Posts Tagged ‘bunaltı’

ALBERT CAMUS

Pazar, Haziran 7th, 2009

 

Varoluş felsefesinde düşünür tipi genellikle ikiye ayrılıyor; nesnel ve öznel düşünür diye.

Öznel düşünme; kişinin kendisi üzerine düşünme ve bunun sonuçlarına katlanması.

Camus’a göre, insanın üç yönü olması veya anlama kategorisinin 12 kategorisi olması veya tanrının ontolojik ispatı vs. bunların hiçbirinin insan varoluşu için bir önemi yoktur.

Yaşamın anlamsızlığının intiharı getirip, getirmeyeceği ise bambaşka bir soru.

Yani yaşamın anlamı sorulduğunda ve bunda bir anlam görülmediğinde, bu anlamsızlıktan nasıl kurtulmalıyım?

Camus’a göre çareler; umut ve intihar.

Camus, anlamsız olan bu hayatı irdelerken, sonuçta bu hayatın anlaşılabilir bir hale getirilemeyeceğini bilir ama yine de anlamsız olanın 4 motivikasyonunu bulur:

1-Boşluk duygusu.

2-Bıkkınlık duygusu.

3-Dehşet duygusu.

4-Bunaltı duygusu.

 

Varoluşun anlamsızlığının ve mekanik bir yaşamın akıp gittiğinin farkına varan ilk işaret; can/iç sıkıntısı. Bu iç sıkıntısı, günlük yaşamın akıcılığını bozar. İnsan bu iç sıkıntısıyla, bütün yapılanların, ne kadar boş ve anlamsız olduğunu görür.

Bu boşluk duygusu, günlük yaşamdan bıkkınlığa dönüşür. Her gün hep aynı şey. Biçim hep aynı. İşte bunun farkına varan, günlük yaşamdan bıkar.

Bu kişi, ‘neden  böyle de başka türlü değil?’ diye sorar. Bu üniformizm, bu tekdüzelilik kendini neşeli olanda da kendini gösterir. Her pazar yüzme, sinema, gezmeler, aşk… hep aynı.

‘Aynı olanın, ebediyete kadar dönüşü hep boşuna’. Camus, bu ‘ebedi olanın döngüsü’ fikrini Nietzsche’den alır.

Aynı olan boşuna dönüyor öyleyse olup-bitenin anlamı ne?

Anlamı yok, hepsi boşuna.

Anlamsız olanın, ebedi dönüşün farkına varmak kişide bıkkınlık duygusundan dehşete dönüşür. Bu duyguya sahip olan insan, zamana düşman haline gelir.

Korku bu anlamsızlığı ortaya çıkarır. Bu anlamsızlığın en üst noktası; bulantı. Bunun içinde yaşayan kişi, bütün olan bitene kayıtsız bir kişidir. Bu kişi her şeyden bıkkınlık duymaktadır. Her şeyin hep aynı olması, o kişi için aşılmaz bir duvar haline gelir. (Jaspers’de bu durum, sınır durumu olarak geçiyordu.) Bu durumda olan insan, kendine yabacı insan haline gelmektedir.

Camus’a göre, anlamsızlığın temel anlamı; absürdizm/uyumsuzluk.

Uyumsuzluk; akıl ile gerçekliğin uyumsuzluğu.

Akıl, hep mutlak birliğe, tekliğe varma yolunda. Oysa dünyadaki gerçeklik, bu teklikten çok uzak, tamamen bir kaos.

Hakiki olan; akıl ile gerçeklik arasındaki bu uyumsuzluk/anlamsızlık.

Anlamsız olan ne dünyada ne de akılda; bu ikisinin tam arasında. Bu uyumsuzluk, akıl ile dünya gerçekliğini birbirine bağlayan bağ.

İnsanın dünyayı değiştirme çabası; uyumsuzluk duvarına çıkar ve orada başarısızlığa uğrar.

Uyumsuzluğun benim varlığım için anlamı ne? İntahar mı yoksa umut mu?

Umut; dünya gerçekliğini değiştirebileceğim inancı.

İnanmak, günün birinde bu anlamsızlığın değişebileceğini umut etmek, inanmak.

