar sınıfının zenginleşmesi, işçi sınıfının ise fakirleşmesi olduğunu söyler.

 Arz ve talep kanunlarından dolayı, işçiler çoğalır ve bu yüzden de ücretler düşer. Sonunda devamlı fakirleşen işçi sınıfında patlama olur ve devrim gerçekleşir.

 

 Marx, ideolojilerle sınıflar arasında ilişkiler görmüştür:

 

 Ona göre her sınıfın bir ideolojisi vardır. Örneğin, feodal düzenin hakim sınıfı; ‘toprak burjuvazisi’nin ideolojisi; ‘muhafazakarlık’tır.

 Kapitalist sınıfın ideolojisi; ‘liberalizm’, işçi sınıfının ki ise ‘sosyalizm’dir.

 Bir ülkede hakim sınıf hangisi ise onun ideolojisi hakimdir.

 

  İdeolojik oluşum (alt yapı ve üst yapı):

 

 Ortam (toplumsal çevre) à Kişi (belli bir nedenle incelemeler, araştırmalar, buluşlar) à İdeoloji àPropaganda àToplum / sınıf  àEylem à Ortam (toplumsal çevre) àKişi à Geliştirilmiş ideoloji…

 

 Bir ideoloji toplumun ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa, toplum tarafından benimsenir. Bu benimsenme bir bilinçlenmeye yol açar. Toplumun bilinçlenmesiyle de eylem meydana gelir. Eylemle sosyal ortam değiştirilmeye başlanır. İkinci safhada toplumsal sınıfın kişiyi etkileyen faktörleri, belirli nedenler sonucunda, toplumsal bir çözüm bir ideoloji meydana getirmesine yol açar. Bu durum propaganda yoluyla topluma aktarılır ve bilinçlenmenin sonucunda eylem meydana gelir.

 Şartlar değiştiğinde, ideolojide de değişiklik yapmak gerekir. Aksi halde ideolojiler yok olup giderler. İdeolojide yapılan değişiklikler bir helezon şeklinde devam eder gider.

 

 Marxizmin eleştirisi:

 

 Marx, işçi sınıfı ile burjuva arasında kalan sınıfı ihmal etmiştir. ‘Orta sınıf’ olarak nitelendirilen sınıf, Marx’da gereği gibi incelenmemiştir.

 Örneğin, doktorlar kendi artı değerini kendileri yaratmakta ve kendileri almaktadır.

 Yine çağdaş marxistlerin, küçük burjuva olarak niteledikleri memurlar ve bürokratların sermayedar sınıfa mı yoksa işçi sınıfına mı sokulacakları belli değildir.

 

 Marx’ın sınıf görüşünün sistemleştirilmesi:

 

 Sınıf ayrımının temeli, üretim araçlarının mülkiyet biçimidir. Yani özel mülkiyet sınıf ayrımının temelini oluşturmaktadır. Aynı zamanda özel mülkiyet işbölümüne neden olmaktadır. Kısaca:

 İşbölümü + özel mülkiyet = sınıf ayrımı.

 

 İlkel komünal toplumlarda, işbölümü ve özel mülkiyet olmadığı için, ilkel komünist / sınıfsız toplumlardır.

 Toplumsal işbölümünün başlaması ve yaygınlaşması ile özel mülkiyet ortaya çıkmıştır. Özel mülkiyet de sınıflara yol açmıştır.

 Toplumsal evrim çelişenlerin çatışmasıyla olmaktadır. Örneğin, antik- köleci toplumda; köle ve efendisi, feodal toplumda; derebeyi ve serfler, kapitalist toplumda; işçi ve sermayedar sürekli çatışmaktadır. Toplumların tarihi, bu çatışmaların tarihidir.

 Yeni bir sınıf oluştuğu zaman bir önceki sınıf ortadan kalkmaz, gitgide önemini kaybederek devam eder.

 

 Marx’a göre sosyal tabakalar:

 

 Marx, çok açık olmamakla beraber sınıfların içinde bir takım tabakaların da bulunabileceğini söylemiştir. Ana çatışma sınıflar arası olmakla birlikte ikinci dereceden sınıf içi çeşitli tabakaların birbiriyle çatışan menfaatleri olabilir.

 Örneğin, burjuvazi içinde; endüstriyel burjuvazi, ticari burjuvazi, toprak burjuvazisi gibi tabakalar vardır. Zaman zaman bunların menfaatleri birbiriyle çatışır. Yine işçi sınıfı içinde; kafa işçisi, kol işçisi. Kol işçileri içinde teknisyenler, ustabaşılar gibi sınıf içi tabaka mücadeleleri görülebilir.

   Her sınıf, diğer sınıfla yapmış olduğu mücadele de sınıfın kendi içindeki tabakalar arasındaki çatışmadan yararlanmaya çalışır.

 

 Weber ve Marx’ın karşılaştırması:

 

 1-Marx konulara makrososyoloji, Weber ise mikrososyoloji açıdan bakar.

 2-Marx; topluma, toplumlara önem verir, Weber ise birey ve gruplara.

 3-Marx’a göre ekonomik koşullar üretim araçlarının mülkiyetine bağlıdır. Weber ise ekonomik koşullara önem verir. Ancak mülkiyet konusunda bir açıklık getirmemiştir.

 4-Marx’a sosyal sınıfları doğuran bilinç değil kişilerin içinde bulundukları ortamdır. Yani üretim araçlarına sahip olup olmadıklarıdır.

 Weber’e göre ise sosyal sınıfları doğuran bilinçtir.

 5-Marx, sosyal farklılaşmada sınıflaşmayı ele alır. Hiyerarşik farklılıkları sosyal sınıflara bağlar.

 Weber ise hiyerarşiyi sınıflandırır.

 6-Marx, sınıf farkının ortadan kalkması için devrimi gerekli görür.

 Weber ise piyasa ekonomisinin olmadığı yerlerde sınıf farkının olmayacağını, piyasa ekonomisi süreceğine göre de sınıf farklılığının da olacağını ileri sürer.

 7-Marx’a göre, sınıflar arasında bir çatışma vardır. Ve bu çatışmada uzlaşma sözkonusu değildir.

 Weber’e göre ise sınıf çatışmasında uzlaşmalar olmaktadır. Bürokrasi işini iyi yaptığı sürece çatışmalar en aza inecektir.

 8-Marx devlete, Weber ise iktidara önem verir.