Camus’a göre, bu anlamsızlıktan kaçınmanın iki yolu var:

 

1-Başkaldırma; dünya ile aklın uyumsuzluğunu görmeden yapılan her başkaldırma, başarısız olmaya mahkumdur.

2-Varoluş felsefesi; bir sıçrama ile trancendent olana ulaşmak, tanrıyla bir olmak mı? Hayır bununla da anlamsızlıktan kurtulmak mümkün değil.

Camus’a göre, bu anlamsızlıktan kaçınmanın yolu; anlamsız olanı farkına varmak, anlamsız olanın anlamsızlığını kabullenip onu değiştirmeye çalışmamak çünkü, değiştirilemez ve o bilinçle yaşamak. İşte bu da ‘anlamsız özgürlük’tür. Bu anlamsız olanla birlikte yaşayan insan; ‘trajik insan’dır.

Ölüme olan nefretiyle, hayata olan sevgiyle ve tanrılara karşı gelmesiyle suçlanan ve ebedi cezaya çarptırılan Sisyphos, özgür ve mutlu birisi. Çünkü anlamsız olanın farkına varıyor ve onu değiştirmeye çalışmıyor.

J.PAUL SARTRE

Pazar, Haziran 7th, 2009

 

Sartre’ın amacı; ‘fenomenolojik ontoloji’yi yaratmak.

Yararlandığı iki isim var; E. Husserl ve M. Heidegger.

Sartre, varoluşçu olduğunu söyleyen tek isim.

Varoluşçuluk felsefesi ile varoluşçuluk genellikle ayrılıyor.

Varoluşçuluk felsefesi içine girenler:

Tanrı tanıyanlar; Jaspers, Marcel. Ateistler; Heidegger ve Sartre.

Satre, Jaspers ile Heidegger’i de varoluşçu okullara sokuyor.

 

Satre’ın hareket noktaları:

1-Varoluş özden önce gelir.

2-Öznellikten hareket etmek gerekir.

 

Varoluşun özden önce gelmesi ne demek?

Bir şey yaparken, bu yapmakta olduğum işin bir planı ya da tasarısını kafamda oluşturuyorum. O işi o plana göre yapıyorum. Bu yapmakta olduğun işn özü kafamdaki planıdır. Yani burada yapmakta olduğum şeyin özü, varoluşundan önce gelmektedir.

Peki ama insanı vareden ne? Tanrı ama Satre’ın kabulüne göre tanrı yok. O halde, varoluşu özden önce gelen bir varlık vardır o da; insandır.

İnsan önce varolur, dünyaya gelir. Sonra kendi özünü belirleyip ortaya koyacak olan yine insanın kendisidir. İnsan, başlangıçta hiçbir şey değil.

İnsan, her nasılsa dünyaya fırlatılmıştır.  Sartre bu fikri, Heidegger’den almıştır.

İnsan özünde ne olduğunu kendi tasarlayıp, belirleyecek.

İnsanı tanrı tasarlayıp yaratmadığı için yapayalnızdır. İnsan kendini nasıl yaparsa öyledir. Sartre’ın öznellikten anladığı budur. İnsan gelecek içinde kendiyle ilgili tasarıyı yine kendisi gerçekleştirecektir. İnsan kendini nasıl yapmak isterse öyle yapar.

O halde insan yaptığı her şeyden sorumlu. Hatta  başkalarından da sorumlu. Çünkü, insan kendisini seçerken, kendiyle ilgili kararı verirken, aslında insanı seçer.

Ben seçtiğimi, karar verdiğimi, bütün insanlar için de isteyebilmeliyim. İnsan tasarladığını başkaları için de isteyebilmeli.

Sorumluluk bilinci, insana bunaltı verir. İşte bu bunaltı da insanı, sorumluluğunu omuzlamaya götürür.

İnsan özgür olmaya mahkumdur’. Çünkü; tanrı yok insan yaratılmamıştır. İnsan kendi kendini yaratmak zorunda. İşte bu özgürlük, kişiyi tüm yaptıklarından özgür kılıyor. İnsanı belirleyecek bir tanrı olmadığına göre, insan kendi kendini belirleyecek. Böylece insanın tüm kaderi kendi elindedir.

‘Ben neysem o değil; ben ne olmak istiyorsam oyum’.

Sartre, buna dayanarak ‘benim varoluşçuluğum, hümanisttir’ der.